Genlerimizden gelen bir özellik olsa gerek, kutsalı seviyoruz.
Hükmetme ve egemen olmayı sevdiğimiz gibi…
Bu istek, bizi yaşadığımız kabile, belde ya da ülkede hükmetme, yönetme ve iktidarı ele geçirmeye yönelik çabalar içerisine girmeye teşvik ediyor.
Muktedir olmak, egemen olmak, yönetebilmek için can tende durdukça çabalıyor; hedefe ulaşma adına çoğu zaman abartılı mitler üretip duruyoruz.
Bazen ilham aldığımızı, bazen rüyamızda Allah’ın elçisi ile konuştuğumuzu, bazen de uyarıldığımızı anlatırken yapmak istediğimiz aslında çoğu kez sadece güçlü olmak ve değer görmek.
Bu istek ve idealler çoğu zaman bizleri vehimlerimizle hareket etmeye sürüklüyor. Taraftar edinebilmek, bağlılarımızı feda kıvamına getirebilmek için kutsal bir etiketle “insanüstü” tanımlamalar yapmaya yöneltiyor.
Tarih boyu bu böyleydi.
Hep masalımsı efsanelerle, ölmüş atalar, kahraman akrabalar ya da daha ilerisi soylu nesillerle tanımlanmak istedik durduk. Bir nebinin, şeyhin ya da efendinin sulbundan olmak övünç kaynağı oldu bizim için. El almış olmak, seçilmiş olmak en büyük referans kaynağı idi hep.
Oysa Hz. Peygamber’e kutsallık atfedildiğinde inen: “ De ki: Ben de sizin gibi bir insanım…” (1) ayeti henüz inmişti ve bizler de o ayeti iyi biliyorduk…
***
Tarihte imparator, kral ya da şahların bazen ilâh, bazen de yarı ilâh gibi insanüstü vasıflarla anıldığını görüyoruz. Bu kutsallık, onların tebaa üzerinde uyguladıkları şiddeti ilahi bir elle örter, kudretini büyütür, sorgulanmazlığını artırırdı. Toplulukların inanç şekillerini ve hatta dinlerini dahi çoğu zaman bu yarı ilah Krallar belirlerdi. Ağızlarından çıkan sözler göklerin ve yerlerin kanunu idi ve halka uyguladıkları işkencelerin meşruiyetini göklerden alıyorlardı. Onların sahip olduğu kudret Tanrı tarafından verilmişti ve hiç kimsenin bunu geri alma/ kısıtlama yetkisi yoktu. Yönetimlerini güçlü kılmak, itaati sağlamak için yarı tanrılık iddiasında bulunmuşlardı ve tüm Kral, Kisra, Şah, Hükümdar ya da diğer otorite sahipleri kutsallık kılıfı olmasa varlığını devam ettiremez, nüfuz alanlarını genişletemezdi.
***
İslam düşünce tarihinde de Allah Resulünün ölümünü müteakip “ Zalimde olsa fasık ta olsa yöneticilere itaati” emreden uyduruk rivayetlerin çıkışı, İslam krallarını, saltanatları Allah’ın yönetimi gibi gösterip meşrulaştırma faaliyeti idi. İdarecilerin Allah’ın yeryüzündeki gölgesi/vekili/eli olduğu anlayışı eski muharref müşrik din kalıntılarını meşrulaştırma çabalarının bir sonucu idi. Yapılan ameliye Nebinin ağzından uydurulan rivayetlerle zulüm saltanatlarına kılıf sunmaktı.
Nitekim Nebinin Hz. Adem’den önce yaratıldığını beyan eden rivayetler, ona atfedilen insanüstü vasıflar, sonrasında onun yolunu sürdüğü iddiasında olan bazıları için birtakım keramet ve olağanüstülüklere zemin hazırladı. Nebi: “ Bende sizin gibi kara derili bir kadının oğluyum…” dediği halde birileri ısrarla aynı geçmiş muharref Tevrat ve İncil nüshalarında İsa’ya olduğu gibi onu yarı tanrı gösterecek hikayeler uydurarak onun ağzından tarih boyu gayri İslami yönetimlere itaati sağladı.
Uyduruk mele-i ala masalları ile gökyüzünde resuller, nebiler, melekler, şehit ve sıddıklardan, şeyhlerden oluşan; yeryüzündeki tabiat olaylarından tutun da tüm kaza ve kader olaylarının düzenlendiği, karara bağlandığı gökyüzü kurulları oluşturdular.
Aslında sorun, yenilmezlik, masumiyet, kutsallık, günahsızlık, kahramanlık gibi vasıfların insanları cezbetmesi; tapınma isteğini coşturması ve sadece Allah’a kul olmanın çoğu beşere yetmemesi idi.
İnsanlar tapınma isteklerini kutsadıkları şahıslarla/putlarla giderip onları yücelttiklerinde kendilerini de bir o kadar yücelmiş hisseder. Yazılı kaynaklarla birlikte uzun yıllar halk arasında ağızdan ağıza dolaşan eski mitler, efsaneler, rivayetler de bu konuda yardımcı/öğreticidir.
Hz peygamberin ölümünü müteakip bilerek ya da bilmeyerek samimi ya da kötü niyetli okumalarla bir Ortodoks İslam’ı yaratıldı ve insanlar aynı geçmiş müşrik ataları gibi bu geleneksel/muhafazakar dini kutsayıp Allah’ın sahih dini yerine koyup mutlaklaştırdı. Ritüellerin bir kısmı Allah resulünün emanet bıraktığı tevhid dinine benzese de bu yeni dinin; hükmetme, yönetme ve kanun vazetmede Mekke’nin müşrik dinlerinden pek bir farkı yoktu.
Yöneticilerin amaçları makam, para hırsı, sonsuz mülkler edinmek ve saltanatlarını mukimleştirmek iken; muhalefet eden, eleştiren, karşı çıkan ve tevhidi savunanlar ise en sert şekilde işkencelerden geçirilerek cezalandırıldı.
Ortodoks dinin otoriter yönetimleri ile mücadele edemeyen toplulukların bir kısmı züht elbiseleri giyip, tarikatlar üzerinden kutsallık kılıflarında sarıp sarmalanıp bir lokma bir hırka misali kenara çekilip sadece ritüellerle oyalanırken; bazısı da Şia fırkalar vasıtası ile Hz. Ali ve soyu üzerinden bir kutsallaştırma, masumiyet, hatadan beri olma, seçilmiş imamlar olma zemini üzerinden politikalar yaptı.
Muktedirlerin rivayet uydurma gerekçeleri yönetimlerini meşrulaştırmak iken; muhaliflerin gerekçesi kendilerini güvende hissetmek, güçlü durmak ve topluluklarına birliktelik ruhu kazandırmak idi.
Hz peygamber de, Hz Ali de ve diğerleri de kutsal sıfatları hiç kabul etmemişti aslında. Hatta onlar hayattayken kendilerine bu şekilde yaklaşılmasını yasaklamıştı. Sünni kesimde Allah Resulünün parmaklarını sürmesiyle suların akması, yemeğin çoğalması, oturduğu minberin dile gelerek konuşması gibi aşırı yüceltmeci rivayetler ortalığı doldururken; Hz. Ali’nin kutsallığı üzerinden de Şii kesim abartılı uyduruk rivayetlerle bir kutsal alan oluşturdu. Şii ekolün ilk temsilcilerinden Kuleyni, el-Kafi isimli eserinde İmam Cafer Sadık’tan şu rivayette bulunmaktaydı: “İmam, bir şeyi bilmek isterse bilir.” (2)
Yine: “İmamların meleklerden üstün oldukları” (3) ya da “Eğer ağaçlar kalem olsa, denizler mürekkep olsa, cinler hesap yapan olsalar, insanlar katip olsalar Hz. Ali’nin faziletini ve kemalatını yazamazlar” gibi rivayetler Şia taraftarların bir arada tutulması, iktidara karşı mücadelede dik durmanın sağlanmasını gerçekleştirmeye yönelik çabalardı.
***
Günümüz yansımalarına baktığımızda kutsallaştırma isteğinin artık sıradanlaştığı; politikacılar, cemaat liderleri ya da tarikat şeyhleri gibi her alanda karşımıza çıktığını görüyoruz.
Belki yarı tanrı olmasa da günümüzün mübarekleri, bazen peygamberin ruhani varlığı ile görüşüyor, istişare ediyor, öğütlerini alıp takdir ediliyor; bazen de peygamberi yurtlarında gezdiriyor, yatarken üstü açık kalan müritlerin üstünü örttürüp alınlarına şefkat öpücüğü kondurtuyor. Ya da bazen türkü dinletip alkışlarla tempo tutturabiliyor.
Bugünün şeyhleri Müritlerin gizli hallerini görüp hastalıklarını iyileştirip kısırlık tedavisi yapabiliyor. Allah’la kullar arasında aracılık yaparak ahiret günü sancağının altında toplayıp topluca cennete götürebiliyor.
Ya da yanmaz kefenlerle kabir azabından/ cehennem ateşinden beri kılıp; müridini kötülüklerden koruyabiliyor. Daha da önemlisi Allah’la buluşup konuşup dertleşebiliyor…
***
Sonuç olarak “Sen olmasaydın alemleri yaratmazdım.” (İncil, Yuhanna,1/1) benzeri rivayetlerle Hıristiyanların Hz. İsa’yı ilahlık mesabesine yükseltmesi gibi aynı aşamalardan geçiyor oluşumuz hepimizi endişelendirmeli ve aynı akıbete uğramama noktasında dikkatli davranmaya sevk etmelidir.
İncil’de geçen cümlelerin benzerlerinin Hz. Resul için de kullanılmış olması ve bu rivayetlerin kesin bir inanç olarak İslam kaynakları arasına yerleşmesi itikadi anlamda ehemmiyetli görülmeli.
Bizler biliyoruz ki bu aşırı yüceltici sözler ne Allah’a ne O’nun resulü Hz. Muhammed’e ait olabilir. Bu sözler Allah resulünü kul olmaktan çıkarıp Tanrının bir parçası haline getiren, yeryüzünden kovup göklere çıkaran sürecin başlangıç eşiğidir. Tüm yaratılışı bir kişiye bağlamak ve varlık alemini Allah resulünün varlığına indirgemek, Yüce Allah’a iftiradır.
Nebi Müslümanların kendisini Hristiyanlara rahmet okutacak kadar yücelterek insan olmaktan çıkarıp adeta ilahlaştırabileceği potansiyeli görmüş, uyarmış ve hep bu tehlikeye dikkat çekmişti: “Hristiyanların Meryem oğlu İsa’yı aşırı surette methettikleri gibi, sakın sizler de beni methederken aşırı gitmeyiniz. Şüphesiz ki, ben sadece bir kulum. Onun için bana sadece Allah’ın kulu ve resulü deyiniz.” (4)
“Ey insanlar Allah’tan sakının! Sakın şeytan sizi aldatmasın, ben Abdullah’ın oğlu Muhammed’im. Allah’ın kulu ve resulüyüm. Allah’a yemin ederim ki beni Allah’ın bana verdiği makamın üstüne çıkarmanızı sevmiyorum.” (5)
O halde aslında Peygamberi Allah’ın kulu olmaktan çıkarıp, yeryüzünden kovup göklere çıkarmak, övmek değildir. Öyle ki bu iftiralara, tahriflere karşı Kur’an’ın verdiği cevap yoruma gerek bırakmayacak kadar nettir:
“Muhammed ancak bir peygamberdir. Ondan önce de peygamberler geçmişti. Ölür veya öldürülürse geriye mi döneceksiniz? Geriye dönen, Allah’a hiçbir zarar vermez. Allah şükredenlerin mükafatını verecektir.” (Ali İmran 144)
“O hayatı ve ölümü hanginizin daha güzel davranacağını sınamak için yaratmıştır. O mutlak üstün ve yüce olandır, eşsiz ve benzersiz bağışlayandır.” (Mülk, 67/2)
Selam ve dua ile…
Dipnotlar:
(1) Fussilet 6
(2) el-Kuleyni, el-Kafi fi’l-Usul
(3) El-Kummi, Risaletul İtikadatil İmamiyye
(4) -Buhari
(5) -Ahmed b.Hanbel, Müsned
Her Taraf / Enes Tarım