Srebrenitsa dönüşünde Saraybosna’ nın mutena köşelerinden Osmanlı
yadigarı Baş Çarşı’da ki Kolobara Han’da hasbihal için buluştuğumuz
Bosnalı kardeşimiz, Bosna’yla ilgili sorduğumuz soruya, “siz
Srebrenitsa’dan geliyorsunuz, üzerinizde nasıl bir etki yaptı, neler
düşünüyorsunuz” sorusuyla karşılık verdi. Sohbet süresince ve
dönüşümüzde bu soru üzerinde düşündüm ve yazının başlığı ortaya çıktı.
Her hatırlamak soru sormaktır öncelikle. Ne oldu, niçin oldu ve -Srebrenitsa örneği üzerinden- bir daha tekerrür etmemesi için neler yapmalıyız? Bu sorulara cevap bulmuyorsa hatırlamak, insanın aczini artırmaktan başka bir işe yaramayacaktır.
22 yıl olmuş Srebrenitsa katliamı olalı. Tespit edilen 71 yeni isimle birlikte Potoçari Anıt Mezarlığı’ndaki mezar sayısı 6 bin 575’e yükseldi. Daha binlercesi de bulunmayı ve tespit edilmeyi bekliyor. Her bulunan ceset katliam yarasını yeniden kanatıyor ve acıyı, yürek yangınını yeniden harlandırıyor. Sıra sıra konmuş tabutların arasından
cenaze sahiplerine, karşıda duran mezarlara bakınca insanın nutku tutuluyor ve dili lal oluyor. Uzun süre boş boş bakıyorsunuz, ne olduğunu, ne yapacağınızı bilememenin verdiği şaşkınlıkla.
Srebrenitsa’ da ne oldu sorusuna cevap verebilmek için aslında taa Habil ve Kabil serencamına dönmek gerekiyor. Kan akıtan, vahşi yanımıza ve onun tarihine. Bu kadar geriye gitmeden Balkan Tarihi’ ne, Balkanların İslamlaşmasına, Osmanlıların Balkanları Fethine, Osmanlı’nın Durdurulmasına, Balkanlardan Çekilmesi’ ne, I.II. Dünya
Savaşlarına, Soğuk Savaş Yıllarına ve sonuna, Yugoslavya’nın çöküşüne ve dağılmasına dikkat kesilmek gerekiyor. Srebrenitsa bir sonuçtur. Sonuca değil, sebeplere ve süreçlere yoğunlaşmak gerekiyor. Mevzuyu konuşmaya devam ederken Bosnalı kardeşimiz “Srebrenitsa’ ya katliamın törenlerinin yapıldığı gün gitmeseydiniz, çünkü artık bu iş turizm ve festival havasına dönüşmeye başladı, bu ortamda gerçekle
yüzleşemezsiniz” dedi, biz de bu tespite katliamın yapıldığı akü fabrikasında, acıyı yaşayan halktan kopuk, Rahmetli Aliya’nın ”Bize yapılan soykırımı unutursak bunu bir daha yaşamaya mecburuz, size asla intikam peşinden koşun demiyorum, ama yapılanları da asla unutmayın.” sözünü unuturcasına Müslümanlara; geçmişi unutalım, geleceğe bakalım mottolu barış, hoş görü söylevleri savrulan resmi protokolü ekledik.
Geçmişte yaşananlar, turizme, protokole terk edilmişse içi boşaltılıyor ve anlamsızlaştırılıyor demektir.
Gereğince anlaşılıp öğüt alındığında tarih bugünümüz ve geleceğimiz için bir imkâna dönüşür.
Srebrenitsa Katliamı’ ndan sadece 3 sene önce 50 kilometre ötedeki Zivonik, Bijelina ve Visegrad’da da katliamlar yaşandı. Bu katliamlar Balkanlarda aralıklarla 250 yıldır sürekli yaşanmaktadır. Bu şekilde devam ederse yaşanmaya da devam edeceğe benziyor. Bu yüzden sormalıyız: Neden tekerrür ediyor?
COĞRAFYA KADERDİR
Balkanlar geçmişten bugüne coğrafi, etnik, dini, siyasi yapısı gereği çok netameli bir bölgedir. Coğrafya böyle kaldığı müddetçe de bu konumunu koruyacağa benzemektedir. Çünkü dünyadaki her “statüko krizinde”, “yeni düzen kurma” girişiminde Balkanlar kuruculuk iddiasında bulunan güçlerin düello alanına dönüşüyor. Bu sebeple bölge ve dünya üzerine kafa yoranlar bu gerçeği düşünerek kısa-orta- uzun vadeli perspektifler geliştirmeleri, stratejiler oluşturmaları ve
bunları takip etmeleri gerekiyor. Uzun soluklu, sabırlı yürüyüşlere hazırlanmalıyız.
Bosna Kasabı Sırp Miloseviç mücadeleye girişmeden önce Bosna’nın köy köy etnik haritasını çıkardığı gibi bugün de Sırp Cumhuriyeti’nin (RS) Başkanı Milorad Dodik “yakında Bosna dağılacak” hesapları yapıyor. Kim çalışırsa, hedeflerini takip ederse tarihi o yapıyor, kim de tembellik ve ihmalkârlık yaparsa tarihe maruz kalıyor.
Geçmişte olduğu gibi bu günde egemen güçler ve onların yerli işbirlikçileri bölge üzerinde hesap yapmaya devam ediyorlar. Haris Sladziç’ in 7 yıl önce söyledikleri bu gün gerçek oluyor: “Miloseviç öldü ama planı hala yaşıyor. Dayton’la etnik ayrılıkçı sistem kuruldu. Rakamlara bakın göreceksiniz. Savaştan önce Republika Sırpska’da
yaşayanların yüzde 46’sı Boşnak ve Hırvat’tı. Bugün sadece yüzde 8 kaldı. Sırplar göçmenlerin dönmesine izin vermiyor. Yani çok başarılı bir etnik temizlik operasyonu yapıldı.”
Tarihte Balkanlarda “düzen kurma” girişimine Avrupa’ ya, Asya’ ya hükmeden güçler cüret etmişler. II. Filip’in kurduğu ve oğlu Büyük İskender’in doğuya doğru genişleterek dünya imparatorluğu haline getirdiği Makedonya Krallığı, Asya’ ya yürüyüşünde arkasını sağlama almak için Balkanlara çeki- düzen verme gereği duymuştur. Balkanlar’ı milâttan önce III-II. yüzyıllarda Romalılar ele geçirmişlerdir.
İmparator I. Theodosius’un (346-395) ölümünden önce devletin toprakları Kavimler Göçü’ nün de etkisiyle ikiye bölünmüş ve kuzeybatı kısmı, yani bugün Hırvatistan (Croatia) ve Slovenya olarak bilinen kesimler Batı Roma, gerisi ise Doğu Roma İmparatorluğu’nda (Bizans) kalmıştır. Siyasî ayrılığın 1054 yılında dinî ayrılık şeklinde de ortaya çıkarak Hıristiyanlığın Katolik ve Ortodoks mezheplerine ayrılması üzerine her iki mezhep de Balkanlar’da kendi hâkimiyetini sağlamak için diğeriyle amansız bir çatışmaya girmiştir. Bu iki din bloku arasında kalan bölgelerde bir süre Bogomilism (“Tanrı’nın dostları”; Hıristiyanlık+Manicilik) hâkim olmuş ve nihayet Boşnaklar
(Bosniak, Bosnalı) başta olmak üzere bu bölgeler halkı Osmanlı devrinde Müslüman olmuşlardır.
Balkan Tarihi denince Batılı Balkan tarihçilerinin bilinçli olarak
görmezden geldiği ya da çok az bilgi verdiği Hunlardan bahsetmemek
olmaz. Halbuki Hunlar 380 yılından itibaren Avrupa’da ve Balkanlar’da
görülmektedirler ve gelişleri sonradan Balkanlar’ın büyük bir kısmına
hâkim olan Slavlar’ dan daha önemlidir. Hunlar’ ın büyük bir bölümü
bugünkü Macaristan ve Kuzey Balkanlar’da kalan yerlerde yerleştikleri
bilinmektedir. Çeşitli lehçeler konuşan Slavlar ise V ve VI.
yüzyıllarda birçok grup halinde kuzeyden inmişler ve yavaş yavaş
bugünkü Yunanistan’ın kuzey kesimleri dâhil Balkanlar’ın büyük bir
kısmına yayılmışlar. VII. yüzyılda Türk asıllı Bulgar kabileleri
hükümdarları Asparuh’un kumandasında Tuna’yı geçerek Batı Karadeniz
ile Tuna nehri arasındaki bölgeye yerleşen Slavlar’ı hâkimiyetleri
altına almışlardır. Fakat bunlar, tarihte çok ender görülen bir
biçimde ‘hâkimiyetin verdiği maddî menfaatleri koruyabilmek için’
benlik ve kimliklerini feda ederek Slavlaşmışlar’dır. Bulgarlar’ ın
Balkanlar’a gelişinden daha sonra XI ve XII. yüzyıllarda Peçenek,
Kuman (Kıpçak) ve Uz Türkleri Balkanlar’a göç etmişler ve bunların bir
kısmı XV. yüzyıla kadar toplu olarak varlıklarını korumuşlardır. O
dönemde Kumanlar’ la ticaret yapan Avrupalılar için 2500 kadar
kelimeyi içine alan bir Kumanca lügatin (Codex Cumanicus) hazırlanmış
olduğu bilinmektedir
XIII. yüzyıl ortalarında da muhtemelen Ahmet Yesevi ocağından Sarı
Saltuk ile sonradan onun adıyla anılan Türkmen aşireti Balkanlar’a
geçerek Dobruca dolaylarında 10.000-12.000 kişilik bir İslâm toplumu
oluşturmuşlardır.
Türkler 1354 yılında Gelibolu üzerinden Balkan yarımadasına geçerek
1361 senesinde Edirne’yi fethettikten sonra, başta üç küçük Bulgar
krallığı olmak üzere feodal devletleri yıkıp Balkanlar’ı süratle fethe
başlamışlardır. 1389 Kosova Meydan Savaşı’yla Sırbistan Türk
hâkimiyetine geçmiş, 1396 yılında Yıldırım Bayezid’in Niğbolu
önlerinde Haçlı ordusunu hezimete uğratması ise Osmanlı Türkleri’ nin
Balkan hâkimiyetini perçinlemiştir. Daha sonra Fâtih Sultan Mehmet
1463 yılında Bosna’nın fethi ile Osmanlı idaresini Dalmaçya
sahillerine kadar götürmüş ve İtalya’yı hedef alarak akıncılarını
Trieste üzerine sevk etmiştir. Fâtih’in ölümünden sonra duraklayan
Balkan fetihleri Kanûnî Sultan Süleyman’ın Macar tehlikesini yok etmek
için 1521’de Belgrad Kalesi’ni alması ile yön değiştirmiş, böylece
Katolikliğin hâkim olduğu Kuzey Dalmaçya, Kuzeybatı Hırvatistan ve
Slovenya bölgeleri Osmanlı hâkimiyeti dışında kalmıştır. Bu bölgeler
daha sonra sırasıyla Macaristan ve Habsburg idarelerine geçmiş ve bu
durumlarını II. Dünya Savaşı’na kadar korumuşlardır.
Osmanlı idaresinin Balkanlar’a yerleşmesi gerçek bir sosyal inkılâp
meydana getirmiş ve Ortodoks Hıristiyanlar, Katoliklik ile eşit
gördükleri feodalizmden Osmanlı idaresi sayesinde kurtulabilmişlerdir.
Osmanlı idaresi tüm Balkan yarımadasına siyasî ve ticarî bir bütünlük
kazandırmış ve ayrıca bölgeye “Pax Ottomanica” (Osmanlı barışı) olarak
bilinen 200 yıllık bir barış getirmiştir.
Balkanlar’da milliyetçilik cereyanlarının ortaya çıkmasıyla nüfus
meselesi yani Müslüman ve Hristiyan nüfus arasındaki oran değişimi
başlı başına büyük bir önem kazanmıştır. Hıristiyanların Osmanlı
idaresine karşı ayaklanmaları Avusturya’nın desteğiyle Sırbistan’da
başlamıştır (1804).
1.Dünya Savaşı sonunda 1878’de Avusturya’nın işgaline uğrayan
Bosna-Hersek’le beraber Hırvatistan, Slovenya, Sırbistan ve Makedonya
yeni bir ülke olarak ortaya çıkıp Yugoslavya adını almıştır ve iki
dünya savaşı arasındaki yıllarda Balkanlar büyük siyasî iç çalkantılar
geçirmiştir.
2. Dünya Savaşı’nda Balkanlar İtalyan ve Alman işgaline uğramış,
ardından 1944-1945 yıllarında da Sovyet orduları Balkanlar’ın büyük
kısmını işgal etmiştir. Ancak Yunanistan çok kanlı bir iç savaştan
sonra Batı tarzı demokrasi rejimini koruyabilmiş, Yugoslavya ise
komünizmi benimsemesine rağmen Mareşal Tito’nun dirayetli yönetimi
sayesinde Sovyet hâkimiyetine girmekten kurtulabilmiştir. Yunanistan
dışındaki bütün Balkan ülkeleri Marksist rejimleri kabul etmişlerdir.
Ancak Balkanlar’da bu komünist rejimler hiçbir zaman “enternasyonal”
nitelik kazanmamış, başlangıçtan bugüne kadar “millî komünizm”
şeklinde gelişmiştir. Buna bağlı olarak her ülke kendi diline,
kültürüne ve tarihine önem vermiş, Marksist kuralları ancak ekonomi
alanında uygulamıştır. Bu husus da ülkeden ülkeye farklılık arz
etmektedir. Ayrıca Sovyetler’ e, daha doğrusu Ruslar’ a son derece
bağlı olan Bulgarlar’ dan başka diğer Balkan ülkelerinin hepsi millî
tarih ve geleneklerine her zaman üstünlük vermişlerdir. Bu tarihi
süreç Dayton Antlaşmasıyla yeni bir boyut kazanmıştır.
“Dayton antlaşması ile Bosna Hersek iki entiteye, Bosna Hersek
Federasyonu ve Sırp Cumhuriyeti’ne ayrılıyor. %51’i Bosna Hersek
Federasyonunu, %49’u Sırp Cumhuriyeti’ni oluşturuyor. Bosna Hersek
Federasyonu da 10 kantona bölünüyor. Ve bunların hepsinden özerk Brcko
adında bağımsız/özerk bir bölge kuruyorlar.” Bu dayatmadan sonra
Bosna- Hersek’ te bölünme ve ayrışma potansiyeli daha da artmıştır.
Yollardan geçerken Sırpların Ortodoksluk, Hırvatların Katoliklik
sembolleri üzerinden kendilerini ibraz etmelerine şahit oluyorsunuz.
Müslümanlar ise camiler ve camilere astıkları Hilafet sancaklarıyla
kendilerini var kılmaya çalışıyorlar. Sırplar ve Hırvatlar kendi
müstakil devletlerine ayrıca Ortodoks ve Katolik dünyaya güvenmelerine
rağmen Balkan Müslümanlarının hassaten Boşnak Müslümanların müstakil
devletleri bulunmuyor ve dalgalandırdıkları Hilafet Sancağı’nın da
reel karşılığı bulunmuyor. Ama buna rağmen İslam dünyasına ve
özellikle Türkiye’ ye, tarihsel gücüne ve hayaline sığındıkları
Hilafet’ e güveniyorlar.
Bu tarihi ve reel gerçekler, Müslümanların, bir Halife olarak, Ümmetin
bir ferdi olarak Balkanlara ve Balkan Müslümanlarına karşı duyarlı
olmalarını icbar ediyor.
YENİ SREBRENİTSALAR YAŞAMAMAK İÇİN
Srebrenitsa 20. yy’ın sonunda gerçekleşti. Bu gün için 21. Yy’ ın ilk
çeyreğini yaşıyoruz. Her dönemin kendine özgü şartları vardır, bu
şartları dikkate alarak bir perspektif ve mücadele yöntemi geliştirmek
zorundayız. Şartları dikkate almadan verilen mücadele gereksiz maddi
ve manevi kayıplara sebep olmaktadır. Yerel ve bölgesel meseleleri
yeryüzü perspektifinden kopmadan anlamak zorundayız. Yeryüzü
perspektifi olmayanlar yerele ve bölgesele vaziyet edemezler.
Balkanlarda, Suriye’ de, Irak’ ta yaşananlar bunun en açık
örnekleridir.
Mostar’daki Blagay Tekkesi’ni ziyaret ettiğinizde sırtını dağa
dayamış tekke aslında mücadelenin nasıl verileceğinin tefsirini
yapıyordu bizlere. Sadece Allah’ a dayanmak ve Allah’ tan ummak. Bütün
mesele buydu. Yoksa Asya’ dan Anadolu’ ya, Anadolu’dan Balkanlara
nasıl seyr-ü sefer edilirdi. Ruhen istinatgâhını muhkemleştirenler
siyasal istinatgâhını da ona göre seçerler. O yüzyılda(13.yy),
Anadolu Selçuklu Devleti’ ne sırtını dayamayan bir insan Balkanları
fethe nasıl cüret etsin. Bu dengeyi tutturanlar siyasi mücadelenin de
zeminini kavileştirmiş olurlar. Süleyman Şah, Murat Hüdavendigar gaza
ve cihad ruhuna sahip olmasalar, Büyük Selçuklu, Anadolu Selçuklu
devlet geleneğini temellük etmeseler bu yürüyüşe nasıl cesaret
edecekler, bu cihada nasıl çıkacaklardı?
Müslümanların Srebrenitsalar yaşamalarının en büyük sebebi “siyasi
merkez” den mahrum olmalarıdır. Bundan önce de, siyasal merkeze yön
verecek zihinsel, fikri inkişafa ihtiyacımız olduğunu unutmadan.
Siyasi merkez vücudumuzdaki beyin ve kalp mesabesindedir. Bu iki organ
hayatiyetini, fonksiyonlarını yitirdiği zaman insan ceset yığınına
dönüşür. Halifesi olmayan Ümmet İslam dünyasına, Dar’ ül- İslam/
Medine toprak parçasına dönüşür. Siyasal merkezini kaybetmiş bir İslam
dünyasının hal-i pür melali ortada değil mi? Sırp zalimlerinin
Srebrenitsa’ yı seçmelerinin sebeplerinden biri de siyasi merkeze
uzaklığından dolayıdır. Bu amacı unutan, bu imkanı kaybeden
Müslümanların Osmanlının tasfiyesinden sonraki halleri üzerinde
yeniden düşünmeleri gerekiyor. Emperyalistler Müslümanların siyasi
merkezlerini yok ettikleri gibi, geçmişte siyasi merkeze ev sahipliği
yapmış merkez beldelerimizi de-Şam, Bağdat- yerle bir ediyorlar. Mekke
ve Medine’ yi fonksiyonsuz bırakıyor, İstanbul örneğinde ise Seküler
Kapitalist Düzen’ in “üssü” ne dönüştürmeye çalışıyorlar. Saraybosna
sokaklarında gezerken de aynı duyguyu hissedebiliyorsunuz.
Kuran’daki “Peygamber Kıssaları”nı okuyan bir Ümmet’ in bu
felaketlere ve zillete duçar olmaması gerekiyordu. Eğer oluyorsa dönüp
kendine yeniden bakması gerekiyor. Yoksa izzet ve zilletle ilgili
Sünnetullah (Ra’d Suresi, 11. Ayet-i Kerime) cari olmaya devam eder ve
bizlerde çaresizlik içinde tar-ü mar edilen İslam beldelerine ağıt
yakmaya devam ederiz.