Durakta bekleyen genç adam mırıldanıyordu.
-hop tirina tirinomda cop tirina tirinom
cop tirina tirinomda hop tirina tirinom
Ne zaman canı sıkılsa, kafası karışsa mırıldanmaya başlardı. Sözlerini bilmediği şarkının, yalnızca bu nakaratını mırıldanırdı.
Nihayet beklediği otobüs gelmişti. Genç adam şarkısını yarıda kesip otobüse atladı. Eldivenli elleriyle attığı biletten sonra her zaman yaptığı gibi arkalarda boş bir koltuk aradı. İlginç olan; bugün otobüsün pek de kalabalık olmayışıydı. Boş oturaklar bile vardı. Arkalardan boş bulduğu bir oturak seçti kendine. Ancak etrafında ki yolcuların kendine dikkatli dikkatli baktığını fark etti. Sinirleri gerildi. “Bende bu insanların dikkatini çeken ne gibi bir anormallik var acaba. Yoksa eldivenlerim mi onları şaşırttı? Hem ne var bunda şaşıracak, anlamıyorum. Yoksa bir hapishane kaçkınına mı benziyorum? Yoksa kral gibi çıplak geziyorum da, kimse bunu söylemeye cesaret edemiyor mu, yoksa…”
Bir süre sonra kızgınlığı geçmişti. Aslında zamanının büyük bir kısmı böyle geçerdi genç adamın. Çok şey görür, çokça kızar ve hemen unuturdu. “Bunun böyle olması gerekir, aksi halde can sıkıntısından ölürsünüz” derdi başkalarına. Derdi demesine ama, ne zaman yalnız kalsa, bütün yaşadıklarını tekrar gözden geçirir, hatta bir kısmını kendisine sorun yapardı. Yıllar önce yine otobüste iken, otobüsten inen bir ilkokul öğrencisine, otobüsteki arkadaşını tekme atması ve inen öğrencinin de dönerek tükürükle karşılık vermesi yıllar sonra bile genç adamın zihnini meşgul ederdi. “İyi akşamlar, görüşmek üzere” demeleri gerekirdi düşüncesi, ona ineceği yeri unutturmuş ve iki durak sonra inmesine sebep olmuştu.
Ve yine inilecek durak çok gerilerde kalmıştı. Dalgınlığına kızmıyordu aslında. Çünkü dalgın olması için gerekçeleri vardı. Ama, ya onu bir gören olursa… “bu salak yine yanlış yerde inmiş” veya“20 yıldır evinin yolunu öğrenemedi” derlerse… Gerçi bu çokta önemli değildi. Yoksa önemli miydi? Yine kafası karışmıştı. Mırıldanmaya başladı.
-hop tirina tirinomda cop tirina tirinom
cop tirina tirinomda hop tirina tirinom
Ev, genç adamın kurtuluşu olmuştu. Hızla basamakları çıktı. Kapıyı açtı ve ev sakinlerine görünmeden odasına geçti. Kitaplarını, eldivenlerini masanın üzerine koydu. Kabanını askılığa astı. Kapıyı kilitledi ve kanepeye boylu boyunca uzandı.
Genç adam gayet titiz birisiydi. Öyle ki uyumak üzere uzandığı kanepede bile ayaklarını gelişigüzel bırakmaz; yan yana düzgün bir şekilde koyardı. Odasının, elbiselerinin, saçlarının, yazılarının hatta düşüncelerinin dağınık olmasına tahammülü yoktu.
Uzandığı kanepede genç adam kollarını sonuna kadar açtı ve bütün günün stresini biranda atmak istercesine gerindi. Evet, az da olsa rahatlamıştı. Artık rahatça uyuyabilir ya da hayal kurabilirdi genç adam.
Hayal dünyası onun için çok şey ifade ediyordu. Dert paylaştığı dostları vardı orada, sorunlarını çözen mahkemeler, yaralarını saran doktorlar, şikâyetlerini dinleyen insanlar vardı. Yolda, parkta, evde, okulda ne zaman ihtiyaç duysa hayallere sarılırdı genç adam.
Uzun zaman geçmesine rağmen uyuyamayan ya da hayal âlemine geçemeyen genç adam, sıkılmaya başlamıştı. Neden böyle olmuştu ki. Ne zaman sıkıntılardan uzaklaşmak istese bunu kolayca gerçekleştirebilirdi. Uyuyamasa bile dalıp gittiği hayal âleminde öylesine huzurlu olurdu ki… Harikalar diyarında gezen Aliş değildi, genç adamdı sanki. Ama bugün her nedense kendini yalnız hissediyordu. Yoksa dostları genç adamı yalnız mı bırakmıştı.
“Lütfen beni kurtarın, acı mı dindirin” diye seslendi dostlarına. Cevap gelmedi kimseden. Genç adam, meselenin ne olduğunu anladı. Dostları genç adama küsmüşlerdi. Bunda haksızda değiller diye düşündü genç adam. Ve aniden ayağa kalktı. Odanın bir köşesinde duran küçük masayı ve yanında duran el çantasını aldı ve odanın pencere olan köşesine geçti. Az önce uymak için uzandığı kanepeye yaslanarak düzgün bir şekilde oturdu. Biranda heyecanlanmıştı. El çantasından bir kurşun kalem ve çok sayıda kalem çıkardı. Sonrada yazmaya başladı. Tek çözüm yolu buydu. Yazmak, yazmak, yazmak…
“Yine bir kalem kâğıt, önünde diz çöktüğüm masa ve ben. Hayatımın yarısından çoğunu paylaştığım bu emektarla yine birlikteyim. Hem de uzun bir aradan sonra. Onlara neden bu kadar uzak kaldığımı bilmiyorum. Acaba vefasız mıyım?. Yoksa unuttum mu? Yoksa aldığım yanlış kararlar mı ya da kararsızlıklar mı beni onlardan uzaklaştırdı. Bir sebebim yok, ama şurası bir gerçek ki sebebim her ne olursa olsun ben onları yalnızlığa terk etmiş olsam da onlar beni asla yalnız bırakmadılar. Küskün olsalar bile.
Küçük keskin köşeli masanın ücretini okul birincisi olarak ödedim babama. Beni iki yanağımdan öpmüştü babam. Zaten bu öpücük bildiğim ilk ve son öpücüktü.
Kalem kâğıt ve masa ile olan dostluğumuz kitaplarında bize katılmasıyla daha farklı boyutlar kazanmıştı. Artık dertleşmekle kalmıyor, farklı dünyalar ve zamanlarda da gezintiye çıkabiliyordum. Yaptığımız yolculuklarda birçok yer tanıdım. Ve yeni dostlar edindim. İsimleri sizlere yabancı gelemse de hiçbiriniz onları benim kadar tanımadınız.
Kaptan Nemo ile birlikte Pasifik denizinde gezintiye çıktınız mı hiç? Pasifik denizinin derin sularında ne güzellikler var biliyor musunuz? Büyük büyük balıklar, ilginç deniz canlıları ve deniz bitkileri, mercan kayalıkları, uzun zaman önce batmış korsan gemileri ve dokunulmamış hazineler… Kaptan Nemo ve deniz altındaki yaşamıyla tanışmakta onu defalarca okumaktan çok daha farklı. Biliyorum, siz bunları hiç yaşamadınız.
Kayboluşuna çok üzüldüm. Eğer bende gemisinden zamanında ayrılmamış olsak, sanırım bizde o büyük girdapta kaybolurdum.
Başka bir gün Monte Cristo adasında ihtiyar mahkûmla birlikte oldum. Yaşlı mahkûm yaşadığı sıkıntıları, hapislik hayatını ve gizli hazinesine ulaşma yollarını, genç mahkûmla birlikte bana da anlatma nezaketinde bulundu. Yalnız, genç mahkûmun hazineyi çıkardığını göremedim. Çünkü oradan başka bir adada olan Robinson Cruso’nun yanına gitmem gerekti. Yardıma muhtaç (!) genç Robinson’a ilk günlerin de çokça yardımcı oldum. Adada sürdürdüğü yaşam mücadelesindeki başarıyı neye bağlıyorsunuz. Bir şehirli olan Robinson’a ekip biçmeyi bile öğreten ben oldum. Yedek elbise olarak giysilerimi kullanmasına bir türlü alışamadım. Ve bu yüzden çok defa tartıştık. Yalnız, zaman sonra haksız olduğumu anladım. Ne olurdu yanına giderken bir çift elbise götürseydim!!
Ve Kemalettin Tuğcu. Ne zaman onunla yolculuğa çıksam aç kalır, üşür, korkar horlanır ve yalnız kalırdım. Hamallıktan sırtım yara olur, açlıktan midem yapışır ve en kötüsü mutlaka yapmadığım bir suçtan mahkûm olurdum. Soğuk ve karanlık gecelerin sokaklarında gezerken insanların acımasızlığını düşünür buna anlam veremezdim. Tabi her zaman böyle olmazdı. Yaşlı bir teyzenin beni sokaktan aldığı, sıcak bir ev ekmeği ve patates haşlaması ikram ettiği de olurdu. Ama her defasında sıcak ekmek ve patates haşlaması gelirdi önüme. Aslını sorarsanız o günlerde fazlaca yemek çeşidi de bilmezdim. Annemde genellikle ekmek pişirir ve patates haşlaması yapardı. Acaba başka yemek yapmayı mı bilmezdi, yoksa başka yemek yapacak malzemesi mi yok tu. Ama boş verin, ne önemi var artık bunların.
Bir defasında da Çin sultanına misafir olmuştum. Marco polo ile Hindistan’dan Çin’e geçmiş ve halkın büyük coşkusuyla karşılaşmıştık. İnsanlar Marco Polo’nun mu, yoksa benim geldiğime mi sevinmişti halen anlayamadım. Hem niye sevinmişlerdi ki? Bizim onlara verebilecek hiçbir şeyimiz yoktu. Küçük bir hediye bile. O halde niçin sevinmişlerdi. Acaba bugünde olduğu gibi yönetimin baskısıyla mı tören alanına gelmişlerdi.
Ben kısa bir misafirlikten sonra ayrıldım. Gezmem gereken daha birçok yer vardı. Fakat Marco Polo muhteşem Çin sarayında kaldı. Duyduğuma göre ömrünün sonuna kadar da orada yaşadı.
Daha birçok yer gezdim. Bunlar arasında Afrika ve Avrupa da var. Hatta eski Mısır ve eski Yunan devletlerine de gittim. Eski yunan devletine gidilirde Herkül görülmez mi? Herkül’le de tanıştık. Zeus’un oğlu olmakla ve sıra dışı gücüyle övünen herkül’le anlaştığımız pek söylenemez. Filmlerin aksine çok gururlu olan Herkül’ü yarım ağızla tehdit eder, kendisine çeki düzen vermesini isterdim. Tehdidim şuydu: “kalem kâğıtla hikâyende bir değişiklik yaparsam görürsün gününü.” Tabi o pek anlamazdı, anlamasını da beklemiyordum zaten.
Ve denizkızı… O nazlı, sessiz, çekingen, iyilik meleğini andıran denizkızı… O güldüğünde yer ve gök güler ve o ağladığında yer ve gök ağlardı. Halkıyla birlikte onu izlerdim. Bir gün bile yanına yaklaşıp “merhaba” diyemedim. Korkudan mı sevgiden mi heyecandan mı bilemiyorum ama “merhaba” diyemedim işte.
Size ay çocuğu da anlatmak istiyorum. Uzun yıllar önce tanışmıştık. Ay çocuğu küçük kulübesi ve hiçbir zaman büyümeyen kurumuş cılız çiçeğiyle birlikte ayda yaşardı benden başka dostu olmayan ay çocuğunu her ziyaretim onun için büyük sevinç kaynağı olurdu. Her defasında yeni bir öykü anlatırdım ona. En çok sevdiği öykü en son anlattığım “denizkızı” oldu.
Ay çocuğu koluma girer ve beni sık sık ay’da gezdirirdi. Kayalardan ve kumlardan oluşan ay topraklarını göstererek “sizin dünyanızda bu kadar güzel mi” diye sorardı. Ben de hemen hemen aynı cevabını verirdim. Ona şelalelerden, okyanuslardan, ağaçlardan, kuşlardan böceklerden ve yemyeşil çayırlardan bahsetmezdim ya!
Ve yaşaması için çaba sarf edilen kurumuş cılız çiçek… Ölü olduğu bilindiği halde neden sulandığını şimdi daha iyi anlıyorum. Yalnızlık öyle zor bir şeymiş ki; ondan kurtulmak için ölmüş olduğunu bilseniz bile kurumuş otlarda ümit yeşertmeye çalışabilirsiniz. Belki bu çaba ay çocuğu için yadırganmayabilir. Ya ormanlar içinde, küçük bir fidana özlem duyanlar ve bu özleme sebep olanlar sizce de suçsuz mu? Her neyse, geçelim bunları. Yoksa kafamı karıştıracak yine.
Beni ve dostlarımı kıskandınız mı yoksa? Biz onlarla daha neler neler yapıyoruz. Yeter ki bir araya gelelim. Durmak gelmiyor insanın içinden. Bazen kaleme hâkim olamıyorum. Yazılacak şeylerin çokluğuna rağmen ne yazacağını asla şaşırmıyor kalem. Dayanılmaz bir istek ve reddedilemez bir teklifle kalem harekete geçiyor. Öyle anlar geliyor ki yazılmasını istemediğiniz sırlarınız bile yazılıyor. Ama kimseye darılamıyorsunuz. Gereği de yok zaten. Bırakın içinizden nasıl geçiyorsa öyle yazılsın.
Garip ve can sıkıcı bir hayata sahip olduğumu düşünmeye başladınız değil mi? Bu konuda haklı olabilirsiniz ama size yardımcı olamayacağım. Sizin için bütün hayatımı değiştireceğimi düşünmüyorsunuzdur umarım.
-Hey, genç adam, sen böyle dalgın dalgın ne yapıyorsun, yazdıklarının çok yapmacık olduğunun farkında mısın?
-Aaa, sende kimsin?
-Ben senin vicdanınım.
-Ama bu imkânsız.
-İmkânsız olan ne?
-Olağandışı demek istedim
-Hayatta her şey olağan ki, bir şeye nasıl olağandışı diyebiliyorsun, sana şaşıyorum.
-Yani kişinin vicdanıyla karşılıklı konuşması olağan bir şey mi?
-Konuşmaması olağandışı değil mi?
-Lütfen soruma soruyla karşılık verip kafamı daha fazla karıştırmayınız. Şimdi beni öykümde yalnız bırakır mısınız?
-Şaka mı yapıyorsun genç adam. Bensiz olmayı nasıl düşünebilirsin. Ben olmasam, alacağın kararlara kim yardım eder.
-Benim yardıma ihtiyacım yok.
-Beni neden çağırdın öyleyse?
-Ben mi?
-Evet sen..
Ne garip şey değil mi? Yazı yazan kalemim vicdanıma teslim oluyor ve bana sorular soruyor. Aslında tüm vicdanların işidir soru sormak. Ama böylesine ilk kez rastlıyorum. Gerçek olabilir mi acaba?
-Şüphen mi var?
-Yine konuştu.
-Ben hiç susmam zaten. Ama istersen duymazlıktan gelebilirsin.
-Peki, ne yapacaksın şimdi.
-Görevimi…
-Görevin nedir?
-Hayatındaki şüpheleri gidermek.
-Hayatımda şüphe olduğunu da nerden çıkardın
-Ben çıkarmadım vardı zaten. Hem de onlarca…
-Bir örnek verebilir misin?
-Sen yaşadığından bile şüphe ediyorsun genç adam. Gerçek miyim yoksa roman kahramanı mı? Eğer gerçeksem bir insan mı yoksa rüyasında da rüya görebilen bir timsah yavrusu mu? Düşünenler varsa düşünmediği halde var olan şu ağaçlar, kuşlar da neyin nesi, yoksa…
-Sen bütün bunları nerden biliyorsun?
-Unuttun mu ben senin vicdanınım, bildiğin her şeyi bilirim. Ve şu yukarıda ki saçma sapan düşünceler var ya hepsi aklının sana oynadığı küçük oyunlar. Sanal işlerle meşgul olarak gerçek işten kaçma çabası.
-Sıkıldın mı yoksa. Bence rahat ol. Çünkü asıl meseleye giriş bile yapmadık.
-Asıl mesele nedir?
-Burada bulunma sebebimdir. Beni bunun için çağırdın. Bugün bunu mutlaka bir çözüme kavuşturmalıyız. Umarım güçlü gününü seçmişindir.
–hop tirina tirinomda cop tirina tirinom
cop tirina tirinomda hop tirina tirinom
-Kaçmaya çalışman bizi sonuca götürmez. Sadece işimizi zorlaştırır.
-Senden kurtuluş yok anlaşılan.
-Sevinmelisin, insanların büyük bir bölümü ömrü boyunca çok az vicdanının sesine kulak kabartır.
Şuan vicdanın bir anlık sessizliğinden faydalanarak bunları yazıyorum. Aksi halde kalemin kontrolü tamamen benden çıktı. Açıkçası ne yapacağımı şaşırmış durumdayım.
Gayet mantıklı düşünen bir vicdanım varmış. Hem pek de acımasız görünmüyor. Ama ne soracak bilmiyorum. Bu ürkütücü bir durum.
– Çocukluğundan beri bir türlü vazgeçemediğin hayaller…
-Hayaller mi? Hayallerin nesini konuşabiliriz ki?
-Bilmem bunu sen bana anlat. Hayaller senin için neden bu kadar önemli.
-hımm bir düşüneyim. Hayaller, evet hayaller… Benim için gerçekten önemlidir hayaller. Bunun birçok sebebi var benim için. Eğer gerçek hayatla kıyaslanacak olursa çok daha sevimli. Acıları geçici ve etkisi daha sınırlı oluyor. Hiçbir hayal sizi karamsarlığa, başarısızlığa götürecek kadar gerçekçi değildir. Orada her zaman haz duyarsınız. Çünkü hayallerinizin kahramanları sizden bağımsız değildir. Ve orada gerçek hayatta asla ulaşamayacağınız şeylere rahatlıkla ulaşırsınız. Bu o kadar kolay olur ki neredeyse hiç çaba sarf etmezsiniz. Yine isteğinize göre oraya iyileri alabilir, kötüleri dışarıda bırakabilirsiniz. Evet, çok cazip değil mi? Benim dünyamda kötülere hiç yer yok. Orada insanın isteyebileceği her tür imkân ve güzellik var. Yani bir nevi cennette yaşıyorum hayallerde olduğum zamanlar. Başka ne isteyebilirim ki?
-Acınacak haldesin
-Bu da ne demek benim ve dostlarımın mutlu olması neden acınacak bir hal olsun ki? Ben memnunum hayatımdan.
-Gayet basit genç adam. Ama önce soracağım bir soruya cevap vermeni istiyorum.
-Sence aldığı uyuşturucunun etkisiyle neşe içinde naralar atan kişinin durumu ne derece inandırıcıdır. O kişinin gerçekten neşeli, mutlu olduğunu söyleyebilir misin?
-Söylenemez pek tabi, çünkü görünen neşe kişiye değil uyuşturucuya aittir.
-Senin zeki olduğunu biliyordum zaten. Başka açıklamaya gerek var mı?
-Anlamadım
-Beni hayal kırıklığına uğratma lütfen. Az önce çok güzel bir cevap verdin. Yani senin uyuşturucu için düşündüklerinin aynısı hayaller için geçerlidir.
-Hayır, bunlar aynı şey olamazlar.
İzin verirsen buna vicdan olarak ben karar vereyim. Mutlu olman hayal kurmana bağlı olduğunu kabul ediyor musun?
-Evet
-Öyleyse senin diğerlerinden ne farkın kaldı ki? Mutluluğu sanal âlemde yaşıyorsun. Ve bu yüzden hayallerde yaşadığın hiçbir mutluluğu gerçek hayatına taşıyamıyorsun. Dolayısıyla başkasıyla paylaşacağın mutluluğunda olmuyor. Hep yalnız kalıyorsun.
-Ben hayatımdan memnun olduğum sürece bunun ne önemi var. Kimseye de ihtiyaç duymadığıma göre…
-Vicdanın olmasam ve seni yakından tanımasam sözlerine kanabilirim.
-Bak genç adam, seninle bir şey yapmaya çalışıyoruz. Gerçek dışı söylediğin her söz kendini kandırmaya yöneliktir. Biz vicdanlar kandırılamayız. Her neyse, yalnızlık meselesine gelelim. Bence sen şu ay çocuğu hikâyesini yanlış hatırlıyorsun, zihnini iyice yoklayacak olursan, ay çocuğunun yalnız olmadığını, sık sık kuyruklu yıldızlarla misafirlerinin geldiğini, bahçedeki çiçeğin kurumadığını, aksine her defasında daha çok büyüyerek rengârenk çiçekler açtığını hatırlayacaksın. Peki, yalnız sıkıcı ve verimsiz bir hayata sahip ayrı dünyaların genç insanı kim peki? Sana yabancı geliyor mu bu kişi genç adam.
-Şey çok yabancı değil sanki
-Haklısın, bu kişi çok yabancı değil bizzat sensin. Yine hayatın derinliklerinde gezen esrarengizlikler arayan, gücün verdiği gururu yaşayan yalnızlığın ürkekliğini ve sessizliğini hisseden, her gün sıcak ev ekmeği ve patates haşlaması yiyen sensin. Çok uzakta arama kahramanları. Kaptan nemo, robinson, kemalettin tuğcu, deniz kızı, hercul, ay çocuğu…Bütün bunları ruhunun derinliklerinde yaşatan senden başkası değildi.
-Gerçekler acı oluyor değil mi?
Vicdanım yine sustu. Anlaşılan bana düşünmem için zaman veriyor. Bilmiyorum bilemiyorum ne diyeceğimi. Aslında vicdanım söylediklerinde çok haklı. Ben bunları bildiğim halde kendime bile söyleyemedim. Yalnız bu işin sadece görünen kısmıdır. Konuşulması gereken birçok konu var.
-Öyleyse konuşalım.
-Tamam konuşalım. Ama önce bende sana bir soru sormak istiyorum
-Sorunu biliyorum. Hayal âlemini tercih etmenin sebebini bilip bilmediğimi soracaksın.
-Evet, sorumu bildin. Şimdi de cevabını bil.
-Sorunu da cevabını da biliyorum. Tercihini hayal âleminden yana kullanmanın sebebi; gerçek dünyada, insanların önlenemeyen yanlış, hatalı ve kötü tutumları.
-Doğru fakat yeterli değil bu cevap. Dünyada yaşanan acılar, kederler bu kadar basit açıklanamaz.
– Peki bana yaşadıklarını ve gördüklerini biraz anlatır mısın?
-Hangisini, o kadar çok ki, bu dünyanın çivisi çıkmış, tuzu kokmuş. İnsan denen canlının bedeni kalmış, ruhu kaçmış. Bu dünyada yaşanabilir ne kalmış. Hiç bir şey. Var olan sadece acı, korku, kötülük, savaş, zulüm, düşmanlık, şeytanlık… Eşyanın sınırlı olduğu bir dünyada ihtiyaçlar sınırsız olarak belirlenmiş. Hal böyle olunca herkes daha çok kazanma hırsına bürünmüş. Ve onlar için tüm kazanma yolları meşrulaşmış. Bu kazançlar birilerinin açlığına, birilerinin ölümüne, ayrılığına, sömürülmelerine rağmen de olsa gerçekleştirilmeli denmiş. Birçok masum insan birilerinin daha çok kazanma hırsının kurbanı olmuş. Nedenini niçinini bilmeden… İnsanları bilinçli bir çalışma ile köleleştiriyorlar. Hem de adına hukuk denen bir sözleşme ile. Çağdaş köleler… Bu işçiler günün yarısını ayırdıkları işlerinden arta kalan zamanları, televizyon izleyerek ya da maaşa ne kadar kaldığını hesaplayarak geçirirler. Onlar için aile denilen şey doyurulmayı beklenen bir kalabalıktan başka bir şey değildir. Her ne kadar bunu kabul etmeseler de bu böyledir. İnsanlar yine insanlar tarafından maddi varlıkları soyulmakla bırakılmamış var olan tüm manevi değerleri de onlara hizmet edecek şekilde çalınmıştır. Ve sayıları milyonları bulan zombi köleler oluşturulmuş. Onlara heyecan, korku, sevgi, şefkat artık öyle yabancılaştırılmış ki karşılaştıkları ufacık bir sevgiye en iyi cevapları ne istiyorsun olmuş. Gözlerin konuşması kalplerin dinlemesi unutulmuş, her şey sözlerde ve kağıt üzerinde anlam kazanır olmuş. Buna kendilerini öylesine inandırmışlar ki yemek mönüsünü çocuk ismini takvim yapraklarından, ahlak kurallarını kitaplardan dinlerini geveze çenelerden, sevgilerini ise kuru sözlerden öğrenir olmuşlar. Yemyeşil çayırlar ve o güzelim hayvanlar ancak adına park denilen kapalı mekânlarda bulunur olmuş. Birçok bitki ve hayvan nesi tükenenler kitabına kaydolmuş. Masmavi gökyüzü ve denizler ise eski masallarda kalmış. Bozulma öylesine artmış ki hormonla tanışmamış insan ve bitki kalmamış. Ruhlar gibi bedenlerde suni yetiştirilir olmuş. Ve hastalıklar çoğalmış. Bu hastalıkları daha çok ilaç satmak için bizzat insanların kendileri çoğaltmış. Ve hasta insanlar da bu şekilde dünyayı daha çok hastalandırmışlar. Şimdi bana söyler misin sevgili vicdanım milyonlarca kaderin bir kişinin elinde olduğu bu dünyada benim işim ne? Sevmek için girdiğim kalplerde onca aç kurda rağmen o kalplerde mi kalsaydım? Gösterdiğim şefkatin ücretini ödemeye çalışan insanlarla pazarlık mı yapaydım? Hareketli yaşantımla rahatlarını bozduğum ve düşmanlıklarını kazandığım birileriyle anlaşarak tüm insanlığı satsa mıydım? Hayır, hayır ben bunları yapamam yapabileceğim en iyi şey, kendi dünyamı kurmaktı ben de öyle yaptım. Şimdi beni anladın mı?
-Ben seni zaten anlamıştım.
-…
-Söylediklerine katılıyorum. Tespitlerin ve gerekçelerin gayet tutarlıdır. Ama bunlar senin gerçeklerden kaçmana gerekçe gösterilemez.
-Beni sen anlamamışsın
-Gayet iyi anladım. Sadece işin doğrusunu bulmaya çalışıyorum. Demeye çalıştığım şey şu: sen her şeyiyle çökmekte olan bir dünyada yaşamaktasın, çevrende gelişen olaylara kayıtsız kalamayacak kadar bir iç dünyaya sahip olmak, gözlemleyen bilincini geliştirmiş. Ve hayata daha başka bir bakış açısıyla bakabilir olmuşsun. İnsanlar duygusal kararlarını mantık süzgecinden geçirmeden uygulamaya çalışırlarsa doğru karar vermiş sayılmazlar. Senin kararlarında da duygusallık var. Sen pireye kızarak yorgan yakanlardansın.
-Emin misin şu pire meselesinden? Az önce anlattıklarım pire meselesi miydi sence?
-Değildi kuşkusuz. Ama hiçbir sorun bir insanın azminden hırsından ve sevgisinden üstün değildir. Öyleyse üstün olanı korumak iş bakımından daha büyük değil midir?
-Tabi ki daha büyüktür.
-Bende bunu demeye çalışıyorum. Gerçek dünyada karşılaşacağın hiçbir problem senden daha güçlü değildir. Bu durumda yaşananları değiştirmek senin elindedir.
-Ama ben yalnız başıma koca dünyayı nasıl değiştirebilirim.
-İşin hep zor yanına bakıyorsun genç adam. Senin dünyan görülebilen bir hedeftir. Ve görülebilen her hedef ulaşılabilir. Ama bu küçük gerçek seni hep korkuttu. Her defasında sahip olduğun az miktar bir mutluluğu kaybetme korkusu seni bir şeyler yapmaktan alıkoydu. Örneğin sen doğayı sevdiğini söyledin ama bugüne kadar bir fidan bile dikmiş değilsin. İnsanları sevdiğini söylüyorsun ama onlardan gelecek en ufak bir sıkıntıya göğüs germiş değilsin. Zulmü sevmediğini söylüyorsun ama seni sevenlerden kaçarak onlara zulmediyorsun. Harekete değer verdiğini söylüyorsun ama en hareketli anların hayallerde geçiyor. Yardım etmenin, hem de karşılıksız yardımın gereğine olan inancın tam. Fakat sen bugüne kadar kendine bile yardım etmekten kaçındın. “mutluluk için ya kendinizi ya beklentilerinizi değiştirin” dedin “sahte mutluluklardan kaçının” dedin ama kendin suni mutluluklar yaşadın. Bu ne kadar çelişki genç adam.
-Lütfen beni suçlama.
-Kimi suçlama mı istiyorsun? Cin Ali’yi mi yoksa Herkül’ü mü yoksa Ay Çocuğunu mu? Haa. Cevap ver.
Vicdan neden kızdı anlamadım. Onu bu denli kızdıracak ne söylemiştim. Çok kızmış görünüyor. Onun bu hali korku ve heyecan uyandırdı bende. Kendimi iyi hissetmiyorum artık. Bir rahatsızlık başladı bende. Damarlarımdaki kan taşmaya çalışan su arkı olmuştu sanki.
Vicdan artık konuşmuyor haykırıyordu.
-Cevap versene, kimi suçlamamı istiyorsun?
-Ben sadece
-Ben mi, o da ne demek?
-Ben, yani benim, genç adam,
-O ne biçim isim öyle, adın yok mu senin?
– Var olmaz olur mu? Şey. Unuttum
-İnsan ismini unutur mu? Sen yoksa yok musun?
-Hayır, varım, işte buradayım
-Hani nerdesin, ne oldu, kafan mı karıştı, haydi yine şarkı söylesene.
Hoptirina tirinom da…..
-aaaaaaaaaaaaahhh…
Genç adam ayağa fırladı. Kalem ve kâğıtlar masayla birlikte etrafa saçıldı. Titriyordu, üşümekten değil; heyecandan korkudan. Genç adam, rüya görmüştü. Yazmak için oturduğu masa başında bir süre sonra uyuyakalmıştı. Havada karardığına göre çok uzun zaman geçmişti.
Odasının hemen karşısında yanan sokak lambasının ışığı odanın içerisini aydınlatıyordu. Genç adam pencereye yaklaştı.
-Bu yıl kış erken geldi diye düşündü.
Gökten yere doğru süzülen kar kristalleri bugün daha fazla parlıyordu. Genç adam yaşadıklarını anlamaya çalışıyordu. Bütün bunların bir çözümü ve çözümünde bir sahibi olmalıydı. Acaba çözüm neydi ve sahibi kimdi? Kendimi, arkadaşımı, dostlarımı, yoksa okur mu?
Ve yine mırıldandı, ama bu defa başka bir şey.
“Dışarıda ürkek ürkek yağan kar taneleri,
Ve içimde yanan anlamsızlık ateşi”
….