Popüler kitap listelerinin gerisinde kalmamak gibi bir kaygısı var son zamanlarda bazı okurların. Kitap okumayı bir ‘performans’a dönüştürmenin bir manası yok oysa… Bir kitabın güncel popülaritesi onun değerini göstermez, önemli olan bir eserin zaman karşısındaki dayanıklılığıdır.
Hemen okunup aynı hızla unutulan pek çok kitap, dolayısıyla da pek çok yazar var bugün. Bu manzaraya bakarak, bu tür kitapların birer tüketim nesnesi olduğunu söyleyebiliriz rahatlıkla. Yayıncılar, en azından sayıları hiç de az olmayan bazı yayıncılar belli bir sürümü olan her şeyi basabiliyor artık. Dolaşımda olmayı gaye edinmiş yazarlar da sürüme müsait hemen her şeyi yazmaya gönüllü olabiliyor. Bu eğilimler, belki yayın piyasasının genişlemesi adına iyi bir gelişme gibi görünebilir, muhtemelen bu otomatik ilgi dalgalarının kitap satış rakamlarına olumlu yansımaları da oluyor. Ancak bunun neticesi olarak bir ‘en çok satanlar’ kültürü gelişiyor ki, bunun üzerinde durup biraz düşünmek lazım… Bir kitabın çok satmasından rahatsız olacak değilim, bunun yayıncılar için anlamını biliyorum. Ancak yayın kampanyaları, kitap fuarlarının propaganda faaliyetleri, tanıtım materyalleri, sosyal medya etkileşimleri gibi faktörlerle ‘okuma kültürü’ odağını büyük ölçüde kaybeder hale geliyor ve giderek bu yeni ‘alışveriş hali’ okurla kitap arasındaki bağı tamamen değilse bile büyük oranda belirliyor. Bugünkü vaziyette, böyle bir döngüye kapılan genç bir okur, yazık ki ileri yaşlarına kadar bir daha dışına çıkamayabilir.
İyi ve nitelikli bir kitabın popüler olması elbette mümkündür ve bunun da nice örnekleri var. Ancak yeni zamanlarda doğrudan popüler olsun diye yazılan kitaplar da var ve bunlar da büyük ölçüde hedefi buluyorlar. Bu türden popüler kitaplar, her zaman değilse de çoğu örnekte, insanların ilgisinin neye olduğunun hesabı yapılarak kurgulanıyor, açık ya da örtülü bir mühendislik çalışmasının ürünü olarak ortaya çıkıyor. Bu türden popüler yazarlar, hedef kitlesini en geniş halkaya kadar yaymaya gayret ederek bir vasat oluşturuyor, o vasata hitap ediyor. Bu hesabın bir iyi yanı varsa, belki toplumun okur yelpazesini genişletiyor olmalarıdır. Ancak bu hesabı güdenler, işin tabiatı gereği, müşteri halkalarının genişliğini kaybetmemek için okurlarını hep aynı vasatta tutmayı bir gereklilik, hatta bir mecburiyet olarak görüyor. Bu da bir tür kitap okuyarak yerinde sayma durumu ortaya çıkarıyor. Oysa kitapları bir şeyler öğrenmek, yeni bakış açıları kazanmak, daha zengin düşünebilmek, daha derin hissedebilmek, yani insanlık yolunda mesafeler alabilmek için okuyoruz, okumalıyız. Esasen yerinde saymak için kitaba, kitaplara da ihtiyacımız yok. Bizi bulunduğumuz yerde doyuran değil, bize mesafe aldıran, yeri geldiğinde sınırlarımızı zorlayan, hatta canımızı sıkan ve yoran ama nihayetinde olgunluk yolunda bize basamakları çıkartan kitaplara ihtiyacımız var. Özellikle kitaplarla yeni yeni irtibat kuran gençlerin, bu mesele üzerinde biraz düşünmesinin ve kendilerine sunulan vasata demir atmadan, ‘bence’lerinde takılıp kalmadan yeni ufuklara yürümeyi göze almalarının elzem olduğu kanaatindeyim, âcizane.
…
“Derken giderek güçlenen bir özlem ansızın başkaldırdı içinde, bir anda filizlenip yeşerdi, büyüdükçe büyüdü, başka her şeye kapadı belleğini; başka bir duygunun, bir düşüncenin bu bellekte boy göstermesine izin vermedi. Sanki bir çocukluk vardı da yarım yamalak yaşandıktan sonra bir kenara kaldırılmış, üzerinden atlanıp geçilmişti. Ve şimdi sesini duyuruyordu” diye yazmış, geçen hafta hayata veda eden Kamuran Şipal ‘Dua Çiçeği’nde. İyi bir yazar ve çok değerli bir çevirmendi. Kafka, Hermann Hesse, Thomas Mann ve birçok önemli yazarın eserlerini onun zengin çevirilerinden okuma ayrıcalığını yaşadık senelerce. Wolfgang Borchert’in benim için vazgeçilmez nitelikteki kitabı ‘Bu Salı’, biraz da Borchert’in özgün üslubunu zedelemeden dilimize aktarabilen Kamuran Şipal çevirisiyle değer kazanmıştı. Allah rahmet eylesin.