Önünde avlanmış bir hayvandan kalan kanlı et parçaları vardı. Dudaklarından ve sakallarından süzülen kana bakılırsa yemeğine devam ettiği bir anda, etten pay almak isteyen kendine benzer bir hemcinsi çıkmıştı karşısına. Rahatsız olmuştu. Hırlayarak gözdağı vermeye çalışıyordu. Bu hırlama işini, vahşi hayvanlardan öğrenmişti. Yemeğini korumak için de onlar gibi davranıyordu.
Kıllı kolları ve güçlü bacaklarıyla, rakibinin üstüne atlamak üzere her an hazırdı. Karşısındaki ise, çok ihtiyacı olmasına rağmen, tehditten korkuyor, daha fazla yaklaşmıyordu. Ama uzaklaşmıyordu da. Rakibine göre daha ufak tefek duruyordu. Bu durum daha ufak olmak, onu hayvanlar alemine göre, rakibi karşısında zayıf duruma düşürüyordu. Ama o bir hayvan değildi. Akıllıydı. Gözlerini o da karşı tarafa dikmişti; gelecek her hamleye hazırdı. Sağ eliyle, arkasına gizlediği bir kaya parçası vardı. Yemeğini çalmaya çalıştığı rakibinin kaba kuvvetine karşı koyamazdı. Bunu biliyordu ama akıl, onu daha güçlü yapıyordu. Hayvanlar aleminde güçsüz olan kaçar giderdi. Ama o kaçmıyordu; farklıydı; akıllıydı; alet kullanıyordu; bu ise onu, emsalsiz yapıyordu.
İri yarı olanı, kaba kuvvetinin galip geleceğini düşünüyordu. Ama saklanan kayayı görmüş olsaydı onunda riskini de hesap edebilirdi. Demek ki bu yaratık hem düşünüyor, hem de hesap edebiliyordu. Bu onu eşsiz yapıyordu ama bizim bildiğimiz insan yapmıyordu. İnsan değildi ama başka bir şey de değildi.
İri yarı olanın sabrı taştı ve hızla rakibinin üzerine atladı. O anda, ince bir hesapla, güçlü bir bileğin tüm kuvvetiyle savurduğu kayayı göremedi. Kaya tam alnına ortasına oturdu ve kafasını parçaladı. Bir kütük gibi yere serildi. Kan fışkırıyordu kafasından. Tüm vücudunda kısa süreli bir titreme oldu; sonra titreme kesildi. Bir nefesle birlikte, bir kavga daha bitmişti.
…
Tarihini bilmediğimiz o zamanlarda, dünya tam bir cennetmiş. Bozulmamış tabiat, milyonlarca canlıyla dolup taşarmış. Her yerden türlü türlü bitkiler fışkırırmış. Suları berrak dereler, çayırlarında develerin kaybolduğu ovalar, başında dumanı eksik olmayan dağlar varmış. Bulutlardan yağmur yağarmış; ağaçlardan meyveler, çiçekler fışkırırmış. Hayvanlar da hassas bir denge ve emsalsiz bir ahenk içinde yaşarmış.
Ta ki o gelene kadar. İki bacaklı, derin bakışlı, uyumsuz, ne yapacağı belli olmayan… Gereksiz yere öfkeyle kan döken, intikam güden… O geldikten sonra hiçbir şey eskisi gibi olmamış. İhtiyacı olmadığı halde bile, hem de; hesap yapıp, tuzak kurarak her tür hayvanı avlarmış bu iki bacaklı yaratık. Ağaçları keser, dereleri taşla doldururmuş. Onun olduğu her yerde savaş ve bozulan düzen varmış.
Ama bir gün, tüm kâinatı en küçük zerresine kadar titreten bir ses duyulmuş. Sesin azameti o kadar büyükmüş ki; bu sese kayıtsız kalan, koca evrende bir toz zerresi bile olmamış. Bu ses âlemlerin Rabbi olan Allah’ın sesiymiş. Ve şöyle diyormuş;
“Hatırla ki Rabbin meleklere: Ben yeryüzünde bir halife kılacağım, dedi. Onlar: Bizler hamdinle seni tesbih ve seni takdis edip dururken, yeryüzünde fesat çıkaracak, orada kan dökecek birini mi yaratacaksın? dediler. Allah da onlara: Sizin bilemeyeceklerinizi elbette ben bilirim, dedi.” (Bakara/30)
“Allah Âdem’e bütün isimleri, öğretti. Sonra onları önce meleklere arz edip: Eğer siz sözünüzde sadık iseniz, şunların isimlerini bana bildirin, dedi.” (Bakara/31)
“Melekler: Yâ Rab! Seni noksan sıfatlardan tenzih ederiz, senin bize öğrettiklerinden başka bizim bilgimiz yoktur. Şüphesiz alîm ve hakîm olan ancak sensin, dediler.” (Bakara/32)
“(Bunun üzerine:) Ey Âdem! Eşyanın isimlerini meleklere anlat, dedi. Âdem onların isimlerini onlara anlatınca: Ben size, muhakkak semâvat ve arzda görülmeyenleri (oralardaki sırları) bilirim. Bundan da öte, gizli ve açık yapmakta olduklarınızı da bilirim, dememiş miydim? dedi” (Bakara/33)
“Hani biz meleklere (ve cinlere): Âdem’e secde edin, demiştik. İblis hariç hepsi secde ettiler. O yüz çevirdi ve büyüklük tasladı, böylece kâfirlerden oldu.” (Bakara/34)
Tüm kâinatı titreten sesten hemen sonra, iki bacaklı, kendine uzun uzun bakmış; sonra da etrafına. Görmüş ki; bütün varlık âlemi kendine doğru dönmüş, hoş bir selam ile, yeni ismini tekrarlıyorlarmış. Ve onlar, iki bacaklıya “Âdem” diyorlarmış.
Âlemlerin Rabbi, Âdem’e isimleri öğreterek adeta onu yeniden yaratmıştı. Artık Âdem, çok şerefli bir varlıkmış. Elde ettiği yeni vasfı ile artık kan dökücü ve yeryüzünü ifsad edici değil; bilakis, imar ve tamir edicisi olacakmış.
Âdem bundan sonra eşiyle birlikte, huzur ve güven içinde dilediği gibi yaşayacakmış. Ama bir şartla; asla haddi aşmayacakmış. ASLA. Bu onun temiz kalabilmesi için tek şartmış. Âdem ve eşi bunu hep akıllarında tutmuşlar. Ama bir gün, içlerinden gelen yumuşak bir ses, onlara bir şey fısıldamış. Bu ses tarihi yeniden başlatacakmış. Ve bu ses, dışarıdan değil, tam içlerinden gelmiş. Kendi sesleriymiş duydukları.
Şerefli olmanın ve öyle kalabilmenin bir şartı daha varmış; kendi sesini ilahi ses karşısında işitmemek…
…
…