Bir mimarlık fakültesi öğrencisi olarak hayatımın ilk 21 yılında Turgut Cansever’e dair bir kelime dahi duymamış olabilirim. Ta ki mimar bir arkadaşım Cansever’den bahsedene kadar.
Turgut Cansever kimdir, internetten bakılarak bu sorunun cevabı kolaylıkla alınabilir. Benim gözümde Cansever, imanlı ve dert sahibi bir şahsiyettir. Allah rahmet eylesin, 4 yıl önce bugün vefat eden bu zat hem Allah diyor, hem de şehre ve medeni olan, Medineli yani şehirli olan insana dair kaygı duyuyor.
Şu sıra Cansever’in Kubbeyi Yere Koymamak adlı kitabını bitirmiş bulunuyorum ve şehre dair Müslümanca kaygılar duyup, dert sahibi olunduktan sonra çaresiz de olmadığımızı, ‘Amerika’yı yeniden keşfetmek’ gerekmediğini anlamış bulunmaktayım.
Kitap diyaloglar halinde ilerlemekte ve kitapta Uğur Tanyeli, Ömer Madra, Nevzat Sayın, Fehim Taştekin, Mustafa Armağan, Mustafa Kutlu gibi önemli zatlar ile Cansever’in hasbihalini adım adım takip etmek mümkün. Söyleşilerin bazısısında 20 yıl kadar eski, bazısında ise 50 yıl önceki görüşlerinden bahsetmiş merhum Cansever. Bu noktada kendisinin ileri görüşlülüğünü ziyadesiyle tetkik etmek mümkün. Devlet kademelerinde önemli meselelere öncülük etmenin yanı sıra eserleri ile de 3 kez Ağa Han Mimarlık Ödülü almış.
Kitap Mustafa Armağan tarafından derlenmiş ve yeni baskıları Timaş Yayınları tarafından yapılmış. Kitapta ağırlıklı olarak değinilen belli başlı meseleler birkaç ana başlıkta incelenebilir.
Standartlar: 67 veya 74 m2, ortalama bir aile için yeterli bir büyüklük
Cansever’e göre bina kullanıcılarına, belli standartlar ve topoğrafyaya uygun, manzara veya abide seçeneği bulunan çok çeşitli yapı (konut veya sosyal tesis) seçeneği sunulabilir. İslami sınırlara nazaran yapılabilecek uygulamalara örnek olarak da komşu bahçesine belli mesafeye inşa edilen konutlar, bir annenin konut bahçesinde oynayan çocuğunu mutfak penceresinden görebilmesi verilebilir.
Cansever bu noktada ecdadın uygulamalarına dönüp bakmayı uygun buluyor ve Osmanlı’da var olan prefabrikasyon sistemden bahsediyor. Taşıyıcı sistemi oluşturan inşaat elemanları hazır üretildikten sonra geriye sadece yapbozu birleştirmek kalıyor. İskandinav kooperatifleri işte bu yüzden başarılı oluyor.
Osmanlı evine bakıldığında ev halkının yaşam alanı olan ‘hayat’ adlı ortak bir mekân, hayata açılan kız ve erkek çocukların çalışması ve yatması için ayrı birer oda görülüyor. Kalabalık aile dahi olsa kişi başına düşen konut alanı açısından büyük tasarruf söz konusu. Şimdi ise kişi başına 25 m2 ile ortalama bir aile 100 m2 içinde yaşıyor. Halbuki 67 veya 74 m2 yeterli bir büyüklük. 19. yy Fransız evi örneği ile oluşturulan bu mekân israfı acilen terk edilmeli…
Döneme dair tecrübelerini paylaşan Cansever’e göre, Ankara-Batıkent İmar Planı’nın yapım aşamasında ODTÜ kökenli mühendisler işletmeci zihniyetle planı yaptılar. Cephe 6.5, derinlik:18, arka bahçe:7 metrekare olarak ideal şehir parselleri zamanla 6.5 x 25’lik yapı adalarından oluşacak diye bir kanı oluşturuldu. Bu parseller belirlendikten sonra yollar araziye gidilerek düz çizgiler halinde çiziliyordu. Bazı yollar ile konut girişleri arasında metrelerce fark oluşuyordu.
Topoğrafyaya uyumlu, yağmur suyunu tasfiye eden yolları binaya uygun mesafe ile inşa eden gecekondu sahipleri ise, hassasiyet sahibi bir zihniyet ile komşuyu rahatsız etmemek için yapıyı parselin zıt köşesine yapıyorlar. Sosyal mesafeleri düzenleyen bu ahenk, katılımı da en güzel şekilde oluşturur. Muntazamlığın ve dikdörtgen tabanlı binaların meziyet zannedildiği o dönemde, binanın oturduğu arazi parçasının topoğrafyadan farklılaşıyor olması toplumsal ve kültürel dokunun yansımasıdır.
Modernleşme ve kötü sonuçları: Evler kıble istikametindeydi
Zaman içinde sanayileşme dönemi ile beraber tarımda makinalaşma sonrası işgücü için ihtiyaç azaldı. İşsizlik arttı. Ucuz işgücü sağlamak kolaylaştı. Sömürgecilik arttı. Refah seviyesi artan toplum bireyleri 2-3 araba sahibi olunca yol ihtiyacı arttı. Toplumun büyük kesimi daha fazla konut sahibi olmaya başlayınca yeni konut alanlarına ihtiyaç duyuldu. Şehirde yer kalmadığı için müstakil yerine dikey konutlar ve ’gated community’ler ortaya çıktı.
Ölçek kaygısı yerini nicelik kaygısına bıraktı. Geçmişte nicelik değil ölçek önemli idi dinî yapılarda. Ecdad cami yaparken arkasındaki evin camını normal ölçülerden küçük yaparak camiye ölçekle heybetl, bir duruş kazandırmış. Şimdiki gibi gösterişe, gizli şirk uğruna uygulanan projelere rastlamak çok zor o zamanlarda.
İstanbul’un nüfusu zaman içinde 50 binden 550 bine çıkınca göç dalgaları sonucu İstanbul’a ilk köprü yapılıyor. Unkapanı Köprüsü beraberinde yeni taşıt yollarını da getiriyor. Plan tadilatları yapılıyor. Halkla at üzerinde iç içe olan yönetim, arabalarla halktan kopuyor. İktisadî faaliyet artıyor. Tersane ile sanayileşme başlıyor ve Haliç de artan sanayi faaliyetleri ile kirleniyor. Somut çevre kirliliklerinin yıkıcı etkisi dışında, bütün insanî duyguların kaybı söz konusu bu noktada.
19. yy ikinci yarısına kadar evler kıble istikametinde iken, modernleşme bağlamında Tanzimat ile beraber 45 derece döndürülüyorlar. Paris Bulvarı taklidi denize bağlanan iki tarafı ağaçlı yollar ile tarihî yapılar yok ediliyor. Var olan gecekondular yıkılarak ve ağaçlar kesilerek, doğal olmayan bir yapılaşma örgüsü gerçekleştiriliyor.
Cansever’e göre esas itibariyle loncalar kapatılınca büyük sorunlar başlıyor. Mimarinin erbabı kalfalar yerine, yurtdışından kültürümüze yabancı mimarlar ve plancılar getiriliyor. Yine modernleşme uğruna kültürümüzden koparılmak için tekkelerimiz kapatılıyor. Tevazu ve dinî hassasiyetle, kendi dışında başkasını da düşünen ve yaşadığı çevreyi güzelleştirme görevini sahiplenen insanlar yok oluyor.
Bunun sonucunda yüksek sanat eserleri üreten kültür şehri yerine dış ticaret şehri yapılıyor, yeni köprü önerileri getiriliyor. Üretken sanatlar yerini yeni ve ithal olana, sadece konuk olunup katkı sağlanmayan sanatlara bırakıyor. Sinema, tiyatro, edebiyat gibi…
İfade özgürlüğünün zamanla katledildiği ülkemizde, İstanbul sınırları içine yapılan konutun aynısı Mardin’e de yapılıyor. İklim şartları, sosyal yapı gibi kıstaslar tamamen göz ardı ediliyor. Soğuk, beton bloklar yapmakla itham ettiğimiz TOKİ için yeni bir umut doğduğunu da eklemek lazım bu noktada. Bölgelerin iklim şartlarına göre yeni projeler üretecek elemanların alındığı yeni birimler açılmış TOKİ bünyesinde, hayra sebep olur inşaallah.
Daha önce bahsettiğimiz gibi Tanzimat sonrası modern addedilen ve zamanla artan çok katlı betonarme konut maliyetinin metrekare fiyatı daha fazla olduğu apaçık ortadadır. İngiltere’de yönetime Thatcher geldikten sonra çok katlı konutların çoğu yıktırılıyor. Bu gidişle 15-20 sene içinde de hiç kalmayacağı tahmin ediliyor.
Hac’da şeytan taşlayıp şehirde şeytanla kucak kucağa oturmaya zorlandığımız toplumun da aslında %98’i DPT verilerine göre bahçeli konut istiyor. Araştırmalara göre çok katlı konutta yaşayan çocuklar ve yaşlılar da bunalıyor.
Rant: Güzel ev yapmak değil, toprağı sömürmek
Günümüzün sorunlu meselelerinden biri de rant konusudur. Cansever’e göre parsel büyüklüğü, merkezde bulunan dini ve sosyal tesisler çevresinde daha küçük önerilmeli. Şehir merkezinden uzaklaşıldıkça yavaş yavaş büyümeli parseller. Böylece daha büyük parselin sahip olduğu yeşil alan, daha küçük olan komşu parsele manzara temin eder.
Rant meselesinin olmadığı o zamanlarda adalet anlayışı hâkimdi. Arazi mülkiyeti ticarî alanlarda vakıflara ve hayır kurumlarına aitti çünkü konut için merkeze yakınlık veya ticari yapı için bir han içinde bulunmak bir avantajdı. Bu arazilerden gelecek ekstra gelirler vakıf eli ile tekrar kamuya dönerdi. Şahısların tekeline gitmezdi.
Osmanlı döneminde bir binanın kaç katlı olduğu önemli değildi. Evler müstakil yapılardı ve yoğunlaşma ile toprak rantı oluşmazdı. Ve böyle bir mahallede sosyal donatı da mahalle sakinleri tarafından tesis edilirdi. Rant sadece ticarî kurum bulunan alanda oluşurdu.
Her kullanıcıya aynı özgürlük tanınırken, aynı sorumluluk da yüklenirdi. Merkezde küçük arsalarda yüksek yoğunluk 2-3 katlı yapılarla sağlanırken, merkezden uzakta tek katlı bahçeli yapılarla yoğunluk düşürülürdü. Maliyetler eşit kalırken rant putu ile gözlerini para bürümeyen insanların amacı toprağı sömürmek değil de güzel ev yapmak olurdu.
Katılım ve bütüncül planlama yaklaşımı
Turgut Cansever, o dönem bir proje için Türkiye’ye çağrılan Prost’u bulvarlar açtığı ve şehri bir bütün olarak ele almadığı için eleştiriyor. Avrupa mahalli idarelerinde kullanıcı katkısı ve bütüncül bir planlama yaklaşımı çok önemlidir. Malzemeden yapım şekline kadar bu yapbozun her aşamasında kullanıcı müdahildir.
1980 İtalya’sında, Komünist Parti’de yerel yöneticiler kararları halka aldırdıkları için başarılı oldular. İngiliz, Fransız, Hollandalı yöneticiler, Müslüman ülkelere gidince ilk olarak mahalle teşkilatlarını dağıtıyorlar.
Menderes dönemi: İstanbul planlarla toplu şekilde apartmanlaştırılıyor
Menderes dönemi Türkiye tarihi için önemli zamanları barındıran bir dönem. Cansever de bu tarihin, devlet kademelerinde çalıştığı dönemlerde yakın şahitliğini yapmış bir zat.
O dönem belli isimler var. Misal Wagner güzel bir plan yapacak iken izin verilmiyor. Molke yanlış bir yöntemle ilk imar planını yol ağırlıklı şekilde çiziyor. Prost İstanbul için Yarımada Nazım İmar Planı hazırlıyor. Diğerlerine nazaran daha fazla yeni yol önerileri getiren bir plan 1957 Prost planı. Atatürk Bulvarı’nı açan, Kuruçeşme’de Art Nouveau saraylarını ve tarihî eser değeri bulunan Boğaziçi yalılarını yıktıran bir bu planın dönem valisi ise Lütfi Kırdar. Bugün gündemde olan bir başka meseleden, Taksim’den bahsetmek gerekirse; yine Prost planı ile Taksim Kışlası da yıkılmış oluyor.
İstanbul Teknik Üniversitesi hocaları “Prost Yarımada planı yaptı, biz de Beyoğlu’na Nazım Planı hazırlamalıyız” diyerek Prost’la aralarında görüş ayrılığı olduğu için bu işe girişiyorlar. 5 İTÜ hocasının hazırladığı plan, şehri kuzeydoğuya ve ormanlara doğru gelişmeye yöneltiyor.
Limanlar yaptırmak istiyen Menderes ısrarlara dayanamıyor ve biraz iyi niyet kurbanı oluyor. “Limanlar uygun değil” raporu almış olmasına rağmen o limanlara göre yol aksları açılıyor ve bu proje Bayındırlık BakAnlığı tarafından destekleniyor.
Menderes’in danışmanı Piccinato olduğu dönemde kendisi Prost’tan daha objektif olmasına rağmen, köprü yapılmaması gerektiği halde yaptırılıyor. Köprü yapılırsa gelişim kuzeye doğru olacak denmesine rağmen inanılmıyor raporlara. Ayrıca İstanbul bu dönemde planlarla toplu şekilde apartmanlaştırılıyor.
Yine aynı dönemlerde İmar İskan Bakanlığı’nın kuruluş yasasını Aydın Germen’le Cansever hazırlıyor.
Koruma ve sürdürülebilirlik: Napolyonvari zihniyetten gelecek kuşaklar kurtarılmalı
Turgut Cansever, yine Kubbeyi Yere Koymamak kitabında sürdürülebilirlik adı altında değişmeyen ve kuşaklar boyu yıkılmadan kalan katı formlara, gelecek kuşakların katılıma kapalı bir sistemle hapsedildiğinden bahsetmektedir. Bu noktada sürdürmek ama ‘neyi’ diye soruyorum kendime. Cansever konuya en güzel örneği Japon mabetleri ile veriyor. Orman içinde 2 parselden birine yapılan mabet, 20 yıl sonra diğer parsele benzeri yapıldığı zaman içindeki eşyaların taşınması sonrasında yıkılıyor.
Mevzubahis malzeme sürdürülebilirliği olduğu zaman ise beton ve ahşap arası farka dikkat çekiyor. Ahşap bir bina yıkılsa da aynı malzeme ile benzeri veya yenisi inşa edilebiliyorken, betonarme yapı için durum içler acısı. Araştırmalara göre ahşap malzeme kullanan Japonlar’ın müteyakkız (tek katlı, müstakil) evlerinde yangın riski yüksek oranlarda değil. Hepimiz biliriz, daha şuurlu bir yaşam ile mutfakta tabak kırmadan bir ay geçebilir.
“Çevre şuuru ve sorumluluğu ile şehir kendi kendini inşa edebilir fakat gelecek kuşaklara da geçmiş dönemlerin mimarisini gösterecek eserler bırakılmalı” diye ekliyor Cansever. Bu yapılar kamu kurumları ile sınarlanırsa, sivil mimarlık örnekleri de günlük hayatın dinamizmi ile inşa olunur ve Napolyonvari zihniyetten gelecek kuşakların şehirleri korunmuş olur.
Fatma Betül Demirel
www.dunyabizim.com