Bir binayı tuğlaların oluşturması gibi, bir düşünceyi de, düşüncenin tuğlaları demek olan kelimeler-kavramlar inşa eder. Din için de durum budur.
Din’in kaynağı olan Kur’an, Din’i bize kelime ve kavramlarla anlatır. Din’in kelime ve kavramları yeterince bilinmeyince, Din’de sapmalar için imkân ve ortam hazırlanmış demektir. Bir de, Din’de sapmalar oluşturmak için çaba harcayan saptırıcıları hesaba katmak gerekir. Din’de sapmamak için, sağlam bir iman gerekir. Lakin sağlam iman, sadece sözle ve duygularla olmaz. İman aynı zamanda, tevhidi ve şirki bilmeyi gerektirir. Ne ilimsiz iman, ne de imansız ilim bir işe yarar. İlim kavramını, Kur’an dilindeki karşılığı anlamında kullandığımızı bilhassa belirtmek isterim.
Hayat nasıl ki tekdüze değilse, Kur’an da sadece müspet kavramlarla konuşmaz. İyilik ve kötülük, hayır ve şer, doğru ve yanlış nasıl ki hayatın bir gerçeği ise, Kur’an da bunları bize orantılı olarak anlatır. Kur’an, karanlıktan bahsedince aydınlıktan, geceden bahsedince gündüzden de bahsetmesi gibi, insan hayatına yön veren konu ve kavramları da aynı temel gerekçe ile tanıtır. Yani hayrın yanında şer, sevabın yanında günah, tevhidin yanında şirk, adaletin yanında zulüm de anlatılır orada.
İşte ‘hevâ’ kelimesi de bu şekilde, Kur’an’ın, insandaki bozulma, sapma, haktan uzaklaşma, hakla batılı karıştırma eğilimine ışık tutan terimlerinden biridir. İslam’ın ne olduğunu ve ne olmadığını kavrayabilmek için, hevâ’nın bilinmesi elzemdir.
‘Hevâ’yı tanımak, insanı tanımaktır, insanın sapmaya olan meylini tanımaktır. Hevâ bilinmeden takva, ihlas, istikamet ve Din’i Allah’a has kılmak gibi değerlerin bilinmesi imkansız gibidir.
Hevâ kelimesi nefsin bir şeye (genellikle kötü şeylere) meyli, nefsin irade ve arzusu, aşk, arzu, kapris; nefsin şehvetle yönelmesi gibi anlamlara gelmektedir. Kur’an’da genellikle olumsuz anlamda, sadece bir yerde (geniş zaman sigasıyla) İbrahim Peygamber’in duasında, “insanların arzularını oraya meylettir” (14/İbrahim, 37) anlamında olumlu olarak kullanılmıştır.
Rağıb el-İsfahani’nin belirttiğine göre, gerek insanın gönülden şehvete meyletmesine, gerekse şehvete meyleden gönüle heva denmektedir. İsfahani şöyle açıklıyor: Bu ismi almasındaki hikmet, hevânın dünyada peşine takılanı her tür felakete, ahirette ise Haviye (adı verilen cehenneme) sürüklemesidir. (el-Mufredat, tercümesi).
Peygamber’e Gelen ‘İlim’ ve Hevâ
Kur’an hevâyı, sanki Peygamber’e gelen ‘İlim’in zıddıymış gibi ele alır ve Peygamber’i şöyle uyarır:
“Dinlerine uymadıkça Yahudiler de Hristiyanlar da asla senden razı olmazlar. De ki: hidayet ancak Allah’ın hidayetidir. Sana gelen ilimden sonra onların arzularına uyacak olursan, andolsun ki, Allah’tan sana ne bir dost ne de bir yardımcı vardır.” (2/Bakara, 120).
Aynı şekilde Peygamber, kendisine gelen ‘İlim’den sonra, Yahudi ve Hristiyanların hevâlarına uyması halinde, zalim olacağı sebebiyle uyarılır: “…Sana gelen ilimden sonra eğer onların arzularına uyacak olursan, işte o zaman sen zalimlerden olursun.” (2/Bakara, 145).
Bu gibi ayetlerde muhatap her ne kadar doğrudan Rasulullah (a.s) ise de, asıl mesajın ümmete olduğu (İbni Kesir, Bakara, 120’nin tefsiri) unutulmamalıdır. Çünkü Peygamber’in, ehli kitabın hevâsına uymak gibi bir sapması asla söz konusu değildi. Üstelik Peygamber’in, Allah’ın velayetini ve yardımını kaybedecek derecede zalimleşmesi de asla düşünülemezdi ve böyle bir durum vaki değildi. Şu halde mesaj öncelikle, Peygamber’den bir şey ummamaları için kafirlere yönelikti, ardından da, “Allah’ın elçisi aranızdan ayrıldığında, sizin duruşunuz da onun gibi olsun, kâfirlerle ilişkinizin ve akidenizin ölçüsü Peygamberdir!” anlamında Muhammed ümmetine idi.
Peygambere gelen ilim, Kur’an’dı. Kur’an, İslam’ı vaz ediyordu. Bu sebepledir ki Peygamber, kâfirlerin sandığı gibi kesinlikle hevâsından konuşmuyordu, onun söyledikleri bütünüyle, Allah’ın vahyi olan Kur’an ayetleriydi. (53/Necm, 3).
Allah, kendisine gelen İlim’den sonra, Yahudi ve Hristiyanların hevâlarına uymaktan Elçisini men ettiğine göre, bu iki dinî zümrenin hevâları neydi? Bu, onların, İslam’ın kendilerine tebliğ edilen biçimine, rasullerinden sonra sokuşturdukları kendi sözleri, din adamlarının, ruhbanlarının, kilise babalarının görüş, kanaat ve yorumları idi. Herhalde hiçbir akîl insan, Din’in en son vahyi olan arı-duru İslam, Kur’an vahyi dururken, ehli kitabın ruhbanlarının saçma sapan görüşlerinin Din edinilmesini beklemezdi. İşte Kur’an bunu söylemektedir.
Benzer şekilde Kur’an, Peygamberi, kendisine gelen ‘Hak’tan sonra, kâfirlerin hevâ ve heveslerine uymaması hususunda uyarmaktadır.
“…Aralarında Allah’ın indirdikleriyle hükmet. Sana gelen Hak’dan sonra, onların hevâlarına uyma. …” (5/Maide, 48).
Ayetlerden anladığımıza göre, Peygamber’e gelen ‘İlim’le ‘Hak’ aynı şeydir.
Peygamber (a.s)’ın, kendisine gelen İlim’den/Hak’tan zerre kadar inhiraf etmediği, başka düşüncelerin etkisi altında kalmadığı, izaha muhtaç değildir. O, kendisine teklif edilen bütün imkânları rahatlıkla, hiç zorlanmadan elinin tersi ile itebilmiş ve kâfirlerin nezdindeki hiçbir değere imrenmemiştir. Dahası Peygamber, kâfirlerin nezdinde herhangi bir ‘değer’ olabileceğini hiçbir zaman kabul etmemiştir. Onun akidesi hiç sarsılmamış, duruşu hiç değişmemiştir. Allah da, kâfirlerin nezdindeki, sözüm ona değerlerin daha hayırlısını, Elçisine ve Elçi’nin ümmetine bağışlamıştır. Peygambere ahirette Allah’ın huzurunda başını yere koydurarak, “ümmetî, ümmetî”; “ümmetimi bana bağışlamazsan başımı kaldırmam!” gibi saçma sapan yakıştırmalarla onu yücelttiklerini sanan, gerçekte ise, Yahudi ve Hristiyanların Peygamber algısını Muhammed ismi üzerine boca edenler şunu bilmelidirler: Muhammed (sav), hayatta bir insanın başına gelebilecek her şeyi göze alarak, -ahirette “ümmetim, ümmetim!” değil, ölmeden önce, bu dünyada iken, ümmetine gerçek anlamda şahitlik yaparak, “Dinim, Dinim!” demiş, İslam’ın istiklalini, tevhidin izzet ve şerefini hiçbir şeye değişmemiştir. Onun ümmetine yapacağı en büyük hayır da buydu. Dünya kendisine koşar adım geldiği halde, o da aynı hızla dünyayı itelemiş, imanını pazarlık konusu yaptırmamıştır. Burada kısa bir kesitle karşılaştırmaya çalıştığım iki Peygamber algısından hangisi gerçek olandır ve Kitab’a hangisi uygundur?…
Peygamber (a.s)ın sünneti buydu. Şu halde onun ümmetine düşen de, bu sünneti ihya etmek, yaşam biçimi haline getirmektir. Bizim Peygamberimiz, işte bu yukarıdaki ayetlerde çerçevesi çizilen Rasulullah’tır.
Peygamberimize gelen İlim/Hak eskimemiştir, kıyamete kadar da eskimeyecektir. Bu İlmin eskidiğini ya da bu çağın ihtiyaçlarına cevap veremeyeceğini ancak kâfirler ileri sürebilir. Peygamberimizi bağlayan bu İlim/Hak’kın, bizi de bağlaması tartışma konusu bile edilemez. Öyle ise bizim de, bize bu şerefli İlim ve Hak gelmiş olduktan sonra, ne klasik ehli kitabın, ne de çağdaş ehli kitabın hevâ ve heveslerine uymamız helal olmaz. Böyle bir uymadan Allah razı olmaz. Çünkü Peygamber’den bugüne, İslam’ın tabiatı değişmemiş, küfrün tabiatı da değişmemiştir. Müslümanın tabiatı da değişmemelidir. Haramlar bellidir, helaller de bellidir, Allah’ın farz kıldıkları bellidir, mendub ve mubah kıldıkları da bellidir. Neye uymamız gerektiğinde tereddüde düşmememiz gerekir.
Günümüzün ‘ehli kitap’ kavramı biraz şişmanlamıştır. Çünkü kapsamına, Kur’an’ın nazil olduğu dönemdekinden başka, yenileri dâhil olmuştur. Tıpkı o ilk ehli kitap gibi, bugünkü (neo/yeni) ehli kitabın da kıbleleri vardır, dini gelenekleri vardır. Onların birer ‘Kitap’ları vardı, bugünkü ehli kitabın da bir Kitab’ı vardır. Kendilerini o Kitab’a nisbet etmektedirler. Rasulullah (sav) zamanındaki ehli kitap oldukça şaşalı, insanları etkileyici imkânlara ve görüntüye sahipti. Eğer Necran heyetinin onca debdebesi, Medine’de bir tek mümini bile sarsmamışsa, bu tamamen, Nebileri Muhammed (sav)’in duruşu, kararlılığı ve vahyin olaylara yön veren uyarıları sayesindeydi. Üç büyük Yahudi kabilesi son derece varlıklı ve gösterişli idi.
Bugünkü dünya da, kitaplısı ile, kitapsızı ile toplumları etkileyen (teshir eden) küresel güçlerin güdümündedir. İşte, Peygamber zamanında vaki olmayan etkilenme, ne yazık ki bugünkü ümmet zımnında, önü alınamaz biçimde gerçekleşmektedir.
Fakat işte Kitap bizi uyarmaktadır. Kitabın, kâfirlere doğru hiçbir eğilimi, öykünmesi, özenmesi olmadığı halde Peygamber’i bu kadar sert bir üslupla uyarması düşündürücü değil midir? Yukarıda değindiğimiz gibi, kanaatimizce bunun en büyük sebebi, biz İslam ümmetini ‘sıkı tutmak’, gönüllerimizin kaymasını engellemek, imanımızda, umudumuzda, Allah’ın vaadinin mutlaka gerçekleştireceğine olan inancımızda sarsılmamızı, gevşememizi engellemektir. Biz Müslümanlar, nefislerimizi o doğrultuda değiştirdiğimiz, Allah’ın emirlerine göre bir hayat kurmaya kesin olarak iman ettiğimiz ve buğurda canla başla çalıştığımız sürece, Rabbimizin bize bu nimeti bağışlayacağına inanmazlık edemeyiz. Kitabımız Kur’an, Allah’tan ancak kâfirlerin umut keseceğini hatırlatmaktadır. (12/Yusuf, 87).
‘Hevâ’ (heves/arzular) terimi sadece ilk başta akla gelen bazı haramlar, eğlence, işret âlemleri, ahlaksızlıklar ve müstehcenlik değildir. Kur’an dilinde, Allah’ın indirdiği ‘İlim’e dahil olmayan, İslam dışı her türlü görüş, düşünce ve yaşam biçimi hevâ ü hevestir. Şöyle de diyebiliriz: bir şey İslam dairesine girmiyorsa, o şey hevâdır, insanın arzularını yansıtır. Günümüzde ise Din nazarında tuğyan/tağutluk sayılan pek çok düşünce, toplumlara en muteber ve geri dönülmesi mümkün olmayan yaşam tarzı olarak sunulmaktadır. Aslında sunulmakta değil, dayatılmaktadır. Yani toplumlara hak suretinde hevâ pazarlanmaktadır. Allah’ın razı olmayacağı, İslam’ın mü’min ve Müslim tanımlarına girdirilemeyecek pek çok insan, toplumların umudu haline getirilmektedir. Aslında bütün bunların düğümlendiği nokta şudur: yeter ki gündemi işgal eden İslam olmasın…
Oysa Allah katında tek geçerli Din İslam’dır.
‘Hevâ’ terimi biraz daha tedkik edilmelidir.