İnsanın yaratılışından bu yana vahiy insanı bedensel ve zihinsel olarak inşa eder. Çünkü arapça yaratma (halaqa) kavramı köken itibariyle ahlak ile (huluq) bağlantılıdır. Rum suresi 30. ayette “Allah’ın insanları üzerinde yarattığı o fıtrata çevir…” emri üzere insan yaratılış olarak güzel ahlak üzere inşa edilmiştir. Bununla beraber insana fücur da gösterilmiş ve ondan uzak durulması öğütlenmiştir. Şeriati’nin ifadesiyle insan bir yanıyla çamur iken diğer yanı ile Allah’ın ruhundan üflenen bir parçadır. Bireyin ruh’a doğru bir yöneliş mi yoksa balçık’a doğru bir yöneliş mi göstereceği onun yoldaki işaretlere uyup uymayacağı ile ilgili bir tercihin ürünüdür.
Bugün yeryüzünde kitabın bilgisine sahip olmadığı halde kitabın tarif ettiği ahlaka sahip pek çok insan varken kitabın bilgisine sahip olduğu halde kitabın gösterdiği ahlaka uymayan yine pek çok insan vardır. İnsanın inşa sürecini alt yapı ve üst yapı olarak ikiye ayırabiliriz. Alt yapıyı ahlak üst yapıyı ise bu ahlakın getirisi olan ve bu ahlakı koruyucu geliştirici olan ibadet ve muamelat kısmı oluşturur. Alt yapı kurulmadan üst yapıyı inşa etmenin kıymeti yoktur. Niçin böyle düşünüyorum? Düşünün ki insan ticarette ölçü ve tartıyı eksik yapıyor veyahut yetim hakkı yiyor yahut çok kaba ama bu insanların hepsi beş vakit namaz kıldıkları gibi üç aylarda da oruç tutuyorlar. Bu insanların kılmış oldukları namaz yahut tutukları oruç ne işe yarar? Tam tersini düşünelim bazı insanlar da ibadetle araları iyi değil ama dürüst ve erdemliler, kimsenin hakkını yemezler ve yalan söylemezler, kimseye bile isteye kötülük yapmadıkları gibi mazlumu korur gözetirler. İki grup insandan hangisi ilişki kurulmaya ve değer verilmeye daha layıktır? Elbette ikincisi diyeceğiz. Öyleyse bu iki grup insanın ahlakını belirleyen şeyin ne olduğunu, ahlaklarının kaynağını nasıl açıklayacağız?
Allah’ın isimlerinden birisi ve Kur’an’da İlah kavramından sonra en sık kullanılanı Rab kavramıdır. Rab, birçok anlamının yanında asıl terbiye eden anlamına gelir. Tek başına ahlaklı olmak kişiyi mümin yapmayacağı gibi ahlaki temelden yoksun ibadet de aynı şekilde kişiyi mümin yapmayacaktır. İnsan hayatının her yönüyle kendisini Rabbin terbiyesine bırakmadığı sürece iman etmemiş ve yüce bir ahlak üzere olmamış olur. İslam öncelikli olarak ahlak üzere yükselir. İslam insanın alt yapısını sağlam kurduktan sonra onun üzerine ibadi sorumluluklarını yükler. Nuzul sırasına göre bir okuma yaptığımızda gerek Alak suresi olsun gerek Kalem ve ondan sonra gelen sureler kişiyi ahlak noktasında terbiye eder öncelikle. Namazdan bahsetse de namazın farz oluşu daha sonraki surelere denk düşer. Namaz insanı kötülükten alıkoyan/alıkoyması gereken bir ibadet olarak tescillenir. Oruç, aç insanları anlamada bize empati yaptıran ibadetlerden biridir. Zekat, sadaka, infak gibi ibadetler bize ait olan hiçbir şeyin olmadığı ve Allah’a ait olan malın Allah’ın istediği şekilde harcanmasını hatırlatan bir ibadettir. Kısaca ibadetler bize haddimizi bildiren ve sahip olma duygusundan uzaklaştırarak olma haline getiren bir eylem biçimidir. Yani ibadetler ahlak kazandırır. Ya da ahlakın ne için kimin adına inşa edilip korunması gerektiğini bize hatırlatır. Oysa toplumumuzda ibadetlerini yapan herkese sempatiyle bakılır ve o kimselerin dürüst kimseler olduğuna kanaat getirilir. Oysa tek başına ibadet kişiyi mümin yapmaz.
Modern çağ ahlak kavramı yerine etik kavramını yerleştirmiştir. Etik kavramı daha çok evrensel hümanizma içinde yer alan bir kavram olup bireyci anlayışın ihdas ettiği bir üründür. Etik kavramının merkezinde insan vardır, ahlak kavramının merkezinde ise Allah vardır. Etik kavramı çerçevesinde insan ilahın yerini alırken rasyonel aklın belirlediği yaşam sınırları içinde her şey insana özgülenir. Helal ve haram, iyi ve kötü, erdem ya da erdemsizlik tamamen rasyonel aklın belirlediği (ki rasyonel aklı inşa edenler tarihten bu yana sermaye sınıfının beslediği pozitivist entelektüellerdir) daireler içinde kalır. İlahlık iddiasına soyunan insanların etik olabilme kriterleri de durum ve şartlara göre değişkenlik arzeden bir mefhuma dönüşür. Oysa İslam’ın ahlaki kriterleri insanın yaratılışından bu yana değişmemiştir. Durum ve şartlara göre de şekil alamaz. Örneğin Resulullah hicret etmeden önce kendisine emanet edilen müşriklerin mallarını Ali vasıtası ile kendilerine ulaştırmış bunlar müşriktir, malları ganimet sayılır dememiş. Kur’an akrabaların aleyhinde dahi olsa şahitliğin doğru yapılmasını, işleri ehliyet sahiplerine verilmesini, hırsızlık yapılmamasını, zinaya yaklaşmamayı, yalan söylenmemesini vs. baskın bir şekilde vurgulamaktadır. Kısacası mümin olmak ahlaklı olmak ve ahlaklı kalabilmek demektir. Mümin olan insanda (büyük günah anlamında) ahlaki bir kusur olamaz demektir. İnsan ahlaki anlamda kusur taşıyorsa ya bilmediğindendir ya da biliyorsa tevbe ederek bu kusurundan vazgeçmenin mücadelesini vermelidir. İlk neslin güzide örnek bir şahsiyet olmasının temelinde İslam’ın vazettiği ahlakı bizzat üzerlerinde taşıyor olmasından ileri gelmektedir. Ashabı içinde Nebî, alt yapıyı vahiyle sağlam bir şekilde kurmuş ve onun üzerine ibadet ve muamelat kısmını yine Rabbin kendisine gösterdiği şekilde inşa etmiştir. Abdullah bin Mesut’un şu sözü bize birçok şeyi açıklar sanırım: “Resulullah aramızda iken bizim için gelen ayetleri yaşamak kolay hıfzetmesi ise zordu, resulullah aramızdan ayrıldıktan sonra öyle nesiller türedi ki Kur’an’ı hıfzetmek onlar için kolay yaşamak ise zor oldu.” Bu güzel tesbit bizim için de hala geçerli olduğunu düşünüyorum. Oldukça fazla hafızlarımız, tefsircilerimiz, kelamcılarımız, fıkıhçılarımız var ama İslam toplumunun içine düştüğü hal de ortadadır. Bizi inşa eden ahlak kime aittir oturup sorgulamamız gerekmektedir.
Etik değerlerle mi inşa oluyoruz yoksa ahlaki değerlerle mi? Modern dünya “bırakınız yapsınlar bırakınız geçsinler” diyen bir dünya inşa etmektedir. Bu inşa sürecini de insanın ilahlığını merkeze koyan etik değerlerle yapmaktadır. Aslında bunu yaparken kendi helvadan putlarına da gereği gibi sahip çıkamamaktadırlar/çıkmamaktadırlar. Çünkü onların kriterlerine göre iki tip insan vardır: Alt tabaka (mavi yakalılar) ve üst tabaka (beyaz yakalılar). Belirlemiş oldukları etik kriterler alt tabakanın uyması gereken kriterlerken üst tabakayı sınırlandırabilecek hiçbir etik kriter olmamaktadır. Zira üretilen her put acıkınca yenilecek mesafede tutulmalıdır. Bu da kötü olmanın terbiyeden yoksun olmanın yasasıdır. Mevkice kendilerini biraz yüksek görenler kendilerini fena fillah seviyesinde gördüklerinden her türlü ahlaki kuraldan azade olmuş saymaktan tereddüt etmemektedirler.
Bugün Müslümanlar olarak, inancını ahlakla güzelleştirenler olmak zorundayız. Bizim inancımızın topluma yansıyan yüzüdür bu. Eğer ki ahlaki duruşumuzda problem varsa bu yeterli inanca sahip olmadığımızdan kaynaklanmaktadır. Kendi doğrularımızı İslam’a mal etme ahlaksızlığından vazgeçerek İslam’ın ilkelerine kayıtsız teslimiyet gösterme ahlaklılığına ulaşmak zorundayız. Yeryüzünde Müslümanlar arasında yeni din savaşları çıkarmamak için Allah’ın boyasıyla boyanmak zorundayız. Kardeşler olabilmek, kalblerimizin birbirlerine ısınması için tevhide bağlı ahlakı kuşanmak zorundayız. Çünkü Allah, Rab’dir. Yani terbiye edendir, ahlak kazandırandır. Eğer ki kul ahlak kazanmamışsa Allah’ı terbiye edici olarak kabul etmiyor demektir. Bu durum ise kulun başlı başına terbiyesizliğine delalettir.