Giriş
‘Bilim eşyayı değiştirir ve onların içerisinde yaşamayı terk eder’ (Marleau Ponty)
‘Oysa edebi eserler, temelde analiz edilecek nesneler olarak değil, konuşan insani yapıtlar olarak ele alınınca en iyi şekilde anlaşılabilirler.
…
Yorum insan düşüncesinin belki de en temel hareketidir ve denilebilirki , onun varlığı kesintisiz yorumlama sürecinden ibarettir.’ ( Richard E. Palmer)
Hermeneutik (yorum bilimi), günümüzde gittikçe önemi artan bir kavram olarak karşımıza çıkmaktadır. bu kavramı bu kadar önemli kılan nedir?
Bu kavramın bütün disiplinler için bu kadar önemli olmasının sebebi nedir?
Felsefede, sosyolojide, teolojide, neredeyse her disiplin içerisinde hermeneutiğe yönelik büyük ilgi söz konusu. Her disiplin hermeneutiği kendi amacına hizmet edecek şekilde kurgulamakta ve öyle kullanmaktadır. Felsefede varlığın oluş tarzı, sosyolojide metodolojik problemlerin ilacı, teolojide ise anlaşılması güç pasajların anlamını ortaya çıkaracak bir yorum kuralları dizgesi.
Bu bahsi geçen kullanım tarzlarından biri cımbızlayıp ‘ hermeneutik budur ‘ demek oldukça güçtür. Fakat Hermeneutiğin tarihsel sürecine bir göz attığımızda tüm bu özellikleri kendi bünyesinde barındırdığı görülecektir. O bakımdan sadece bir özelliğinden yola çıkarak belli bir tanım yapmak onun gerçek mahiyetini çarpıtmamıza sebep olacaktır.
Hermeneutik, belli bir dönemde ortaya çıkmış ve sadece belli bir amaca hizmet eden bir anlayış değildir. Hermeneutiğin belli bir zaman dilimi içerisindeki kullanımı, dönemin düşünce iklimi göz ardı edilerek anlaşılamaz. Dolayısıyla hermeneutiğin ne olduğuna ve mahiyetine ilişkin yapılacak bir çalışma, hermeneutiğin tarihsel bağlamını göz önünde bulundurmak zorundadır.
Toplumsal, düşünsel, ekonomik ve siyasal yönelim hermeneutiğin fonksiyonlarını da beraberinde değiştirmekte/dönüştürmektedir.
-Çok tanrılı bir inanışın hâkim olduğu Antik Yunan dünyasında.
-İncil’in yorumlanmasını merkeze alan Orta Çağ’da,
-Aydınlanma düşüncesinin tesirli olduğu 18. yüzyılda,
-Doğa bilimlerinin bilimselliği tekeli altına aldığı 19. yüzyılda
-ve rölativetinin bütün disiplinlerde etkisini hissettirdiği 20. yüzyılda,
hermeneutiğin dönemin hâkim inanışlarından bağımsız hareket etmediğini görüyoruz.
Fakat döneme damgasını vuran her başat düşüncenin, kendisinden önceki düşün dünyasından etkilendiği ve onlardan belirgin bir şekilde kopmamış olduğu gibi, hermeneutiğin tarihsel süreç içerisinde yaşadığı dönüşümler de birbirinden tamamıyla kopuk değildir. O hâlde,
hermeneutiğin bugünkü niteliklerini anlamak, onun ilk kullanım tarzından bugüne
doğru gelerek geçirdiği dönüşümleri teker teker analiz etmekle sağlanabilir.
Tüm bunlara rağmen basitçe bir tanım yapacak olursak; yorum/anlam bilim olarak tanımlayabiliriz. Fakat bu tanım, yorumlama biliminin yönelimi hakkında hiçbir bilgi vermez bize.
Neyi yorumlamak? Tanrının sözlerini mi? İnsan Dünyasını mı? Tarih ve Kültür alanını mı?
İşte bu sorulara yanıt bulabilmek için Hermeneutik kavramının tarih içerisinde üstlendiği anlam ve fonksiyonların neler olduğu üzerinde durmak elzem olacaktır.
1. Antik Yunan Dünyasında Hermeneutiğin Anlamı ve Fonksiyonu:
Hermeneutiğin genel olarak nasıl ortaya çıktığına ve nasıl bir tarihsel süreçten geçerek günümüze ulaştığına bakıldığında ‘dogru’ anlama düşüncesinin hep ön planda olduğu görülür.
Çünkü hermeneutik anlaşılmaz olanı veya anlaşılmamaya başlamış olanı anlaşılır hâle getirme uğraşının bir sonucu olarak ortaya çıkmaya başlamıştır.
Yani yorumlanmaya ihtiyaç duyulan şeylerin yorumu olarak.
Bu anlamıyla Antik Yunan dünyasında kullanıldığını ve bu kavramın etimolojik kökeni de yine aynı dönemde oluşmaya başladığını görmekteyiz.
“Hermeneutik kavramı, yunanca bir fiil olan ve genellikle ‘yorumlamak’ olarak tercüme edilen ‘hermêneuein’den ve isim olarak da ‘yorum’ anlamındaki ‘hermêneia’dan gelmektedir.”
Sözcüğün kökeni Yunan Tanrısı Hermes’e dayandırılmaktadır. Antik yunanda kanatlı Tanrı Hermes, tanrılarla insanlar arasında bir elçi konumundaydı. Hermes, Tanrılardan aldıklarını insanların anlayabileceği bir şekilde iletir ve yorumlardı. Başka bir ifadeyle “Hermes’in bildikleri hiç de tanrıların mesajlarının dümdüz bir aktarımı değildi. Öyle ki Hermes bunları ölümlülerin diline, onların anlayabilecekleri şekilde çevirdi.”
Hermes’in durduğu yer, deyim yerindeyse, ayrımların eşiğidir. Hermes, iki farklı bağlamı birbirine yaklaştırırken yorum yapmakta, yorumu kullanmaktadır.
Bu kavram, her ne kadar o dönemin çağdaşları olan düşünürler tarafından değişik kalıplarda kullanılmış olsa da henüz sistematik bir kurgu görülmez.
Fakat bizzat kavramın üzerine yapılmış bir çalışmayı sadece Aristoteles’te görüyoruz.
Aristoteles PeriHermêneias adlı eserinde, yorumu doğru veya yanlış olduğu söylenebilecek
ifadeler için bir temel olarak işler. Bu anlamda “yorumlama” aklın temelde bir şey hakkında doğru yargıyı belirleme faaliyetidir.
Platon ise hermeneutiği, “düşüncelerin ifade edilmesiyle değil, bir kral buyruğunun, bir tanrısal iradenin açımlanmasıyla ilgili sanat olarak ele alır. Onda, hermeneutik, tanrıların iradelerini, hem haber ve hem de kendilerine itaat edilmesi gereken buyruklar olarak bir çift anlam içinde açıklayan bir sanat olarak anılır.
Hermeneutiğin antik dönemde, yorumlanmak istenen şeyin esas anlamını ortaya koymak için kullanıldığı da görülmektedir.
Bu, art veya üst anlam olarak kendisini gösteren “hyponoia” sözcüğüyle ifade edilmektedir. Bu amacın ortaya
çıkışında retoriğin belli başlı kavramlarından ve kullanım türlerinden biri olan “alegori”, yani örtme, gizleme, perdeleme sanatı, sözcüklerin esas anlamını ortaya koyma ihtiyacı doğurmuştur. Bu husus Gadamer tarafından da dile getirilmektedir:
“Antik hermeneutiğin merkezinde alegorik yorumlama problemi yer alır. Problem oldukça eskidir. Hyponoia (art veya üst anlam), alegorik yorumlamanın anahtar sözcüğüdür. Burada amaç, sözel ve sıradan anlamın ardında veya üstünde
bulunduğu varsayılan esas anlamı ortaya çıkarmaktır.”
Dipnotlar:
– Heidegger felsefeyi yorum olarak görür. Felsefi hermenötiği hermes ile ilişkilendirir. Ona göre Hermes, Kaderin mesajını getirmektedir. Hermeneuein ise, mesaj yüklü bir şeyi, mesajın yerine konabilecek derecede açıklamaktır… Böylece bu modern kavramlar, yani ‘hermeneutics’ ve ‘hermeneutical’ ın asılları, yunancada en eski köklerine inildiğinde ‘anlayışa sunma’ sürecini ön plana çıkarır.
– hermeneuein ve hermeneia’nın antik çağda kullanılan üç temel anlamı şöyledir:
1- Kelime şeklinde seslice ifade etmek, yani söylemek
2- Açıklamak
3- Tercüme etmek
1- ‘Söylemek’ anlamında hermeneuein
-Sunuş stili olarak da ifade edilir. ‘ Yorum kelimesinde bulunan nuansı, bir sanatçının şarkıyı yorumlamasına veya bir yönetmenin senfoniyi yorumlamasına işaret ederken belirtiriz. Benzer şekilde sözlü ifadeler veya şarkı söyleyişleri bir yorumdur.
– Sözlü dilin güçleri bize yazı dilinin zayıflıklarını hatırlatmalıdır. Yazı dili, konuşma dilindeki temel ‘etkileyicilik’ özelliğinden yoksundur.
– Dilin yazıya geçmesi onu sağlamlaştırmış, korumuş, ona süreklilik vermiş ve tarih (ve edebiyatın) temeli oluşmuşsa da aynı zamanda onu zayıflatmıştır da.
– Yazı dili konuşma dili şekline dönmeyi ve kaybettiğini geri almayı öngörür.
– Dili yazıya dökmek, aktif gücünden ayırmak, konuşmaktan kendisini uzaklaştırmak demektir. Yani dilin yabancılaşması (Selbstentfremdung der Sprache)
– Dil Almancada ‘Sprache’ demektir. Sprache temel şekli konuşmaya işaret etmektedir.
– Sözlü yorum iki yönlüdür : Bir şeyi ifade edebilmek için onu anlamak zorunludur, öte yandan anlamanın kendisi yorumlayıcı bir okuyuştan-ifade edişten kaynaklanmaktadır.
– Bir kural olarak ifade edersek: Sessizce okunan her edebi metin, sözlü yorumun maskelenmiş bir şeklidir.
– Hızlı ve sessiz okuma matbaa ile gelen modern bir olgudur. Bizim hız merkezli çağımız, ‘hızlı okuma’ özelliğini de oluşturmuştur; çocukların okumayı öğrenmesi konusunda kelimelerin içten seslendirilmesini ortadan kaldırmaya uğraşırız, halbuki bu önceki çağlarda gayet normaldi.
-Yokluktan varlık alemine çıkan dil, işaretten değil sesten ibarettir. Dil görsel şekillere – yani sessiz mekan dünyasına- indirgendiği zaman ifade gücünün (ve dolayısıyla anlamının) bir kısmını yitirir. Bu açıdan teoloji ve edebiyat yorumları yazıyı tekrar konuşmaya çevirmek zorundadır.
– Bu çevirmeyi sağlayacak anlama kuralları modern hermenötik teorinin büyük bir bölümünü oluşturmaktadır.
2- ‘İzah etmek’ anlamında hermeneuein
– izah etmek, aklileştirmek, açıklamak
– izah etme daha yalın bir açıklamanın veya yorumun, hatta bir kişinin bir nesneye yönelmesi ile ortaya çıkan bir yorumun bağlamı içerisinde incelenmelidir. İzah etmek mutlaka nesnel analiz araçlarına dayanacaktır, ama uygun araçların seçilmesi zaten anlama işinin bir yorumu demektir. Analiz bir yorumdur; analize ihtiyaç duyma hissi de bir yorumdur.
3- ‘Çeviri’ yapma anlamında hermeneuein
– Dil, kültürel deneyimin toplandığı bir hazinedir.
– Mitten arındırma projesi olarak – Alman teoloğu Rudolf Bultmann’ın hala tartışılmakta olan Projesi –
Yeni ahitteki mesajlardan mitleri ayırarak modern yorumlama projesi. Hiçbir modern insanın inanamayacağı kozmolojik ‘ mit’ten temel mesajı ayırma gayreti.
– Tercüme fenomeni hermenötiğin kalbidir. Tercüme esnasında kişi, gramer, tarih ve diğer araçlardam istifade ile metnin manasını bir araya getirmeye ve antik bir metnin şifresini çözmeye yönelmekle karşı karşıya gelir.
– Daima iki dünya mevcuttur; Metnin dünyası ve okuyanın dünyası. Ve buna bağlı olarak da birisini diğerine tercüme etmesi için Hermes’e ihtiyaç vardır.
2. Ortaçag hermeneutiğin üstlendiği işlevler
Antik yunan dünyasında öne çıkmış olan alegorik yorumlama yöntemi, Hristiyanlığın başlangıç döneminde dini metinlerin, özellikle de İncil’in yorumlanmasında tercih edilen bir yöntem olmuştur. Bu yöntemin tercih edilmesinin sebeplerini, Orta Çağ düşünce sistematiğinin metnin düz anlamının derin anlamıyla olan ilişkisini insan vücudunun insan ruhuyla olan ilişkisine benzetme eğiliminde bulabiliriz. Bu benzetmeye göre, nasıl ki bir insanın fiziksel görüntüsü onun gerçekte kim olduğunun anlaşılması için fazla bir anlam ifade etmezse, tanrının sözlerini içerdiği kabul edilen bir metnin düz (görünürdeki) anlamı da, o metnin gerçek anlamı olarak kabul edilemez. Alegorik bir açıklamaya ihtiyaç duyulmasının temel nedeni metnin kelime anlamı dışında aslında daha mistik bir anlam, daha derin bir “hakikat” içerdiğine ilişkin düşüncedir.
Martin Nguyen’in ifadesiyle tefsirin köklerini kazdığımızda karşımıza Yunan etimolojisi ve mitolojisi belirecektir. Çünkü Antik Dönemin alegorik yöntemi, bütün bir Orta Çağ dönemi boyunca ağırlığını hissettirmiş, tefsir ve hermeneutiğin amacı addedilmiş, hatta bunlarla özdeş tutulmuştur. Orta Çağ düşünce sistematiği, bazı noktalarda Antik Yunan düşüncesinden ayrılıklar gösterse de, Antik Yunan düşüncesinden alınan, anlaşılmak istenen şeyi, örtük, alegorik anlamından kurtarıp asıl anlamını ortaya koyma amacı, temelde hiç değişmemiştir.
Bu döneme bir göz attığımızda, hermeneutik gelenek içerisinde, Philo, Origenes, J. Cassinus gibi düşünür ve teologların öne çıktığını görmekteyiz.
Hermeneutik üzerine sistemli çalışmalar yapan isim, Teologlar Okulu’nun kurucusu olan Origenes’tir. Origenes özellikle İncil’de bildirilen olayları anlamlandırıp yorumlamak gerektiğini ileri sürmekle, teolojik hermeneutiğin de kurucusu olmuştur. Öte yandan, Origenes’in yöntemi İncil’de yer alan her bir harfin arkasında bir sır, bir derin anlam arayacak kadar ileri gitmesine rağmen, hem yöntemin ortaya çıktığı dönemde oldukça etkili olmuş, hem de Orta Çağ hermeneutiğinin en önemli başarısı olarak kabul edilen “yazının dört anlamı” kuralının geliştirilmesinde yol gösterici bir işleve sahip olmuştur.
Bu dönemden sonra kutsal metinlerde kelime anlamı, alegorik anlam, ahlâkî anlam ve yüksek (anagojik) anlam olmak üzere dört çeşit anlam aranmıştır. Neticede, hermeneutiğin Orta Çağ boyunca teolojik bir hermeneutik içerisinde işlenmesinin temellerinin bu isimler tarafından atıldığını söylemek mümkündür.
Yüzeysel bir analizle dahi, Antik Yunan’da Hermes’in yaptığı işin, Orta Çağda kilise babaları ve din adamlarının tekeli altına girdiğini görmek mümkün. Daha önce tanrıların sözleri yine bir başka tanrı tarafından yorumlanmaktaydı. Orta Çağda ise her ne kadar kendileri tanrı olmasalar da, özellikle kilise ve çevresi, tanrının sözlerini yorumlama noktasında kendini en üst otorite kabul etmekte ve her türlü farklı yoruma şiddetle karşı çıkmaktaydı.
Yaklaşık olarak on dört yüz yıl boyunca süren bu hâkimiyet, ilk kez Martin Luther ve diğer reformistlerin kutsal metinlerin anlaşılmak için yeterli olduklarını iddia etmeleriyle birlikte ciddi sarsılmalar yaşamaya başlamıştır. Martin Luther kendi tezini kanıtlamak adına İncil’in çevirisini yapmıştır. Dikkat edilecek olursa, Luther’in eylemi, hem kilise otoritesine hem de yüz yıllardır merkeze alınan alegorik anlayışa karşı da bir başkaldırı niteliğindedir. Luther’in ve genel olarak metinleri anlama ve yorumlamada kilise otoritesi ile geleneğe dayanan Katolik düşüncesine karşı bir tepki olarak reformistlerin ortaya çıkışı hermeneutik tarihinde önemli adımların atılmasına yol açmıştır. Dahası, hermeneutik, reformasyonun kutsal yazıları
kendine döndürme hareketiyle birlikte yeni bir ivme kazanmıştır. Reformcular kilise öğretisi geleneğiyle polemiğe girmişler ve kutsal metinleri hermeneutik yöntemlerle ele almışlardır. Özellikle alegorik yöntem bir yana bırakılmıştır. Böylece nesnel, konuya doğrudan yönelen, her türlü öznel keyfîlikten arınmış olmak isteyen yeni bir yöntem bilinci yeşermiştir.
Reformistlerin, kutsal metinlerin “kendi başlarına yeterliliği” tezini, yani onların doğrudan anlaşılabilen ve çelişkiler arz etmeyen bir yapıya sahip olduğuna dair iddialarını doğrulamak için yoğun çaba sarf ettikleri görülmektedir. Bu bağlamda en dikkat çekici adımı, Clavis Scripturae Sacrae adlı eseriyle Protestan düşünür Matthias Flacius Illyricus atmıştır. Burhanettin Tatar’ın bildirdiği gibi, bu eserde Flacius’un ileri sürdüğü iki temel iddiadan biri şudur: Kutsal metinlerin doğru bir şekilde anlaşılamamış olması, kilisenin bu metinleri anlaşılabilir kılmak için haricî bir yorum getirme hakkını değil, sadece önceki yorumcuların eksik bilgiye ve yetersiz bir yorum anlayışına sahip olduklarını ima eder. İyi bir linguistik ve hermeneutik hazırlık bu eksikliği giderebilir. Flacius’un Luther ve diğer reformistlerin görüşlerine paralel bir diğer iddiası şudur: Kutsal metinler kendi içlerinde tutarlılık ve süreklilik arz etmektedirler. Bu durumda her bir cümle ya da pasaj bu metinlerin bütünlüğü açısından ele alınmalı ve açıklanmalıdır. Flacius’a göre İncil’in anlaşılması zor sanılan bölümleri dahi, kilise aracılığına ihtiyaç duymadan metnin kendi yapısı içinde anlaşılabilir. Flacius ve diğer reformistlerin çalışmaları adeta hermeneutiğin bir diğer dönüşümünün habercisi gibidir, ama hermeneutiği dönüştürecek olan asıl gelişme hâlâ eksikti.
Bir yorum kuralları dizgesi olarak hermeneutik ile bu yorumun eylemi olan tefsirin belirgin bir şekilde ayrıldığını, J. C. Dannhauer’in 1654’te basılan Hermeneutica Sacra Sive Methodus
Exponendarum Sacrarum Litterarum adlı kitabında görmekteyiz. “Hermeneutiğin yorum metodolojisi olarak exegesis (tefsir)den ayrıldığı bu kitabın başlığından da anlaşılmaktadır. Yorum eylemi (exegesis) ile onu yöneten kurallar, yöntemler ve teoriler (hermeneutik) ayrımı bu ilk kullanıma dayanmaktadır.
Hermeneutik hem teolojide, hem de tanımın daha genişletildiği sonraki dönemlerde, kutsal metin dışı edebiyatta bir temel olarak kullanılmaktadır. Bu kullanım tarzı, hermeneutiğin
belirli bir tarihsel dönemin ihtiyaçlarına ışık tutmak üzere köklü bir dönüşüm geçirdiğini göstermektedir.
Hermeneutiğin, metinde yer alan asıl anlamın ortaya çıkarılması adına takip edilmesi gereken bir kurallar dizgesi olarak ortaya çıkmasında reform hareketi ve aydınlanma düşüncesi aynı ölçüde etkili olmuştur. Reform hareketiyle, yorum kuralı olarak yorumun kendisinden ayrılan hermeneutik, aydınlanma düşüncesiyle birlikte, felsefi bir yönelim içerisinde “anlam”ın kendisine kanalize edilmiştir. Böylesi bir anlayışla yoğrulan bir dönemde, özellikle Friedrich Ast ve Christian Wollf gibi düşünürlerin, hermeneutiğe ilişkin açılımlarının, Friedrich D.E. Schleiermacher öncesi evrensel hermeneutiğe giden yolda önemli bir aşama teşkil ettiğini görmekteyiz.
Şimdi kısaca bu iki düşünürün hermeneutik anlayışları üzerinde durarak, Schleiermacher felsefesine doğru ilerleyelim.
Dipnotlar:
-18.yy da rasyonalizmin gelişmesi ve ona bağlı olarak klasik filolojinin ortaya çıkışı kutsal kitap hermenötiğine köklü bir tesirde bulunmuştur.
– Örn: 1761 yılında çıkan hermenötik klavuzda Ernesti:
‘ Kutsal metinlerin kelime anlamının diğer kitaplardaki anlamları çıkardığımız yolla belirleneceğini ‘ iddia etmiştir.
– Spinoza, ”Kutsal kitap yorumunun normu sadece herkese şamil olan akıl ışığı olabilir .”
– Lessing, ” Tarihteki tesadüfi gerçekler aklın zorunlu gerçekleri için asla bir delil olamazlar.”
– Kurt Frör, ” Kutsal kitabın iddialarının aklileştirilmesi. ”
– Kutsal kitap, kişinin zaman içerisinde aklını kullanarak karşılaşamayacağı hiçbir gerçekten bahsetmez. O, zamandan önce nazil olmuş akli ve ahlaki gerçekliktir.
– O halde tefsir işi tabii aklın aletlerini kullanarak derinliğine metnin içerisine girmek ve yeni Ahit yazarları tarafından kastedilen ama farklı tarihi dönemlerde gizlenen yüce ahlaki gerçeklikleri bulmaktır.
– Onlara göre ihtiyaç duyulan şey, eserin ardındaki ruhu (Geist) kavrayacak ve aydınlanmış aklın kabul ettiği ifade kalıplarına çevirecek gelişmiş bir tarihi anlayıştır.
– Gadamer, ” Eski ahitte (Tevrat) kutsal tarih olarak vahyedilmiş olan yahudi halkının özgül tarihi ile İsa’nın yeni Ahitteki (İncil) evrensel vahyi arasında ortaya çıkan uyuşmazlık ve gerilim” çözülmesi gereken bir sorundu.
– Kitabı Mukaddes çevirisi bağlamında yaşanan bir sorun da şu olmuştur; ”Sözgelişi, Meksika yaylalarındaki Kızılderililer için yapılmış bir Kutsal kitap çevirisinde, çevirinin okurları denizi tanımazlar düşüncesiyle, İsa’nın yürüyerek deniz üzerinden değil, bir bataklık üzerinden geçtiğini söylemek gerekmiştir. Eskimolar için yapılmış çevirilerde ‘Tanrım, bugünki ekmeğimizi ver bize’ yakarışı, Eskimolar ekmek tanımadığı için, ‘bugünki balığımızı ver’ diye aktarılmıştır. İsa’nın sanlarından biri olan ‘Tanrı’nın kuzusu’ deyimi ise ‘Tanrının foku’ diye çevrilmiştir.
3. Friedrich Ast ve Friedrich August Wolf Düşüncesinde Hermeneutiğin
Görevleri:
Friedrich Ast (1778-1841)
Ona göre “hermeneutik, metnin “geistige” (ruhsal) manasını açığa çıkarma teorisidir.”
Geist, her türlü gelişme ve oluşun kaynağı olduğundan, bütünün ruhunun izleri bireysel unsurlarda da bulunur. Unsur, bütünden hareketle anlaşılır ve bütün de kendi parçalarının içsel uyumundan yola çıkılarak öğrenilir.O hâlde hermeneutiğin amacı, bir eseri, kendi içsel manasındaki gelişmeler, içsel unsurların birbiri ile ve o çağın daha kapsamlı ruhuyla olan ilişkileri yoluyla açıklamaktır.
Bu maksat, Ast tarafından üç anlama bölümü veya formuna ayrılmıştır :
1) “Tarihî”: eserin sanatsal, bilimsel veya genel içeriğiyle bağlantılı anlama
2) “Gramer”: dil ile bağlantılı anlama
3) “Geistige”: eseri yazarın ve o çağın topyekûn görüşü (Geist) ile bağlantılı anlama
Ast, anlama ile açıklama seviyeleri arasında bir fark görmez ve bahsedilen bu üç
anlama seviyesine paralel olarak üç çeşit açıklama seviyesinin de varlığını kabul
eder:
1) Harf hermenötiği (Hermeneutik des Buchstabens)
Hem kelime açıklamalarını (gramerle alakalı) ve hem de onların tarihsel konumla birlikte olgusal bağlamını içermektedir.
2) Sezgi hermenötiği (Hermeneutik des Sinnes)
Yazarın ve çağın ruhunu keşfetmeye yönelir. Örneğin Aristoteles’in kullandığı bir ifade, Platon’un çok benzer bir ifadesinden farklı bir anlam taşıyabilir ve hatta aynı eser içerisinde ifade açısından birbirine benzer iki pasaj, eserin tümü ile ilişkileri çerçevesinde farklı bir sezgiye veya anlama sahip olabilirler. Bu belirlemelerin karışıklığı sebebiyle, verilen bir pasajın manasını doğru olarak elde edebilmek için edebiyat tarihi, kullanılan muayyen eserin tarihi ve yazarın hayatıyla diğer eserleri hakkında bilgi sahibi olmak zorunludur.
3) Ruh hermenötiği (Hermeneutik des Geistes)
Eserdeki ana fikrini (Grundidee , temel kanı) , hayat görüşünü (Anschauung) , temel düşüncenin (Begriff) araştırıldığını görmekteyiz.
Ast’ın hermeneutiğe ilişkin izahları içerisinde en etkileyici ve orijinal olanlarından birisi anlama sürecini “yeniden oluşturma” olarak ele alma fikridir. Bu fikir bize, Ast’ın anlamayı yaratıcı bir sürecin tekrarı olarak gördüğünü belirtmektedir. Anlamaya dair bu bakış açısı temelde August W. Schlegel, Schleiermacher, Wilhelm Dilthey ve Georg Simmel’in görüşleriyle benzerlik arz etmektedir. Ast’ın açılımının hermeneutik açısından önemi, yorum ve yorumlama problemini, bilgi ve yaratıcılık süreçleriyle bağlamak olarak özetlenebilir.
Anlamanın “yeniden oluşturma” olarak ele alındığı bu düşünce ile hermeneutik, önceki dönemlerdeki filolojik ve teolojik hermeneutiği aşan önemli bir adım atmıştır.
Friedrich August Wolf (1759-1824)
August Wolf da Ast’a benzer açılımlarıyla hermeneutiğin boyutlarını genişletme amacına katkı sağlamıştır. Ast gibi Wolf da hermeneutiğin üç seviyesinden bahsetmektedir. Ama onun yaklaşımında üçüncü kademede Ast’ın “Geist” metafiziği bulunmamaktadır. Onunki daha ziyade pratik yönlüdür.
Nesneye göre kuralların değişmesi normal olduğundan, şiir, tarih veya hukuk için bir hermenötikten söz edilebilir. Wolf’a göre her kural, uygulama sonunda elde edilmelidir; o halde hermenötik teorik olmaktan daha ziyade pratik bir faaliyettir. O, kuralların bir birleşimidir.
Wolf’a göre hermenötiğin amacı ”bir yazarın yazılmış veya konuşulan düşüncelerini, yazarın elde edilmesini istediği tarzda elde etmektir.”
Yorum bir diyalogdur, yazarla olan bir diyalog. Bu arada o, bir eserin iletişim faliyeti olduğunu, hermenötiğin hedefinin mükemmel iletişim olduğunu, yani yazarın fikir veya konusunu onun alınmasını istediği şekilde almaktan ibaret bulunduğunu söylemekle psikolojizme düşmez. Wolf’un iddiasına göre yorumcu, bir başkalarına açıklayabilmesi için konuyu anlamaya ”zihinsel olarak hazır olmalıdır.” Yorumcu genel olarak başkalarının düşüncelerini kavrama yetisine sahip olmalıdır; onun ”kendisini farklı düşüncelere süratlice adapte edecek olan ruh aydınlığı” bulunmalıdır.
Diyaloğa, bir başka şahsın zihinsel dünyasına girmeye yeteneği olmadan açıklama – dolayısıyla da hermenötik – imkansızdır.
Hermeneutiğin üç seviye veya çeşidi: gramer, tarih ve felsefe yorumudur.
Gramerci yorum, yoruma yardımcı olabilecek her tür dil anlayışları ile ilgilenir.
Tarihsel yorum, sadece bir zamanda gerçekleşen tarihsel olaylarla değil, aynı zamanda yazarın hayatına dair olgusal bilgi ile de ilgilenir. Böylece yazarın “neyi bildiği” bilgisine ulaşmayı hedefler. Tabiatıyla, genel tarihî olaylar, hatta ülkenin fiziksel ve coğrafî özellikleri önemlidir. Kısacası, yorumcu imkân nispetinde tarihsel bilgiye sahip bulunmalıdır.
Felsefi yorum ise, diğer iki seviyeyi mantıksal olarak kontrol veya teftiş etmekle görevlidir.
Wolf’un düşüncesi hermeneutiğin felsefi karakterinin olgunlaşması, yani felsefi bir hermeneutiğin oluşması ve evrensel bir nitelik kazanması adına, Ast gibi, önemli katkılar sağlamıştır.
4. Schleiermacher’in Evrensel Hermeneutiği:
Friedrich Daniel Ernst Schleiermacher (1768-1834)
Teolog, Filozof ve pedagog olan Schleiermacher, genel bir hermenötiğin sınırlarını belirleyen ilk teorisyen olarak tanınır . O, bunu ” anlamanın sanatı ” olarak tanımlamıştır (Kunst des Verstehens).
Schleiermacher, hermeneutiğin alanını ne metinlerle sınırlar ne de antik çağın dünyasına ulaşma amacına hapseder. Hiçbir şey bilmediğimiz ya da tamamıyla aşina olduğumuz istisnaî durumlar dışında her yerde hermeneutik yapılmaktadır. Bütün bu hermeneutik yapma tarzlarının kuralları da birdir. Her bağlamda, her karşılaşmada hermeneutiğin kuralları aynıdır. Kısacası o artık evrensel bir nitelik kazanmıştır.
Schleiermacher’e göre “konuşma düşünmenin dışsal yanıdır”- hermeneutik düşünme sanatının bir parçasıdır. Bu yaklaşımıyla Schleiermacher, hermeneutiği felsefi alana çeker. Bununla birlikte o, konuşma sanatı olarak retorik ile düşünme (anlama) sanatı olarak hermeneutiğin doğal olarak dili anlama ve ona hâkim olma yeteneğini baştan varsaydığına işaret ederek, hermeneutiğin herkesin ilgi alanı içine girdiğini belirtir.
Hermeneutik, dili kullanma yeteneğimiz sayesinde her an gerçekleştirdiğimiz anlama olayı açısından evrensel bir tanıma ulaşmaktadır. Hermeneutiğin bu tanımı, onun teolojide, filolojide ve hukuk kaidelerinin açıklanmasında farklı farklı kuralların gereksizliğine atıfta bulunur ve her türlü anlama tarzının belirli kurallarla işlenebileceğini vurgular.
Hermenötiksel Döngü
Tam bir cümle bir birliktir. Tek bir kelimenin anlamını tüm cümle içerisindeki yerine bakarak anlarız; buna karşılık cümlenin bir bütün olarak anlamı, bireysel kelimelere dayanmaktadır.
Bundan hareketle, bireysel bir fikir, anlamının kendisinin de içerisinde bulunduğu bağlamdan veya ufuktan alır; öte yandan bu ufuk, kendisine anlam kazandıran unsurlardan oluşmaktadır. Bütün ile parçaları arasındaki bu iki yönlü etkileşme her bir taraf, diğerine anlam vermektedir. Bu durumda anlamak dairesel olmaktadır. Bunun adına hermenötiksel döngü denmektedir.
Schleiermacher, eser karşısında duran okuyucunun daima yanlış anlayabilme ihtimalinini taşıdığını ileri sürerek çözüm olarak sunduğu kurallar sayesinde bu problemi bertaraf edebileceği gibi eseri yazarından daha iyi anlayabileceğini savunur.
Schleiermacher’de bu kurallar şöyledir:
1) Gramatik yorumlama
2) Psikolojik yorumlama
1) Gramatik yorumlama
-Eserin dilini, cümleyi ve kelimeleri tarihsel boyutuyla incelemek, ele almak.
-Tek tek kelimelerle ilgilenip onları tanımlamayı amaçlar.
-Tek kelimeden yola çıkılarak, o kelime önce bulunduğu tümce bağlamında, daha sonra da bütün metin bağlamında gözlemlenir.
– Bu da yeterli olamayacağından dolayı, yazarın yaşadığı dönemle ilgili bilgiler ve metinde hitap ettiği okur kitlesinin de göz önünde bulundurulması gerekebilir.
– Böylelikle bu kriterlere dayanarak kelimenin anlamı konusunda bir daraltmaya veya sınır çizmeye gidilebilir. Çünkü çizilen sınırın alanı ne kadar daraltılırsa kelimenin asıl anlamına da o kadar yaklaşılmış olur.
-Bu işlemle amaçlanan, metnin nitelik, nicelik, içerik, ve anlatım tarzı açısından anlaşılmasını sağlamaktır.
2) Psikolojik yorumlama
-Gramatik yöntemde olduğu gibi, metin ilk etapta bir bütün olarak ele alınmayıp, her bir öğe öncelikle tek başına inceleme konusu yapılır.
-Her bir öğe (tümce) içinde yazarın amacının ne olduğu sorgulanmaya çalışılır ve böylesi bir belirtinin bulunduğu bir tümceye rastlanılması durumunda, bu tümce diğerleriyle karşılaştırılarak doğrulanır.
-Yorumlama aşamasına geçmeden önce yerine getirilmesi gereken koşullardan ilki yazarla onun sosyal ve tarihsel çevresi hakkında bilgi edinmenin gerekliliğidir.
-Yorumlama aşamasında ise, öncelikle yapılması gereken işlerin başında konunun ve kompozisyonun ortaya çıkarılması gelir.
-Konunun ne olduğunun ortaya çıkarılmasında eserin başının ve sonunun birbiriyle -karşılaştırılması ve uyumlu olup olmadıklarının görülmesi belirleyicidir.
-Schleiermacher kompozisyon özelliklerinin ortaya çıkarılmasında ise eserin benzer ve benzer olmayan başka eserlerle karşılaştırılmasını önerir.
Psikolojik yorumlama biçiminde, yazarı anlatması için harekete geçiren konunun bütünlüğü, örneğin bilimsel mi yoksa popüler mi olduğu, yazarın ana düşünceyi nasıl oluşturduğu ve okura nasıl yaklaştığı, kompozisyonu belirleyen asıl etkenlerdir. Psikolojik yorumlama
yönteminin gayesi, yaratıcı bir deha olan yazarın bağlam dünyasını açığa çıkarmak, onu yaratıcı yönünün eğilimlerini yakalamaktır.
Sanatçının ya da yazarın yarattığı eserle karşı karşıya kalan yorumcu, daha baştan Schleiermacher’da “yanlış anlama” ihtimali içerisinde tutulur. Hatta deha olarak kabul edilen yazar bile, yarattığı eseri belli kurallar dâhilinde yaratmadığından, kendisi de eserine yabancı kalabilir. Fakat bu yabancılık ya da okurda kendini belirginleştiren “yanlış anlama” kabulü
Schleiermacher’e göre, gramatik ve psikolojik yorumlama yöntemleri sayesinde bertaraf edilebilir. Dahası “yorumcunun eseri yazarından daha iyi anlaması” da mümkün hale gelebilir. Bu anlama tarzı için gramatik ve psikolojik yorumlama tarzında dile getirilen, yazarın bağlam dünyasına inme zorunluluğu, Schleiermacher’de “aynîleşme” görevi ile de ifade edilmektedir.
Schleiermacher, amacın bir yazarın kendisini anladığından daha iyi anlamak olduğunu öne sürer. Böylelikle o, anlama eylemini üretimin yeniden inşası olarak görür. Bu kaçınılmaz şekilde yazarın bilincinde olmadığı birçok şeyi bilinç alanına çıkarmak zorundadır.
Bu modelden karşımıza şu sonuç çıkar: “Bir şey yaratan sanatçı, yarattığı şeyin donanımlı yorumcusu değildir. Bir yorumcu olarak o, eserinin yalnızca alıcıları durumundaki kişiler üzerinde hiçbir otomatik otoriteye sahip değildir. O kendi eseri hakkında düşündüğü ölçüde eserinin okuyucusudur. Okuyucu olarak kendi eserine yüklediği anlam standart oluşturamaz.” Görüldüğü gibi Schleiermacher o güne kadar hiç yapılmayan bir şeyi gerçekleştirir: Okuyucuya söz hakkı verir. Dahası, okuyucuya eser karşısında üstünlük talebinde bulunma hakkını bahşeder.
Schleiermacher temelde dil merkezli bir hermenötiği savunmaktadır. Ona göre hermenötiğin görevi ” iki farklı noktadan hareket eder: Dili anlamak ve konuşmacıyı anlamak. ”
Schleiermacher’in genel Hermenötik Projesinin önemi
Dil içerisindeki herhangi bir oluşu anlama sanatıdır..
Hermenötiğin bir çocuğun yeni bir kelimenin manasını elde ederken kullandığı yol ile aynı şey olduğunu ifade etmektedir. ” Jedes Kind kommt nur durch Hermeneutik zu Wortbildung.”
Schleiermacher modern hermenötiğin genel bir çalışma olarak kabulünde haklı olarak üstat kabul edilmektedir.
Joachim Wach, 19.yy’ın sonlarında pek çok disiplinlerde ve düşünce akımlarında hermenötik kuramcıların Schleiermacher’in hermenötik düşüncesine borçlu olduğunu ve 19.yy’ın Almanyadaki en önemli teorilerin onun izini taşıdığını söylemektedir.
Wilhelm Dilthey (1833-1911)
Tin bilimleri (Geisteswissenschaften) olarak Hermeneutik
Rheinland’da protestan bir rahibin oğlu olarak dünyaya gelir. Berlin üniversitesinde tahsil görür. Daha sonra, 1882 de tahsil gördüğü bu üniversiteye Profesör olarak geri döner ve ölümüne kadar orada ders verir.
Kültür tarihçisi ve filozofu olarak, ”yaşam felsefes”nin ünlü temsilcisi, ”ruh tarihi” ekolünün kurucusu olarak anılmaktadır. Eserleri felsefe, tarih, etik, estetik, pedagoji ve genellikle insani bilginin çeşitli alanlarını kapsayan düşünür ”Batı’ nın son dahi filozofu”, ”Yirminci yüzyılın Hegel’i” gibi isimlerle anılmıştır. Onun ”hayat felsefesi”, ”Tarihi zekanın eleştirisi”, dünya görüşü tipleri hakkında öğretisi dahil hermeneutika teorisi yirminci yüzyılda Batı felsefesini ve sosyolojisini, özellikle egzistansiyalizmi , felsefi antropolojisini ve tarih bilimini güçlü biçimde etkilemiştir.
1834’de Schleiermacher’in ölümünden sonra genel bir hermenötik geliştirme projesi yavaşlamış, değişik yönleriyle hermenötiksel problem, farklı alanlarda bir çok büyük zihni meşgul etmişti. Ama meseleyi ele alış tarzı, anlama sanatı olarak genel bir hermenötikten ziyade, bir özel disiplin sınırları içerisine geri dönerek tarihsel, dilsel veya hukuksal yorum haline dönmüştür.
Hermeneutik ve Tin Bilimleri, adlı yapıtında, doğa bilimleri ile beşeri bilimlerini (Geisteswissenschaften) birbirinden ayırarak beşeri bilimlerine bağımsızlık kazandırma isteğini ifade eden Dilthey’in amacı, beşeri bilimlerinin doğa bilimleri karşısındaki sınırlarını çizmek ve beşeri bilimlerin felsefi temellendirmesini yapmaktır! Doğa bilimleri insanlardan bağımsız bir fiziksel dünyayı sistematize etme ve açıklama yoluna giderken, Dilthey’in beşeri bilimleri olarak ortaya koyduğu alan, insana ait dünyayı anlamayı amaçlar! Dilthey’ın doğa bilimlerinden farklı bir yere konumlandırmak istediği beşeri bilimler, aslında doğa bilimlerini olanaklı kılan tarihsel ve toplumsal bütünlüğü ifade eder! Beşeri dünya, toplumsal etkinliklerin dünyasıdır ki bu dünya açıklanmayı değil, öncelikle anlaşılmayı bekler! Dilthey için ”anlama” ise, ”bir çocuğun algılamasını anlamaktan Shakespeare’in Hamlet’ini veya Kant’ın Salt Aklın Eleştirisi’ni anlamaya kadar uzanır!”
Bir yaşam filozofu olan Dilthey’a göre yaşamın kendisi de, onun bir parçası olan insan da ancak yaşamın içinden bir bakışla yakalanabilir.Yaşamı rasyonel açıklamalarla ele almanın, onu yalnızca kendi bütünlüğünü yansıtmayan bir parçaya indirgemek anlamına geleceğini düşünen Dilthey’ın Comtecu pozitivizme eleştirilerini de bu doğrultuda ele almak gerekir. Doğa bilimleri ve beşeri bilimleri arasında ayrım yapan ve bu bilimlerin yöntemlerini sorgulayarak bir anlama kuramı geliştirmeyi amaçlayan Dilthey’a göre, doğa bilimlerinin güdümündeki bakışla, insan gerçekte olduğundan farklı ele alınmış ve eksik değerlendirilmiştir. İnsanı diğer özelliklerinden yalıtarak sadece akıl sahibi bir varlık olarak ele alan anlayışı eleştiren Dilthey, insana ilişkin yapılan bu değerlendirmenin hatalı olduğunudüşünür. Bu eleştiriyi getirirken aklı küçümsemeden ve aynı zamanda yüceltmeden ele almaya çalışan Dilthey, aklın insan için ne kadar önemli ve büyük bir güç olduğunun elbette farkındadır. Fakat böyle bir güce sahip olmak, Dilthey’a göre bu özellik üzerine yoğunlaşarak aklı tek güç kabul etmeyi gerektirmez.
Dilthey’i hermeneutik ile uğraşmaya iten sebepleri anlamak, onun doğa bilimleriyle beşeri bilimleri arasına yerleştirdiği ayrımın daha detaylı bir şekilde incelenmesini gerektirir. Bu ayrımın anlaşılması da, Dilthey’in çağına hâkim düşünce tarzlarına değinmeyi zorunlu kılar. Bütün bir 19. yüzyılda etkisini hissettiren, aydınlanma düşüncesinin beslediği pozitivist bilim paradigmasının, sadece doğa bilimleri için değil, bilim olma arzusunu barındıran sosyal bilimler için de arzu edilir bir yöntem olduğunu görmekteyiz. Bilimselliğin ölçütünün pozitivist bilim paradigmasının uygulanmasından geçtiğine inandırılan her disiplin, araştırma nesnesine olan uygunluğunu sorgulamadan bu anlayışı kendisine şiar edinmiştir. “Böyle olunca insani ve toplumsal olaylar, ya hukuk, politika öğretisi gibi ‘normatif’ (kural koyucu) disiplinlerin konusu yapılmış veya çağlar boyunca bir türlü ‘bilim’ statüsü tanınmayan ve daha çok yarı edebî, yarı ‘bilimsel’ bir yazıcılık türü sayılan tarihe bırakılmıştır; ya da en son olarak, insani toplumsal olaylar, Comte’un pozitivizmi elinde, ‘doğa bilimi’ni örnek alan ve sözcük kökeniyle olduğu kadar konusuna uygun olmayan yöntemleriyle de ‘melez’ olanbir ‘sosyoloji’ye bırakılmıştır.”
Dilthey’in amacı, beşeri bilimlerinin doğa bilimleri karşısındaki sınırlarını çizmektir. Doğa bilimleri insanlardan bağımsız bir fiziksel dünyayı sistematize etme ve açıklama yoluna giderken, Dilthey’in beşeri bilimleri olarak ortaya koyduğu alan insana ait dünyayı anlamayı amaçlar.
Bilmek, kişinin içsel hayatının temelde tarihsel olan bağlamından ayrılabilir gibi muamele görmüştür. Halbuki gerçekte biz, geçmiş şimdi ve gelecek bağlamında, hislerimiz, ahlaki zorunluluklar ve emirler çerçevesinde algılar, düşünür ve anlarız. Yaşanmış tecrübelerde bulunan anlamlı unsurlara dönmeye çok ihtiyaç vardır.
Dilthey, hayatın ”tarihsel bir gerçek” olduğunu söylerken Hegeli takip etmiştir.
Dilthey’in metafizik karşıtı düşüncesini, duyularla algılanan dünyanın sadece görüntü olarak alınmasını reddederken hissedebiliyoruz: ” Hayatın ötesine düşünce gidemez.” Hayat kategorileri aşkın gerçeklik içerisinde değil, yaşanan tecrübe gerçekliğinde mevcuttur.
Dilthey’e göre tarih, sonsuz hedef veya bağımsız ruhun bir gösterimi olmayıp, bizatihi hayatın bir ifadesidir. Hayat, bağımlıdır ve kendisini pek çok şekil içerisinde ifade eder; insan tecrübesinde o hiçbir zaman bağımsız olamaz.
” Beşeri Bilimler” Karşısında ”Tabiat Bilimleri”
Dilthey şöyle der: ” [Bir kişi diğerini anlarken] gerçek bir yer değiştirme söz konusu olduğu için, yani düşüncenin, benzerlik ve evrenselliği önceden hayal edip bir sosyal-tarihsel dünya oluşturabildiğinden dolayı insandaki içsel olay ve süreçler, hayvanlarınkinden ayrılmaktadır.”
Böyle bir yer değiştirme, sadece bizim zihinsel tecrübemizle diğer şahısta olan arasında bir benzerlik bulunduğunda gerçekleşebilir. Bu fenomen aynı zamanda bizim kişisel deneyimimizin en derin noktalarını başka bir şahısta bulma imkanını da ön plana getirmektedir. Bu karşılaşma ile içsel dünyanın daha iyi bir şekilde keşfedilmesi söz konusu olur.
Dilthey: ” Tabiat ve beşeri bilimler arasındaki fark, bir özel yolla bilme’ye göre değil içerik ayrıcalığına göre belirlenmektedir.” demektedir.
Tabiat bilimleri, tabiat bilimi olmaktan vazgeçmediği sürece zihinsel olayları (geistige Tatsachen) kullanamaz. Beşeri bilimler ise, fiziki gerçeklikleri kullanabilir, ama dış dünya sadece insanın duygusu ve isteği ile bağlantılı olarak ele alınır ve olgular da davranışı etkilediği ve insani maksatlara yardımcı veya engel olduğu sürece önemlidir.
Dilthey, beşeri çalışmalardaki anahtar kelimenin ”anlamak” olduğuna inanmaktadır. Açıklamak bilimler içindir, ama içi ve dışı birleştiren bir fenomene yaklaşmak ise anlamaktır. Bilim tabiatı açıklar, beşeri çalışmalar ise hayata dair ifadeleri anlar. Dilthey”in iddiasına göre, bilimlerin indirgemeci nesnelliğinden ayrılıp ”hayatın”, insan deneyiminin bütünlüğüne döndürmesi için bir anlama metodolojisi oluşturmak zorundadır.
Dilthey’in Hermenötik formülü
Dilthey: ” Bir bilim, ancak, onun incelediği nesne bize hayat, ifade ve anlama arasındaki sistematik bir ilişkiye dayalı bir süreç ile sunuluyorsa, beşeri çalışmalara dahildir.” demiştir.
Burada ”deneyim – ifade – anlama” kendi başlarına anlaşılamaz. O nedenle bu kavramları ayrı ayrı incelemek gerekir.
Deneyim
Almancada iki kelime vardır, deneyim anlamında ;
Erfahrung ve Erlebnis
Erfahrung: Genel olarak deneyimi ifade eder. Bir kişinin hayata dair kendi deneyimine atıfta bulunması.
Erlebnis: Erleben(tecrübe etmek, özellikle kişisel konularda) den türemiştir. Yaşamak (Leben) fiilinin akrabası olup, hayatın bizim onunla karşılaştığımızdaki çabukluğunu ifade eden etkili bir kalıptır. Yaşanmış tecrübe.
Deneyim, aslında kendisini algılama ve anlamadan(innewerden) ayırmaz. Erlebnis, bizim ”hemen yaşanmış deneyim” diyebileceğimiz hayatla olan doğrudan bir teması temsil eder.
Deneyim(Erlebnis) durağan bir nesne olmayıp, aksine o anlam bütünlüğü içerisinde ve ”anlam” bağlamı çerçevesinde, hem geçmişi bir araya getirmeye ve hem de gelecekten ümitli olmaya ulaşma ve onu kuşatma eğilimindedir. Geleceğin ne olacağına dair beklenti olmaksızın anlam tahayyül edilemez, yine geçmişin sunduğu materyalden de kendisini müstağni sayamaz.
Deneyim aslen geçicidir (ve kelimenin daha derinlerinde bu, tarihsel anlamına gelir) ve bu açıdan deneyimi anlamak da aynı şekilde geçici(tarihsel) düşünce kategorileri içerisinde olmalıdır.
Tarihsellik geçmişe veya bir kişiyi ölü fikirlere mahkum edecek gelenekçi zihniyete odaklanmak anlamına gelmez. Tarihsellik (Geschichtlichkeit) az önce açıkladığımız gibi temelde insan deneyiminin geçiciliğinin ifadesidir. Buna göre şu anı, geçmiş ve gelecek çizgisinde anlayabiliriz.
İfade
Ausdruck – ”ifade” olarak tercüme edilebilir.
Dilthey için bir ifade, temelde bir şahsın fiillerinin şekillenmiş hali değil, ” hayatın bir ifadesidir”. Bir ifade herhangi bir fikre, kanuna, sosyal forma, dile, insanın içsel hayatının izlerini yansıtacak herhangi bir şeye işaret edebilir. Aslen o, hissin bir sembolü değildir.
Anlama
Anlama (Verstehen), zihnin başka birisinin ”zihnini” (Geist) kavradığı eylemi anlatmak için belirlenmiştir.
Biz, tabiatı açıklarız; anlamamız gereken insandır.
Anlamak, sadece bir düşünme eylemi değildir, aynı zamanda o yer değiştirme ve başka bir kişinin yaşanmış tecrübesinde karşılaştığı dünyayı yeniden tecrübe etmektir.
Dilthey’in Hermenötiğinde Tarihselliğin Anlamı
Dilthey defalarca insanın ”tarihsel bir varlık” (ein geschichtliches Wesen) olduğunu ifade etmiştir. Burada ”tarihsel” kelimesi neyi ifade etmektedir?
Tarihsellik(Geschichtlichkeit) iki anlama gelir:
1) İnsan kendisini içe bakış yoluyla değil hayatı nesnelleştirmek suretiyle anlar. ” İnsanın ne olduğunu sadece tarih ona söyleyebilir.” Diğer bir ifadeyle kişinin kendisini anlaması doğrudan değil dolaylıdır; bu anlayış, geçmiş dönemlerde oluşturulmuş ifadeler arasından hermenötiksel bir dönüş yapmalıdır. Tarihe bağlı olduğu için o, temelde ve zorunlu olarak tarihseldir.
2) İnsan tabiatı, sınırlandırılmış bir cevher değildir. İnsanoğlu kendi tabiatının ne olageldiğini kavrayabilmek için nesnelleştirmesi esnasında sadece zaman duvarı üzerinde resim yapmamaktadır. Bunun aksine, diğer bir hayat filozofu Nietzsche ile aynı fikirde olan Dilthey’e göre, insan ”henüz -belirlenmemiş-canlı” (noch nicht festgestellte Tier)dır; bu canlı kendisinin ne olduğunu henüz belirlememiştir. Dahası o sadece bunu anlamaya da çalışmamaktadır; kendisinin ne olacağına henüz karar vermemiştir. Onun ne olacağı konusu, kendisinin vereceği tarihsel kararları beklemektedir. Yeni bitmiş bir geminin dümencisi olmaktan ziyade o geminin mühendisi durumundadır.
Hermenötik teoriye göre insan, sürekli geçmişi yorumlamaya bağlıdır. Bu sebeple insanın, kendisini her zaman kendi fiil ve kararlarında mevcut bir mirası ve geçmişten tevarüs eden paylaşımlı bir dünyayı yorumlamak suretiyle anlayan ”hermenötiksel canlı” olduğunu söyleyebilir.
Hermenötiksel Döngü ve Anlama
Anlamanın işleyişi Dilthey’e göre daha önce Ast ve Schleiermcher tarafından anlatılan hermenötiksel döngü kuralları çerçevesinde gerçekleşmektedir. Bütün, anlamını parçadan almakta, aynı şekilde parçalar da ancak bütüne referansla anlaşılabilmektedir. Burada Dilthey’in vurguladığı kavram ”anlam”dır: Anlam, anlamanın bütün ile parçalar arasındaki karşılıklı temel ilişkisinde kavradığı şeydir.
Dilthey, “modern tarihsellik düşüncesinin babasıdır.” Onun, transendental Ben olarak bağımsız ve salt bir bilinç olmadığını, tam tersine bilincin tarihsel olduğunu ve öyle kaldığını, dolayısıyla bilincin insanın tarihsel yaşam içindeki konumuna ve durumuna bağımlı olduğunu gösteren çalışmaları, Martin Heidegger üzerinde derin izler bırakmıştır. Heidegger, Edmund Husserl’ı ve Hegel’in spekülatif idealizmini protesto ederken, Batı felsefesine damgasını vuran Grek tipi düşünme tarzına önemli bir darbe indirmiş olan Dilthey’in bu çalışmalarından
ilham almıştır. Dilthey’in tarihsellik kavramından büyük ölçüde etkilenen Heidegger bu kavramı, “insani varoluşun kökten zamanlılığı” olarak tanımlayarak kendi “varoluşçu hermeneutik”inin merkezî kavramı yapmıştır. Yani, Dilthey’ın tin bilimleri metodolojisi olarak kurgulamış olduğu hermeneutiğin, Heidegger’de varlığın (Dasein) varolma tarzı olarak ele alındığını görmekteyiz.
Heidegger (1889-1976) ve Ontolojik- Varoluşçu Hermeneutik
Heidegger, varlığın kendisini nasıl ifade ettiğini inceleme konusu yapar. Bu durumda, kalkış noktası epistemolojik değil ontolojiktir. Dilthey, Batı felsefe geleneğinin “ratio” merkezciliğini sert bir dille eleştirir, fakat çıkış noktasını yine epistemolojik düzeyde yapar.
Heidegger bu noktada Dilthey’den çok daha radikaldir. O, epistemolojiyi, (aklı ya da duyumu, özneyi ya da nesneyi) önceleyerek varolanı açıklama yoluna gitmez. Her şeyden önce varlığın kendisi ile ilgilenir. Heidegger’e göre, “varlık, kavramların en tümelidir”, “varlık kavramı tanımlanamaz”, “varlık kavramların en kendiliğinden anlaşılanıdır” gibi kabuller yüzünden binlerce yıl hiçbir düşünür varlık sorununa derinliğine bir inceleme yapma gereği duymamıştır. Descartes bile “cogito ergo sum” derken, “sum”u göz ardı etmiştir.
Descartes’ten beridir tüm filozoflar dış dünyanın varoluşunu kanıtlamaya çalışmışlardır. Kant hiç kimsenin bunu başaramamış olmasının bir skandal olduğunu söyler. Hâlbuki Heidegger’e göre asıl skandal “bahse konu olan kanıtın hâlihazırda verilmemiş olması değil,
durmadan bu tip kanıtların beklenmesi ve denenmesidir.” Çünkü bilmenin hangi şartlarda mümkün olduğunun belirlenmesinden önce, bilenin hangi şartlar altında varolduğu açığa çıkarılmalıdır. İnsan, daima verili bir zaman içerisinde, “dünya içinde- varolan” (Dasein) varlık olarak, kendisini nesneyle ilişki içerisinde bulur, ondan yalıtık ya da bağımsız bir “özne” olarak değil. Eş deyişle, Dasein, hep bir dünya içinden konuşur, her adımında “şeylerle karşılaşmaz”, kendisini şeylerle birlikte anlar.
Dasein terimi
”Dasein”, aydınlanma döneminde resmedilmiş olan tarihüstü ve toplumüstü bir kategori olarak insan kavramına karşı geliştirmiş olduğu anahtar bir terimdir. Dasein, başkalarının insan dediği şeye tekabül ediyor. Ancak o hümanist seleflerin düştüğü hataya düşmez. Ona göre biz böylesi bir insanla hiçbir yerde karşılaşmayız. Onun yerine biz gündelik hayatın akışı, zamansallığı ve mekansallığı içinde sürekli devinen, sürekli oluş halinde varlıklarla karşılaşırız.
Dasein sözcüğün doğrudan anlamı orada-olmak’tır. Orada olmak, yani dünyada olmak, yani belli bir zaman ve belli bir mekan içerisinde yer tutmak, o zamanın ve o mekanın kendine özgü dünyevi şartlarıyla boğuşmaktır. Yani ete kemiğe bürünmüş olmak, belli bir bedene sahip olmaktır. Heidegger’in Dasein’i ifade biçimiyle ”insanın dünyanın dışında ifade edilebilecek bir varlığı yoktur. İnsan hep bir dünyada mevcuttur. Dolayısıyla bütün zamansallık ve mekansallıktan münezzeh bir aşkın insan veya insan bilinci ancak birer metafizik tasarımdır. Tüm tasarımlar gibi son kertede öldürücüdür.”
Dolayısıyla Dasein kavramının kendisi, Heidegger’de, kendine özgü tarihselciliğinin bir merkezi kavram haline geliyor.
İnsan hep ”ölüme doğru bir varlıktır” ve bu varlık biçimini algılayabilen, anlayabilen tek varlık da odur. Çünkü hayvanlar çürürken insan ölür. İnsan kendi ölümünü duyan tek varlıktır ve bütün varoluş şekli hep ölüme doğrudur. Bu da onda bir kaygı hali yaratır. Varoluş (ex-istence) hep öne(geleceğe) doğru bir adımdır. İnsanın buna açık olması, bunu hatırlaması otantik varoluşun temelidir. ”Ölüme doğru otantik varoluş- yani, zamansallığın faniliği- Dasein’ın tarihselliğinin gizli temelidir.” (Heidegger,1962,438)
Varoluş
Heidegger, Dilthey’ın “yaşama” kavramının yerine “varoluş”u koyar. Varoluş tasarlanan, teorik akıl yoluyla kavranan bir şey değildir. O, insanın sahip olduğu tüm olanakların dışlamasıdır. Öyle ki, insan aslında evreni değil, bizzat kendi olanaklarını ve ürünlerini yorumlamakta ve anlamaktadır. Yani anlama, insanın düşünsel bir yetisi değil, insan varoluşunun temel hareketidir. O, anlamayı ve hermeneutiği artık Dilthey’da olduğu gibi bir yöntem olarak da görmez ve onu bir yöntem olmaktan çıkarıp, insanın varlık tarzı, dış dünyaya açılma biçimi olarak konumlar. Heidegger’e göre, insan evreni değil, “kendi tarihi içinde” kendini anlamaktadır; kısacası, “insan hermeneutik yapmaktadır”. Böylece Heidegger’de hermeneutik, insani varoluşun bizzat kendini anlama biçimi olur. Bize anlama yoluyla açık olan şey, bizden bağımsız olduğu sanılan bir evren değildir. Varlık, her şeyden önce, bize, “dilde açılan bir tarihtir.” İnsan kendisini dil aracılığıyla ifade eder. Bir sanat eserinden bir mimik hareketinin yarattığı izlenime kadar her şey dille ifade edilmek durumundadır. Şeylerin ifade edildiği dil belli bir bağlamın, geleneğin ve tarihsel bilincin dilidir. İnsanlık tarihi boyunca ve insan hayatına ilişkin her unsurda yorumlama süreci varlığını korumuştur. İnsanın olduğu evren hermeneutikle mündemiçtir.
“Fenomenolojik” tanımın metodolojik karşılığı yorumdur (Auslegung/açıklamak). Dasein (varlık) fenomenolojisindeki logos’ta hermeneuein (yorumlama) özelliği vardır. Bunun aracılığı ile Dasein, kendi varlığının yapısını ve kendisinin, varlığı (şuur öncesinde) anlamasında var olanı, varlığın otantik manasını bilir. Dasein fenomenolojisi, kelimenin asli manasında yorum işini belirleyen hermenötik demektir.”
Anlama, Dilthey’de evrensel hale getirilmemişti, çünkü kendisi bilimden ayrı ”tarihsel” bir anlamayı arzulamaktaydı. Heidegger son adımı atmış ve hermenötiğin özünü anlama ve yorumlamanın ontolojik gücü olarak yorumlamıştır. Bu güç, eşyanın varlığını ve Dasein’ın kendi varlığının potansiyellerini açmayı mümkün hale getirmektedir.
Anlamanın Tabiatı
Heidegger’de anlamak (Verstehen), özel bir kavramdır ve manası ne kelimenin güncel olarak ifade ettiği ve ne de Dilthey’in kasdettiği gibidir.
Schleiermacher’in kullanımında anlama içsel gerçekliklerdeki (İdentitätsphilosophie) kişiliğe dair felsefi iddialarında yerini almıştır. Böylece anlama olayında, bir kişi anlarken konuşmacı ile birlikte ahenk içerisinde hareket etmektedir; anlamak hem karşılaştırma ve hem de kehanet aşamalarını birlikte içermektedir.
Dilthey’in kullanımında ise bu, bir resmi, bir şiiri veya – sosyal,ekonomik veya psikolojik- bir olguyu sadece bir başlama noktası olarak değil, ”içsel realitenin” ve nihayet ”hayatın ifadesi” olarak kavradığında devreye giren, daha derin bir anlayış seviyesine işaret eder.
Heidegger’e göre ise anlama, kişinin içerisinde yaşadığı dünya bağlamında kendisinin oluş için sahip olduğu imkanları kavrama sürecidir.
Önyargısız okumanın imkansızlığı
İnsanın daima bir dünya içinde bulunuyor olması, insanın ön yargılı bir anlama içerisinde olması demektir. İnsan kanaatlerinden sıyrılıp bir şeyi ne ise o olarak algılayamaz. “Objektif olarak ele alınmak istenen bir metinde bile bu önyargının önüne geçilemez. Bu önyargının
önüne geçilmesi, karşılaşılan şeyin, zaman, mekân ve o kişinin deneyimlerinin dışında bir yerde bulunması anlamına gelir. Fakat bu asla olmaz ve her karşılaşma mutlak anlamda belirli bir zaman ve mekân içerisinde meydana gelir ki zaten bu sebepten dolayı karşılaşılan ve yönelinen metin başkası değil söz konusu metin olmaktadır.”
Peki bir sanat eserini tecrübe nasıl bir şeydir?
Heidegger, dilin bilimsel bir araştırma nesnesi olarak ele alınamayacağını düşündüğünden, onu anlamak için estetik modeli kullanır. Zira kuramsal anlamda dil hakkında bir şeyler söylemek, ona göre dili kaçınılmaz olarak bir nesneye dönüştürerek özünün yok olmasına sebebiyet vereceğinden, asıl mesele dilin kendisini söylemesini sağlamaktır. Onun ”bir deneyim yaşamak olarak dil” tasavvurundan kastettiği böyle bir şeydir. Ona göre bu deneyim bilimsel bir karaktere sahip olmaya çalışan bir soruşturma içinde ortaya çıkmaz.
Heidegger’in konuyla ilgili en açık betimlemeleri, Van Gogh’un resimlerini deneyimleme hadisesini anlatımında ortaya çıkar. Heidegger, resimle ilgili şunları söyler:
” Bir Van Gogh resmi, bir çift kaba köylü ayakkabısı, başka bir şey yok. Gerçekte resim hiçbir şeyi andırmaz. Fakat bu resimde ne var konusuna gelince, siz hemen onunla başbaşasınız. Sanki siz kendiniz son patates kıvılcımları söndükten sonra inen bir güz akşamında, çapanızla eve doğru bezgince yola koyuluyorsunuz. Burada ne var? Tuval? Fırça darbeleri? Boya lekeleri? ”
Peki resimde olan şey nedir? Bu soruya Heidegger, ”hissederiz, biliriz, orada başka bir şeyin varolduğunu biliriz.” şeklinde yanıt verir. Ancak ne zaman ki onu dillendirmek isteriz, işte o an bizi bir boşluk sarmalar. Susa kalırız, ancak, bir şeyler tecrübe ettiğimiz de her şeyden daha kesindir. Resim bize çok şey söyler, aramızda, dile gelmeyen ya da getirilemeyen yoğun bir iletişim gerçekleşir. Van Gogh’un köylü ayakkabıları resmi, ayakkabıları var olmaya bırakır; keza biz de onun resmini varolmaya bırakırız, diğer bir deyişle o, dünyaya nasıl yaklaşıyorsa biz de ona öyle yaklaşırız. Sonuç olarak ”burada başka türlü ortaya çıkması mümkün olmayan bir konuşma ve işitme gerçekleşir.”
Oysa, kuramsal yaklaşım resimle(metinle) bu doğal ilişkimizi yıkıma uğratır. Çünkü kuramsal anlamanın en temel yaklaşım biçimi, parçalamaktır(analiz). Örneğin, resimdeki anlam, ayakkabının derisine ilişkin kimyasal açıklamalara veya ayakkabı tarihiyle ilgili bulgulara kayar. Derrida’nın ifadesiyle, bütünlüklü anlam saçılır(dissemination) ve artık toparlanamaz hale gelir.
Sonuç
Neticede, Heidegger’in söylemlerinde, anlama sürecinin mahiyetinde asıl amaç, şeylerin ya da metnin hakikatini ortaya çıkarmak olarak belirmemektedir. Hermeneutik onda varlığın varolma tarzıdır, karşısında duran “şey”i anlamaya yarayan bir kurallar dizgesi değil. Bu çıkarımla beraber, basitçe düşünüp bir yargılama yapmak istersek, hermeneutiği tin bilimleri metodolojisi ya da anlama sanatı olarak ele alan Dilthey ve Schleiermacher’in boş bir çaba içerisinde olduklarını söylemek durumunda kalırız. Fakat Heidegger, anlamı açığa çıkarmak
adına takip edilen kurallar dizgesi olarak hermeneutiği reddetmemektedir. Onun ifade etmek istediği şey, hermeneutiğin bir yöntem ya da teknik olarak ele alınmasının, onun mahiyetini sınırlamak anlamına geldiğidir. Heidegger, her ne kadar farklı bir minvalden hareketle hermeneutiği kullanmış olsa da, kendisinden önceki düşünürlerden yalıtık olarak ele alınamaz. Dilthey de Heidegger de hermeneutiğin asla bitmeyecek inşasında birer adım, birer kademedirler. Bu iki farklı görüşten birini diğerine tercih etmektense, bu farklılıkları hermeneutiğin tarihsel dönüşümü ekseninde algılamak, peşin hükümlere başvurmaktan daha doğru bir tutum olacaktır. O hâlde, hermeneutiğin bir başka tarihsel dönüşümü Heidegger ile yaşanmaktadır denilebilir.
Artık hermeneutik öznenin nesnesini ele alırken kullandığı bir yöntem değil, öznenin kendisini ifade ettiği bir varoluş modudur. Yani, “hermeneutiğin fenomenlere yönelik araçsal yöntem anlayışı, Heidegger’le birlikte ontolojik yöntem anlayışına geri dönmek zorunda olduğu noktaya ulaşır. Bu noktadan sonra varolmanın şartı düşünmek değil, anlamaktır. Varolmak anlamak demektir. Anlama burada insani düşünmenin sahip olduğu diğer düşünme tavırları arasında bir tavır değildir; tersine o insan varoluşunun temel hareketliliğidir. Böylece tarihsellik sona erer, (Dilthey’in içinde hapsolduğu) tarihsel görelilikçiliğin demir parmaklıkları da kırılmış olur.” Çünkü hermeneutiği, tarihselliğin dışına çıkıp varlığın kendisini anlamak için kullanacak bir bilincin gerekliliği ortadan kalkmıştır. Varlığın kendisi her adımında zaten hermeneutik yapmaktadır.
Heidegger ile tüm bir hermeneutik gelenek bambaşka bir boyut kazanmıştır. Heidegger’in düşüncesinde hermeneutiğin üstlendiği görev ve mahiyet, ondan sonraki dönemde onun yöntem ya da teknik olarak ele alınma çabasını arka plana itmiştir. Özellikle Gadamer’in felsefi hermeneutiği içerisinde işlenen bu anlayış, hermeneutiğin çok daha zengin bir içerik kazanmasına vesile olmuştur.
Gadamer (1900-2002) ve Felsefi Hermeneutiğin Evrenselliği
Heidegger’in önde gelen öğrencilerinden Hans-Georg Gadamer’in ”Wahrheit und Methode” adlı eserinin dünya çapında şöhret bulmasına yol açan şey, Onun felsefi hermenötik adını verdiği bir perspektif içinde farklı felsefi yaklaşımları tutarlı ve rasyonel bir biçimde kaynaştırmasıdır. Gadamer önyargı kavramının anlamanın gerçekleşmesi için bir safha olduğunu kabul ederek, ön yargıların ancak metinde bulunan konunun kendisine yönelmek ve konuyu karşılıklı soru soran ve cevap veren katılımcılar arasında gerçekleşen diyalog modeline göre anlamak suretiyle aşılabileceğini ileri sürer. O’na göre, insanın kendisini ve başkasını anlaması daima diyalog tarzında gerçekleşir, zira anlama dil içinde ortaya çıkar: dil ise ancak konuşma (discourse) olayında görüleceği üzere somut ve zamansal olarak varolur. Yani dil, işaretler sistemi değil, temelde varlığın ifşasıdır ve insanın varlığa ait oluş tarzıdır. Anlama hadisesinin gerisinde bulunan tarihsel gelenek dil içinde ortaya çıktığı ve dil daima bir katılım hadisesi olduğu için anlama zorunlu olarak tarihsel ve zamansaldır. Burada zamansallık veya tarihsellik temelde her bir gerçek anlamanın, varlığın ifşa hadisesi olarak, kendi başına diğer anlama hadiselerine indirgenemeyecek nitelikte ortaya çıkışına işaret
eder. Tarihe yön veren büyük felsefi düşünceler, bilimsel tezler, mezhepler vs. bu tür anlama olaylarına örnek teşkil ederler. Bunun yanı sıra, anlama her bireyde farklı bir tecrübe olarak ortaya çıktığı için tarihsel ve zamansaldır. Felsefi hermenötik, anlamın tarihsel sürekliliğini ortaya çıkararak mevcut zamanı hem kendisine özgü önyargılarından kurtarmayı hem de anlamın geleceğe taşınmasında sahih bir safha haline getirmeyi amaçlar.
Geleneksel hermeneutiği eleştirerek bir anlamda çağdaş hermeneutiğin kurucusu sayılan Gadamer, Heidegger’i takip ederek hermeneutiği ontolojik bir zemine yerleştirmeye ve evrenselleştirmeye çalışmıştır. Gadamer’e göre hermeneutik, yaşam terimiyle kapsanan bütün alanlarda kendini gösterir” (Özlem, 1998:118) ve bilimsellik iddiası (kaygısı) taşımaz. Ona göre hermeneutik, tin bilimlerine yardımcı bir disiplin (yöntem) olmanın ötesinde etkin– işlevsel bir tarih bilincidir.
Gadamer hermeneutiğinin önemli katkılarından biri de, Wittgenstein’in “dile dönüş” düşüncesinin merkezi bir tema olarak işlenmesidir. Buna göre anlama, dilde ve dil ile olanaklıdır… Anlaşılabilen varlık ancak dildir ve dil anlamayı olanaklı kılan evrensel araçtır. Bu bağlamda Gadamer, Heiddegger’in varlığa dönüş anlayışının yönünü dile ve dolayısıyla anlam sorununa çevirir. Gadamer’in dil analizi, anlamı yeniden inşa etme sürecinin doğal sonucudur ve bu yeniden inşa geleneksel hermeneutikle hesaplaşmayı beraberinde getirir. Çünkü geleneksel hermeneutik, anlamada, bir nesneyi ve anlamayı amaçlayan kendinde bir özneyi varsayar. Bu varsayım beraberinde öznenin nesneye mümkün olduğunca önyargısız yaklaşımını beraberinde getirir. Gadamer ise bu anlayışın tam tersini önerir ve anlamayı olanaklı kılan şeyin “önyargılar” olduğunu savunur.Çünkü “hermeneutik tutumun tek koşulu vardır: Kendi görüşlerimizin ve önyargılarımızın bilincinde olmak ve böylece onların aşırılıklarını yontmak. Ancak bu yolladır ki, bir metne, bize gerçekten değişik, otantik bir varlık olarak görünebilme fırsatını tanıyabiliriz…[ve böylece olmaksızın] tarih bilinci ne olanaklıdır, ne de anlamlı ” (Gadamer, 1990: 81–102). Ona göre, anlamayı anlama yapan ve hermeneutiğe işlevsel bir ivme kazandıran önyargılardır. Gadamer’in önyargı kuramı onu, bağlantılı olarak akıl ve otorite kavramlarını tartışmaya ( eleştirmeye ) yöneltir. Gadamer otorite ve akıl karşıtlığının, Aydınlanma düşüncesinin kaynağını oluşturduğunu ve bu anlayışın yanlışlığını vurgular. Çünkü Aydınlanmanın benimsendiği akıl ve mantık kavramlarını öyle zaman — mekan üstü mutlaklıklar olarak kabul edilemezler. Bu noktada Aydınlanma,doğa bilimlerince önerilen yöntemler ışığında önyargı kavramının olumsuzlanıp gözden düşmesine neden olmuştur.
Gadamer’in hermeneutikçe anlama kavramının bir başka merkezi imgesi de “ufukların kaynaşması”dır. Ufuk kavramı Nietzsche ve Husserl’den devralan Gadamer, kavramı, “ belirli bir bakış açısından görülebilen her şeyi içine alan görüş sahası ” ( Hekman, 1999: 141 ) olarak tanımlanır. Gadamer’e göre tarihsel bilincin genişlemesi ve şimdiden tarihsel zamana yayılması ufkun genişlemesine işaret eder. Ufkun genişlemesinde, şimdi ile tarihsel zaman arasında bir örtüşme meydana gelir. Bir başka deyişle, şimdinin ufku ile yaşanmış tarihsel bir ufuk bütünleşir. Bu açıklamayı anlamaya uyarlarsak, anlama, insanın içinde yaşadığı şimdi bilincini tarihe aktarması olarak karşımıza çıkar.
Gademer’in tüm çalışmalarının, düşüncelerinin bağlandığı temel nokta, hermeneutiğin evrenselliği fikridir. Ona göre hermeneutiğin evrenselliği, “bugün ile dün arasında dil dolayımında kurulan bağın yorumlama bağı olmasındaki evrensellikten kaynaklanmaktadır” (Özlem, 1998:120)
Dipnotlar:
Gadamerin Modern estetiği ve tarihsel bilinci tenkidi
1960’da Heidelberg filozofu Hans Georg Gadamer tarafından Wahrheit und Methode – Grundzüge einer philosophischen Hermeneutik (Gerçek ve Metot – Felsefi Hermenötiğin Unsurları) adlı eserinin yayınlanması, modern hermenötik teorisinin gelişiminde önemli bir olay olmuştur. Modern estetiğe ve tarihsel anlayış teorisine temelde Heideggerci açıdan ve aynı zamanda da dil ontolojisine dayanan yeni bir felsefi hermenötik olarak tenkitli bir bakış sunulmuştur. Gadamer Heideggerin düşüncesini algılayıp geliştirmiştir.
Kitabın başlığı bir ironi taşımaktadır: Metot gerçekliğe giden yol değildir. Tam aksine gerçeklik metotçu insandan uzaklaşmaktadır. Anlama, kişinin bir nesneye dair ve ona karşı öznel süreci olarak değil, kişinin kendisi olma yolu olarak algılanmaktadır. Hermenötik de beşeri bilimler için genel yardımcı bir disiplin olarak değil, anlamayı insandaki ontolojik bir süreç olarak değerlendirme şeklindeki felsefi bir gayret olarak tanımlanmıştır. Bu tür yeniden yorumlamaların sonucunda, farklı bir hermenötiksel teori, yani Gadamer’in ”felsefi” hermenötiği oluşmuştur.
Heidegger gibi Gadamerde öznelliğe (Subjektität) – yani insanın öznel bilincini ve ona dayanan akli kesinliği, insan bilgisi için nihai referans kaynağı olarak almaya- dayanan teknolojik düşünceye bağlılığı tenkit eder. Gadamerin yaklaşımı Sokratesin diyalektiğine daha yakındır. Gerçekliğe metodoloji ile değil diyalekt ile ulaşılır. Diyalektik yol, yani karşılaşılan nesneyi sorgulayıcı bir yaklaşım.
Bir eseri sadece nesnel olarak görmeyi bırakıp, onu bir dünya olarak görünce, bir dünyayı onun aracılığı ile keşfedince, sanatın sadece bir duygu algısı olmayıp bir bilgi olduğunu anlarız. Sanatla karşılaşınca bizim kendi alemimizin ve anlayışımızın sınırları öyle genişler ki bu sayede dünyayı – sanki ilk defa oluyormuşcasına- ”yeni aydınlıkta” görürüz. Hatta yaşama dair sıradan ve yaygın nesneler bile sanat tarafından aydınlatılınca, yeni bir aydınlık içerisinde gözükürler.
Gerçekten de bugün, geçmişe ulaşabilme adına terk edilemez. Geçmişteki bir eserin ”anlamı” sadece kendi kavramları çerçevesinde anlaşılamaz. Aksine, geçmişteki eserin ”anlamı” kendisine bugün yöneltilen sorular kapsamında tanımlanır.
”Kişinin kendini yorumlaması (Selbstbesinnung) sadece tarihsel hayatın kapalı akışındaki bir çırpınıştır. Bu sebeple kişinin önyargıları sadece kendisinin yargıları olmayıp, kendisinin tarihsel oluşunun bir realitesidir.” (Gadamer – WM-261)
Kısaca önyargılar kendilerinden vazgeçebileceğimiz veya vazgeçmemiz gereken şeyler değildir. Onlar bizim tarihi anlamamıza imkan sağlayan varlığımızın temelidir. Hermeneutik açıdan ele alırsak, bu prensip şöyle ifade edilebilir; ”Önyargısız” yorum olmaz. Kutsal, edebi veya bilimsel bir metin, önfikirler olmaksızın yorumlanamaz.
Önyargılarımızı nereden alırız?
İçerisinde bulunduğumuz gelenekten. Bu gelenek bizim düşüncemizin karşısında bir düşünce nesnesi olarak bulunmaz, ama o, bizim düşüncemizi gerçekleştirdiğimiz ufuk, ilişkiler örgüsüdür. Kendisi bir nesne olmadığı ve hiçbir zaman nesnelleştirilemeyeceği için düşünceyi nesnelleştirilmeye yönelik hiçbir metot ona uygulanamaz.
Sadece zamanın geçmesiyle biz ”metnin ne söylediğini” kavrayabiliriz. O takdirde onun tarihsel gerçek yararı sadece kademeli olarak ortaya çıkar ve bugüne işaret etmeye başlar.
Zamansal uzaklık fikri
Sadece zamanın geçmesiyle biz ”metnin ne söylediğini” kavrayabiliriz. O takdirde onun tarihsel gerçek yararı sadece kademeli olarak ortaya çıkar ve bugüne işaret etmeye başlar.
Bir metnin yazarını anlamak üzerine
Hermenötiğin temelde görevi yazarı değil, metni anlamaktır. Metnin anlaşılması, kişiler arasındaki bir ilişkinin devreye girmesinden dolayı değil ama metnin anlatmaya çalıştığı ana meseleye katılımından dolayıdır. Yine bu katılım, bir kişinin kendisini bugünkü dünyaya ait göstermesi için metne izin verirken kendi dünyasından fazlaca dışarıya çıkamayacağına da işaret eder. O, metnin kendisi için hazır ve çağdaş (gleichzeitig) olmasını istemektedir.
Anlamak geleneğin akışında, geçmiş ile geleceği karıştıran bir konumda yer almak demektir. Gadamer, bu tarz bir anlama düşüncesinin hermenötiksel teoride kullanılması gerektiğini söylemektedir.
Asıl üzerinde durulması gereken nokta; ne yazarın ve ne de okuyucunun öznelliğidir, ama bizzat tarihsel anlamın bugün bizim için olan değeri önemlidir.
Hermenötikte Sorgulama Yapısı
Yanlış bir sorunun doğru veya yanlış değil ama sadece yanlış cevabı vardır, çünkü cevap sorunun yöneltildiği tarafa uygun durmamaktadır. Gadamere göre doğru soruyu bulmanın sadece bir yolu vardır ve o da bizzat konunun içerisine nufuz etmektir.
Hermenötiğin görevi ” metni, kendisini [sabit, yazılı formuyla] içerisinde bulduğu yabancılıktan dışarıya çıkarmak, ilk görevi soru ve cevap olan diyaloğun, hayat dolu ortamına getirmektir.” (Gadamer)
Dilin Doğası
Batı düşüncesinde dilin işaret teorisi ne zaman ortaya çıkmıştır? Gadamer bu anlayışın Yunan düşüncesindeki logos fikrine dayandığını tespit etmiştir.
Hermenötiksel deneyim, bize kadar ulaşmış bir metin şeklindeki miras ile yorumcunun ufkunun karşılaşmasıdır. Dilsellik bunların içerisine girip buluşabilecekleri ortak bir zemin oluşturur. Dil geleneğin kendisini gizleyebileceği ve aktarabileceği bir ortamdır. Deneyim, dilden önce gelebilecek bir şey değildir, ama deneyim dilin içerisinde ve onun aracılığıyla ortaya çıkar. Dilsellik tarihsel insanın dünyada -varoluş yoluna giren bir şeydir. Gördüğümüz kadarıyla insan dil sayesinde bir dünyaya sahiptir ve bir dünyada yaşamaktadır.
Metnin efendisi olmayı değil, metnin hizmetçisi olmayı arama eylemi. Kişi metinde olanı görmek ve araştırmak yerine, metin tarafından söyleneni takip etme, ona katılma ve ”işitme”ye yönelir.
Gadamerin iddiasına göre, işitmek görmekten daha büyük bir güçtür.
Sonuç olarak
Schleiermacher, Dilthey, Heidegger ve Gadamer hermeneutiğin inşasında birer adım, birer kademedirler. Çalışmada, bu isimlerin ortaya koyduğu farklı görüşlerden birini diğerine tercih etmek yerine, her bir görüş hermeneutiğin tarihsel dönüşümü nezdinde açıklanmaya çalışılmıştır. Hermeneutik ilk olarak, asırlar boyunca alegorik bir yorumlama tarzı olarak kullanılmış, daha sonra 16. yüzyılla birlikte yorum kuralları olarak yorumun kendisinden ayrılmış ve bunun nihaî aşamasına anlama sanatı olarak Schleiermacher’de ulaşmıştır. Sonrasında bu yorumlama sanatı Dilthey tarafından insanla ilgilenen tüm bilimlerin yöntemi olarak kurgulanmış ve insani olan her unsur bu temel üzerinden işlenmiştir. Hermeneutiğin bir başka tarihsel dönüşümü Heidegger ile yaşanmaya başlamıştır. Heidegger’le birlikte, yöntem içerisine sıkıştırılan hermeneutik, insanın varolma tarzı olarak ele alınmıştır. Gadamer’le birlikte ise, hermeneutiğin hem mevcut olduğu her ortamda beraberinde getirdiği hakikat iddiası hem de bu iddianın meşruluk zemini sorgulanmıştır. Fakat hermeneutiğin tarihsel dönüşümü Gadamer’le tamamlanmamıştır. Gün geçtikçe hermeneutik yeni açılımlar kazanmakta ve yeni alanlara uyarlanmaktadır.
KAYNAKÇA
Erich ROTHACKER- Tarihselcilik Sorunu, Gündoğan Yayınları
Richard E. PALMER – Hermenötik, Düşün Yayıncılık
Recep ALPYAĞIL- Kimin Tarihi Hangi Hermenötik, İz Yayınları
Şevket KOTAN- Kur’an ve Tarihselcilik, Beyan Yayınları
Zygmunt BAUMAN- Hermenötik ve Sosyal Bilimler, Ayrıntı Yayınları
Makaleler
Yrd.Doç. Dr. Kadir ULUSOY, Tarih Eğitiminde Hermeneutik Yaklaşım, Trakya Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi Haziran 2009 Cilt 11 Sayı 1 (51-68)
Ronald KURT und Regine HERBRİK, Sozialwissenschaftliche Hermeneutik und hermeneutische Wissenssoziologie
Fatih İBİŞ, Hermenötik ve Yapısöküm Kuramına Genel Bir Bakış, Toplum Bilimleri • Ocak – Haziran 2012 • 6 (11) : 31-40
Prof. Dr. Andrea ERDELYİ, Grundlagen der Hermeneutik, Carl von Ossietzky Universität Oldenburg
Prof. Dr. Doğan ÖZLEM, Felsefi Hermeneutiğe Geçiş Yolu Olarak Tarihselcilik, Yazarın, Ankara Üniversitesi İHihiyat Fakültesi Dekanlığı’nın daveti üzerine, anılan fakültede 19.03.1999 tarihinde vermiş olduğu konferansın metnidir.
Emre ÖZTÜRK, Hermeneutiğin Tarihsel Dönüşümü, Zeitschrift für die Welt der Türken 2009
Georg QUAAS, Die Hermeneutische Methode und İhre Weltanschaulischen Grundlagen
Stefan NAGLER , Methoden der Hermeneutik
Dr. Burhanettin TATAR, Hans Georg Gadamer Ve Hakikat ve Yöntem Adlı Eseri
Zehragül AŞKIN, Hüseyin ÇELLİK, Hermeneutiğin Ontolojik Temellendirilişi: Heidegger ve Gadamer, Beytulhikme An International Journal of Philosophy
Sengün M. ACAR VANLEENE, Wilhelm Dilthey’da “Anlama” Üzerine
Arslan TOPAKKAYA, Felsefî Hermeneutik
Sevra FIRINCIOĞULLARI, Hermeneutik Yöntem, Ontolojik Hermeneutik ve Hans Georg Gadamer