Öncelikle İslami bilinçlenme süreci derken neyi kastettiğimizi ifade edelim. Bize göre bir çabanın İslami bilinçlenme çerçevesinde değerlendirilebilmesi için, birbirinden ayrı düşünülemeyecek şu iki temel özelliğe sahip olması gerekir:
1- Dinin yalnız Âlemlerin Rabbi Yüce Allah’a has/hâlis kılınması anlayış ve çabası. Ki bu anlayış, dinin asıl ve temel kaynağı olan Kur’an’a yönelerek, Kur’ani-Nebevî sahih geleneği muharref geleneğin pasından-kirinden arındırmayı ve arı-duru bir din anlayışına sahip olmayı gerektirir.
2- Yeryüzünün sevk ve idaresi, toplum-siyaset-ekonomi ilişkilerinde dinin/hükümranlığın Âlemlerin Rabbi Yüce Allah’a has kılınması.
İşte bu her iki alanda söz ve duruş sahibi olan çabalar, İslami bilinçlenme süreci içerisinde değerlendirilmeye hak kazanırlar.
Son birkaç asırdır, Müslümanların yaşadığı coğrafyalarda İslami uyanış ve bilinçlenme adına hatırı sayılır çabalar söz konusu olsa da, bu çabaların genellikle sözünü ettiğimiz bütüncül kavrayış ve yönelimden yoksun olduğunu, genellikle meselenin bir boyutuna sahip çıkıp diğer mütemmim boyutunu ihmal etmekle malul olduğunu görmekteyiz.
Siyasal-toplumsal alanda İslam’ın hükümranlık iddiasını savunan, bu konuda mücadele veren birçok hareket, buna mukabil Kur’an merkezli bir kavrayışla mevcut İslam anlayışlarının geleneksel hurafelerden arındırılması konusunda gerekli hassasiyetten ne yazık ki uzak kalmıştır. Bu durum, ümmetin yeniden inşası ve yeryüzünün İslam’la imarı için gerekli olan köklü bir inkılabın önündeki en büyük engeli oluşturmaktadır. Nitekim yakın tarihte kimi coğrafyalarda siyasal-toplumsal alanda yaşanan inkılab hareketleri, İslam’ın doğru anlaşılması konusunda mevcut anlayışları Kur’an ve sahih sünnet temelinde tashih etmek gibi bir çabadan yoksun kaldığı için hep akamete uğramış, ümmetin yeniden inşası konusunda umut veren bir bütüncül değişimi beraberlerinde getirememişlerdir. 1979 İran inkılabı bu durumun en bariz örneği olarak karşımızda durmaktadır. Tağutları deviren, ancak asırların birikimi hurafelere, bidatlara dokunmayan bir inkılabın gelip dayanacağı noktanın mezhepçilik olması kaçınılmazdı ve öyle de oldu.
Diğer yanda ise, muharref din anlayışları konusunda hassasiyet gösterip de, İslam’ın siyasal-toplumsal alanlara dair iddialarına sahip çıkmayan, bu alanlarda ya hiç söz söylemeyen, pratik ortaya koymayan ya da modernist etkilerle İslam’ın bu alanlardaki iddialarından vaz geçen, bu iddiaların üzerini örten veya müdahaneci yaklaşımlara yönelen tutumlar söz konusudur.
İlginç bir örnek olarak şunu zikretmek isterim: Birkaç yıl önce, muharref din anlayışlarına yönelik eleştirileriyle tanınan bir yazarın “putçuluk, Allah’tan başkalarını ilah edinmek, türbelerde işlenen şirk eylemleri” konularına dair bir konferansını dinlemiştim. Konferans boyunca konu bir türlü modern put ve putçuluklara, modern türbelere gelmeyince, soru-cevap bölümünde “Anıtkabir ve orada icra edilen ritüeller de türbeler konusunda yaptığınız değerlendirme kapsamında değerlendirilebilir mi?” mealinde bir soru yöneltmek durumunda kalmıştım. Modern putçuluk ve tapıcılık, ancak bu soruyla hatırlanabilmişti söz konusu yazar tarafından ve “Orada yapılanlar da türbelerdeki gibi ölmüş birine tazimde bulunmak şeklinde ise tabii ki aynı kapsamdadır” mealinde yine net olmayan bir cevapla konu geçiştirilmişti.
İşte Ercümend Özkan, bu her iki alanda da açık, net ve belirgin bir duruş ve söylemi olan, duruş ve söylemin ötesinde her iki alanda da etkili bir çaba sahibi olan bir mücadele adamı idi. Özkan’ı bugün, dünya istikbarı ve yerel şirk düzenleri ile, aynı zamanda asırlardır nesilden nesile taklit zinciriyle aktarıla gelen muharref din anlayışları karşısındaki net duruşu ve mücadelesiyle hatırlamaktayız.
Ercümend Özkan denilince akla gelen diğer önemli bir özellik de, İslami mücadele yöntemi konusunda Kur’ani ilkeleri ve onlara dayalı Nebevi örnekliği esas alan ilkeli duruşudur. Bugün ümmet coğrafyası genelinde (ki bu tanımı da bugün ne yazık ki ancak bir özlem olarak dile getirebiliyoruz) ve özelde yaşadığımız coğrafyada şahitlik ettiğimiz süreçler, İslami mücadelede yöntem meselesinin ne kadar hayati bir konu olduğunu müşahhas olarak ortaya koymaktadır. Usulün esastan asla ayrı düşünülemeyeceğini yaşanılan süreçler de bize göstermiş bulunuyor. Bir tarafta şiddet eksenli, ölçüsüz şiddete dayalı yaklaşımların, diğer tarafta ise cahiliye sistemleriyle ilkesel ayrışmaya dayalı bir davet mücadelesi yerine, cahiliyenin yönetimini ve/veya kurumlarını ele geçirmeye dayalı demokratik yönelimlerin Müslümanların umutlarını ve var olan potansiyellerini nasıl çarçur ettiğini, tükenişe sürüklediğini acı bir gerçek olarak görüyoruz. Öyle bir noktaya geldik ki, düne kadar İslami mücadelenin yöntemi konusunda Kur’ani-Nebevi temelde bir duruşu olan nice çevrelerin bile son dönemlerdeki konjonktürel akıntılara kapılarak mevzilerini kaybettiklerini, dahası kimilerinin tevhidi mücadele, Nebevi metod gibi kavramlarımızla istihza eder olduklarını gözlemleyebiliyoruz. Hangi gaye ile olursa olsun cahiliye bataklığına girenlere karşı hakkı tavsiye sorumluluğunu yerine getirmesi gereken nicelerinin, onların ardı sıra bataklığa adım attıklarını üzülerek müşahede etmekteyiz.
Evet, cahiliye bir bataklıktır ve bu bataklığa onu kurutmak iddiasıyla da olsa girenler onun kirlerine bulaşmaktan imtina edemez. Bataklıkla mücadelenin, bataklığı kurutmanın yolu ona dalmak değildir. Bataklığı kurutma iddiasında olanlar için ilk şart öncelikle ondan ari kalmaktır. İşte Yüce Rabbimizin, ilk sûrelerden Müzzemmil Sûresi 10. ayetteki “Onlardan güzellikle ayrıl” ve Müddessir Sûresi 4-5. ayetlerdeki “Elbiseni temizle, ruczden kaçın” emirleri bu gerçeğe işarettir. Aksi durumun neye vardığını bugün ibretlik sonuçlarıyla görmekteyiz. Bugün, kaleyi içten fethetme adına çıkılan yolun, cahiliye kalesinin yılmaz bekçiliği ile neticelendiğini, bu yanlış tercihin kaçınılmaz sonunun bu olduğunu bir kere daha görüyoruz.
Ercümend Özkan, bugün ne yazık ki çok çok az Müslümanın sebat ettiği Nebevi metod çizgisinde ömrünün sonuna kadar sarsılmaz bir duruş sergilemiş, Nebevi sünnete tâbi olma konusunda mücadele yöntemi ile namazı aynı çerçevede değerlendirmiştir. Nasıl ki Seyyid Kutub “Bu dinin kendisi Rabbani olduğu gibi yöntemi de Rabbanidir” diyerek İslami mücadelede usulün esastan ayrı düşünülemeyeceğine vurgu yapmışsa, Özkan da, “Namaz neye göre kılınıyorsa siyaset de ona göre yapılır. Namazda Allah Rasulü’nü örnek aldığımız gibi İslami mücadele konusunda da O’nu örnek almalıyız” yaklaşımıyla Nebevi hareket metodunun bağlayıcılığına işaret etmiştir.
Özkan’ın başta sözünü ettiğimiz bütüncül İslami kavrayışı ve mücadele anlayışı ile Nebevi metod konusundaki esaslı duruşu, bugün Müslümanlar olarak üzerinde çokça durmamız, sürekli gündemde tutmamız gereken temel İslami yaklaşımlardır.
(Not: Bu yazı, yazarın “İslami Bilinçlenme Sürecinde Ercümend Özkan’ın Rolü” panelindeki konuşmasının özetidir.)