Çorbada bizim de tuzumuz olsun kabilinden, söyleyeceklerim…
İranlı yönetmen Mecid Mecidî’nin ‘Allah’ın Elçisi Muhammed’ filmi üzerine yazılmış birçok eleştiri yazısı yayınlandı. Daha da çok yazılacağa benziyor. Konu “Allah’ın Elçisi” olunca ben de kanaatlerimi yazma gereği duydum.
Filmle ilgili bahis konusu edeceğim ilk husus, şu bildik ‘Hazret’ kelimesiyle alakalıdır. Bu eleştiri, filmin aslına değil, Türkçe dublajına yöneliktir. Ama sinema salonundaki izleyicinin büyük çoğunluğu, iki harf ve bir noktadan oluşan böylesine küçücük bir detayın filmin aslında olup olmadığının farkına bile varmayacaktır. Bildiğim kadarıyla filmin aslında ‘Hz.’ diye bir ön ek yok fakat bu küçücük örnek Türk kültürünün vazgeçilmezidir. Mecid Mecidî filmin adını büyük harflerle MUHAMMED koymuşsa, Türk tipi Müslümanlık gayreti hemen onun başına bir Hazret sıfatı yapıştırıveriyor.
Benzer bir durum, yani ‘cinayet’ Çağrı filminin Türkçe seslendirmesinde de işlenmiştir. Türkçe seslendirmeyi yapanlar, Mekke’nin reisi Ebu Sufyan’a “Hazreti Muhammed” dedirtebilmişlerdir… Sahabe, tabiin adını olduğu gibi, Allah lafzını da ‘Hazreti’ sıfatıyla anmadan edemiyoruz. Oysa Hazret kelimesinin, -mesela Rasulullah için kullanıldığında- müminin kalbi ile Allah’ın Elçisi arasına gerilmiş bir jelatin ya da bir alüminyum folyo gibi durduğunu düşünüyorum. ‘Hazret’siz bir Rasulullah sözcüğü bana daha yakın, daha sıcak ve daha saygı dolu gelmektedir.
Burayı geçelim.
Muhammed filmini izlediğimde aklıma anında üşüşen duygular şunlar oldu: Öncelikle, Mecid Mecidî’nin bizim mahalleden taşındığı hissine kapıldım. Artık o, bizdeki meşhur ‘akıllı evler’de oturuyordu, o yüzden filmi bana hiç bildik-tanıdık gelmedi. ‘Cennetin Çocukları’nın ve ‘Cennetin Rengi’nin Mecid Mecidî’si tam benim mahallemdendi. O yönetmeni ne kadar sevmiş, ne kadar dua etmiş ve kendisine ne kadar gıpta etmiştim.
Sinema hakkında teknik bilgilerim yok denecek kadardır. Fakat bir izleyici olarak Cennetin Rengi ve Cennetin Çocukları’ndaki sadelik, doğallık ve gerçekçiliği pekâlâ görebiliyorum. Onları izleyince kendimi filmin orta yerinde hissedebiliyorum. Müziğindeki etkileyicilik, filmin mekanları (film seti demek uygun mu acaba?) o kadar doğaldır ki, hayatın ta kendisini yansıtıyorlar, hiçbir abartısı yok dense yeridir. Her şeyiyle, hüzün ve sevinciyle, çocuklardaki masumiyet ve doğallık ile, anne-baba rollerindeki yalınlıkla tam da bizim mahalleyi anlatıyordu. Filmi film yapan, gözümüze ve kulağımıza hitap eden -Muhammed filminde balyoz gibi tepeme inen- bir takım etkileyici teknikler değil, bizzat filmin sahnesiydi. Sözünü ettiğim iki filmde bilhassa ses efektlerinin, mesela yürüyen bir insanın gerçek/doğal ayak sesleri midir, yoksa sunî bir ses midir, ayırmak neredeyse imkânsızdır.
Muhammed filminde ise, -sinemadan sadece izleyecek kadar anlayabilen- bana göre ses efektleri çok abartılı, gereksiz ve yersizdi.
İkinci olarak, Mecid Mecidî bu filmi cennetin çocukları ve gibi filmlerin seyirci kitlesine değil de, sanki Hristiyan dünyasına göz kırpmış, Yahudilere de parmak sallamış gibidir.
Filmde göze batan en önemli hususlardan biri de, Ebu Talib imajıyla ilgilidir. Bilindik, imanını izhar edememiş bir Ebu Talip imajı tamamen bertaraf edilmiş, en az Hamza kadar imanı olan bir amca figürü imal edilmiştir. Bu da bir şii refleksi olarak gözükmektedir.
Bununla beraber filmin geneli, ehlisünnet kaynaklarına oldukça yakın durmaktadır. Bu açıdan, filmi salt bir Şii propagandası olarak algılayanların bu hususu gözden kaçırdıklarını düşünmekteyim. Filmde Muhammed bildik olağanüstülüklerle doğuyor, kimi yerlerde putlar yüz üstü yıkılıyor, kimisinde yerden su fışkırıyor. Sütanne Halîme bebek Muhammed’i götürürken, sütannenin yanındaki yıllarında, 12 yaşında amca Ebu Talib tarafından Şam tarafına götürülürken yolda bir bulutun sürekli onun üzerine gölge yapması, Rahip Bahira tarafından bildik karşılama ve malum peygamberlik mührü üzerine kurulan bir müjdelenmiş kurtarıcı söylemi… Bu esnada, deyim yerindeyse burnu iyi koku alan Yahudilerin, Mekke’ye kadar gelip bebek Muhammed’in izini bulmuş olmaları, Halime’nin evine kadar gitmeleri, Busra’ya kadar olan yolculukta adım adım kervanı takip etmeleri… Bütün bu sahnelerde bir nevi ‘beklenen mesih’ kurgusu kendini hissettirmektedir. Fark şu ki, Mesih sözcüğü yerine, ‘kurtarıcı’ kelimesi ortalıkta cirit atmaktadır.
Bazı kimseler buradaki eleştirilerimizi sırf bir hurafe karşıtlığı olarak algılıyor ve bu eleştirileri sadece hurafelere yoğunlaştırdığımızı zannetmiş olabilirler. Oysa burada biz müminlerin kesin olarak itiraz etmemiz gereken önemli bir şerikleştirme fikriyatı söz konusudur. Allah’ın elçisi Muhammed (sav), Kur’an tarafından kelimenin tam anlamıyla bir beşer olarak tanıtılmaktadır. O, insanüstü bir varlık değildir. Allah’ın elçisi olmakla şereflendirilmiş bir insandır o ama sonuçta insandır. Doğumlu ve ölümlüdür. O, bu alanın ilk ve tek örneği değildir; ondan önce nice beşer elçiler gelip geçmiştir. Muhammed (sav)’in beşer olmasına şaşan, onun aslında insanüstü, yarı tanrı bir varlık olmasını bekleyenler, onun Mekkeli kâfir hemşerileriydi. Filmde ise sanki Mekkelilerin -ve bugünün Mekkeli benzerlerinin- bu beklentilerine cevap verilmektedir.
Oysa Mecid Mecidî isteseydi pekâlâ, Cennetin Çocukları’nın Ali’si ve Cennetin Rengi’nin Muhammed’i gibi, Allah’ın Kitabı’nda tanımlanan tamamen doğal, bizden/içimizden biri bir ‘Muhammed’ portresi çıkartabilirdi.
Filmde çok abartılı görsel efektlerden ve tıpkı aksiyon filmlerindeki hareketli sahneler benzeri hareketlerden, mesaj ikinci plana itilmiş durumdadır; hatta kimi yerlerde mesaj buharlaşmakta, seyirci sıradan bir trajediye odaklandırılmaktadır. Yani mesajı, filmi izleyen bir Müslüman, zihninde hâlihazırda var olan Muhammed, İslam, İslam’ın tebliği, kafirlerin tepkileri gibi malumat sayesinde filmin ilgili sahnelerine kendisi yerleştirmekte, oradan yine kendi mesajını kendisi almaktadır. Bu arada bazı ciddi bilgi hatasından mütevellit, hatalı yargılar da göze çarpmaktadır. Mesela Mekke kâfirleri tamamen ateist/Allahsızlarmış gibi lanse edilmektedir.
Bunun yanında, Muhammed (sav)’in ölmekte olan birinin elini tutmak suretiyle yeniden hayata döndürülmesi, insanların susuzluktan kırıldığı bir anda su akıtması, insanların açlıktan ölmek üzere olduğu ve bir putun yanında çocuk ve kadınları denize kurban vermek üzere oldukları bir anda (imdada yetişip,) kurbanları denize atılmaktan kurtarması ve denizden (onun yüzü hürmetine) adeta balık yağması gibi sahneler, İncil’in, mucizeler sahibi Îsa’sını çağrıştırmaktadır.
Bu olağanüstü kıssalarla örülü Muhammed filmi, Said Nursi’nin 360 tane kaydettiği sözde mucizelerin bir kısmını oluşturmaktadır. Mistik evliya menkıbelerini andıran bu sahneleriyle film adeta FETÖ’nün bu alanda bıraktığı boşluğu doldurmuş desek yeridir…
Son söz…
Şunu açık yüreklilikle söylemek istiyorum: Bu filmle bende ilk defa, bir Nebî’nin, Rasulullah Muhammed (sav)’in filminin yapılmasının hiç de gerekli olmadığı, yapılan her bir filmin, bizim Risalet, vahiy, İslam, Muhammed (sav) algımız ve bilgimizin bir tarafını yaparken bir tarafını da yıkmaktan geri kalmayacağı kanaati hâsıl oldu. Varsın Yahudiler Musâ’nın 250, Hristiyanlar Îsa’nın 150 filmini yapmış olsunlar; bir şey sırf bu çağın Siyonistleri yaptığı için doğru ve gereklidir kaziyesi bilinçaltımıza kazınmış mıdır? Ve bir kere daha anladım ki, İsrail oğulları Musâ filmini, Hristiyanlar Îsa filmini yaparken, asla ve asla vahyin Musâ’sı, vahyin Îsa’sını yapmıyorlar, onlar kendi Siyonist ve haçlı emellerini, şeytani siyasetlerini Musâ ve Îsa bağlamında dile getiriyorlar.
Bizde de böyle bir kapının açılması tehlikesi her zaman vardır. İleriki yıllarda bir başka yönetmenin yaptığı bir Muhammed filminde Muhammed’e, “Demokrasimize ve ülkemize sahip çıkalım” sözlerini söyletip, istiklal marşından da bir iki beyit okuturlarsa şaşmamak lazım. Bunu imkânsız görenlere, FETÖ, Rasulullah Muhammed’i gökten indirip, kamyona bindireli şunun şurasında kaç sene oldu diye sormak isterim. Darbe başarılı olsaydı, darbenin en büyük referansı belki de ‘Muhammed’ içerikli vizyon hezeyanları olacaktı.
‘Son söz’ cümlesinden olarak söylemek istediğim bir husus ta şu ki, İslam dünyasında, Kur’an merkezli çok ciddi siyer kitaplarının yazılmasına acilen ihtiyaç vardır. Hiç değilse, illa bir film veya görsel bir çalışma yapılacaksa, bu ciddi siyer çalışmaları bunlara kaynak olarak önerilebilir.
Allah’ın Elçisi / Rasulullah Muhammed (sav) biz müminlere Allah’ın bir lütfudur. Biz onu çok seviyor ve ona, getirdiği Din’e ve onu Elçi seçen Allah’a mutlak surette iman ediyoruz. Ona olan imanımız bizi, hurafelerden ve batıl itikatlardan uzak tutmaktadır..
Allah’ın salât, selam, rahmet ve bereketi onun ve onun yolunda gidenlerin üzerine olsun.