İslamî coğrafya kelimenin tam anlamıyla bir başıbozukluk yaşıyor. Minarelerin göklere yükseldiği mekânlarda hiçbir şey yerinde sabit değil.
Suriye’de rejim kendi halkını katletmeye devam ediyor. Beşşar Esed rejimi, bütün dünyanın, katliamlarına bigâne kalmasının tadını doyasıya çıkartıyor.
Irak’ta belli ki, üç yeni ülkeciğin peyda edilmesi gibi planlar gerçekleşinceye kadar sular durulmayacak.
Mısır’da darbe yönetimi, tam da Ortadoğu rejimlerine yaraşır bir ‘seçim’le, darbeci generali, Mısır’ı yeni ufuklara uçuracak bir yönetim için Cumhurbaşkanı koltuğuna oturttu. Türkiye Cumhurbaşkanı da, eski darbe generali, yeni Cumhurbaşkanını tebrik etmede kusur etmedi…
Şu anda gündemin en önemli konusu, Irak Şam İslam Devleti (IŞİD) denilen bir örgütün Irak’ta estirdiği siyasî ve askeri rüzgârdır.
Acaba bahsedildiği gibi, IŞİD, Irak’ın üç bölgeye ayrılması projesinde, Sünni Arap bölgesinin taşeronu olmak üzere mi işbaşındadır?
Bu işin siyasî sonuçları ne olursa olsun, bir zamanlar İslam’a vatanlık yapmış beldelerin maruz kaldığı muamele çok esef vericidir. Esef verici olan şudur: Müslümanlar nasıl da küresel güçlerin elinde tam bir paçavraya dönüşmüş durumdalar. Batı dünyası Müslümanları istediği gibi evirip-çevirmekte, diledikleri her oyunu bu topraklarda gösterime sunmaktadırlar. Belirledikleri politikaların biraz modası geçince, onları geri dönüştürerek, yeni oyunlarını sahneye koymaktadırlar.
Dikkat edilirse İslami olarak bilinen bütün ülkelerde terör en azgın dönemini yaşamaktadır. ‘Müslüman’ kavimler her geçen gün yeni bölünmeler, kamplaşmalar ve mezhep çatışmalarına doğru itilmektedir. Terör, Müslümanların parçalanmalarını ve kamplaşmalarını daha da hızlandırmaktadır.
Selefi ve sözde cihadçı örgütlerin kafa kesme görüntüleri, bütün herkesin midesini bulandırmaktadır. Adeta kan akıtmaya susamışlık ve kan dökmenin, Allah’ın razı olacağı en kutsal ibaretmiş gibi bir görüntü vermeleri, İslam’a yapılabilecek en büyük hakaret olsa gerektir. Hangi örgüt bir beldeyi ele geçirse, hemencecik, bir öncekinin yaptığı vahşetin aynısını uyguluyor. Birbirlerinin mülklerine el koyuyorlar, araçlarını gasp ediyorlar ve savunmasız zavallı kadınların namusunu mubah sayıyorlar.
Bütün bunlardan Allah’ın razı olmayacağı aşikârdır.
Bütün dünyaya İslam’ın diriltici/hayat bahşedici mesajını götürmesi gereken bir ümmetin, kendi topraklarında mezhep ayrılıklarını birbirini öldürmeye gerekçe yapmaları, olsa olsa Allah’ın lanetini celp edebilir.
Tabi ki mezhep çatışmalarında hiçbir zaman suçlu tek taraf değildir. Elbette IŞİD’in bazı icraatlarının çok haklı gerekçeleri de bulunabilir. Bugün IŞİD Şiilere karşı intikam sesleri yükseltiyorsa, İran’ın da bu intikam duygusuna zemin hazırlayan politikaları oldu ve bu da kesinlikle yanlıştır. Müslümanlar arasında büyük ‘Mezhep savaşları’ olarak nitelenecek bir büyük fitnenin kapıya dayanmış olmasında İran’ın payı büyüktür. Bir ‘İslam Cumhuriyeti’ olma iddiasındaki bir yönetimin, kendi mezhebinden olmayan Müslümanlara karşı tutumu ve genel itibariyle mezhep algısı bu olmamalıydı.
Bütün bunlara rağmen İslam ümmeti, bir büyük fitnenin içine, ateş çukurunun tam ortasına düşürülmek istendiklerini fark etmek zorundadır.
Gücü yetenin, gücü yettiklerini kurşuna dizmesi, esir alınan insanların kafasını kesip bütün âleme teşhir edilmesi, savunmasız insanların kaçırılması, tedhiş, tehdit, terör estirmek hiçbir şekilde İslam’la alakalı değildir.
Tam bu noktada biz Müslümanlar, aslında nasıl da, vahdet olmadan önce tevhid olmaya önem vermemiz gerektiğini bir kere idrak etmek durumundayız. Fikre, müzakereye, tartışmaya kapalı, ‘söyletmeyin, vurun!’ havasındaki bir selefilik, her şeyden önce selef’e yabancıdır. Rabbimiz Allah, bizzat kendisinin gerçekliğini bile insanlar nazarında tartışmaya açıp, Allah’ın mevcudiyetinden kuşku duyanları münakaşaya, delil getirmeye davet ederken, en küçük ve hem de Din’in en detay meselelerindeki farklılığı ölüm sebebi saymaları tam bir cinayettir ve zulümdür.
Dolayısıyla biz Müslümanlar fikre, tefekküre, tezekküre, taakkul’e, tedebbüre çok ama çok önem vermeliyiz. Allah rızası için, hakikati bulma uğrunda fikir teatisi yapmaktan çekinmemeli, halis niyetli insanlarla hayatı, siyaseti münazara ve münakaşa etmekten çekinmemeliyiz ki Allah’ın rahmetine nail olabilelim. Aksi takdirde, at gözlüğü takmış insanlar, dünyayı kan gölüne çevirmek için yeterince bomba ve silah ele geçirmekte zorlanmayacaklarını bilmemiz gerekmektedir…
CUMHURBAŞKANI ADAYLIĞI HAMLELERİ
Yaklaşan Cumhurbaşkanlığı seçimleri bir kere daha bu ülke insanına artık siyasal omurgasızlığın hâkim olmaya başladığını, siyasetin tanrısının tamamen çıkarlar ve politik hesap-kitaplar olduğunu ortaya koymaya başlamıştır.
Muhalefetin son, şaka gibi ‘çatı adayı’ açıklaması bir yana, Ekmeleddin İhsanoğlu’nun, kendisine yapılan teklifi geri çevirmemesi ve aksine, iki gün içerisinde hemencecik rolüne ısınmış olması, üzerinde birkaç kelam etmeyi hak etmektedir.
Ekmeleddin İhsanoğlu’nun, kendisine yapılan teklifi geri çevirmediği gibi, anında teklife tav olmuş tavrı, bu işin bir geçmiş sürecinin olduğunu düşündürmektedir. Prof. İhsanoğlu’nun Kemal Kılıçdaroğlu CHP’si ile MHP’nin beğenisini kazanması doğrusu büyük bir siyasî başarı(!) ise de, ister istemez zihinde bazı sorular oluşmasına sebebiyet vermektedir.
CHP genel başkanının -belki de belli bir mezhepte yaygın olarak kullanılan ‘ekber’ gibi isimlerden mülhem olarak- şimdiden ‘Ekmel Bey’ diye telaffuz ettiği Ekmeleddin İhsanoğlu’nun soyadı, babası İhsan Efendi’ye atıf yapmaktadır. Ali Ulvi Kurucu’nun verdiği bilgiye göre, Yozgatlı Müderris İhsan Efendi Kahire’ye 1925 yılında gelmiş. Bindiği vapurda Mehmed Akif de varmış ve ilk defa orada tanışmışlar Akif’le.
İhsan Efendi, daha önce Türkiye’den göçmüş bir paşa ailesinin kızıyla evlenmiş. İlk iki erkek çocuğu küçük yaşlarda ölmüşler ve üçüncüsünün adını Ekmeleddin koymuş.
Ali Ulvi Kurucu’nun verdiği bilgilere bakılırsa, Müderris İhsan Efendi, yeni kurulan rejime karşı ciddi bir tavır içerisindedir. Bir bayram günü Ali Ulvi Kurucu’nun da aralarında bulunduğu bir grup, İhsan Efendi’nin evindedirler. Hamdi Kasapoğlu, bir vesile ile, Türkiye’ye döndüğünde millete karşı rastgele “şu haramdır, şu helaldir” demeyeceği, bilhassa “şapka haramdır” diyenlere karşı, “Bakın millet, ben iki şapka birden giyiyorum” diyeceği gibi sözler sarf eder. İhsan Efendi, “Sus ulan dangalak sahtekâr!” diyerek Kasapoğlu’nu azarlayarak, haddini bildirir. “İki şapkayı giyip de ne kazanacaksın? … Müslüman millet senin yüzüne tükürecekler” mealinde sözlerle sürdürür tekdirini. Müderris İhsan Efendi’nin tepkisi arasında şöyle bir cümle de bulunmaktadır: “Millet, başına geçenlerin hıyanetleri yüzünden şimdi şaşkın ve üzgündür.”
İşte Ekmeleddin Bey, böyle bir babanın oğludur ve CHP Genel Başkanının olağanüstü teveccühüne nail olmuştur. CHP ve MHP’nin Cumburbaşkanı adayı olarak ismi açıklandıktan sonra Cumhuriyet gazetesine verdiği ilk beyanatında, adeta babasına dair bir reddi mirasta bulunurcasına, Mustafa Kemal’le ilgili tam da ‘usule uygun’ beyanatlar veriyor ve İslam’la siyasetin birbirine karıştırılmaması gerektiğinin altını çiziyor. Yani laikliğe, hak ettiği değeri ve saygıyı göstermiş oluyor! Öyle zannediyorum ki, şu an itibariyle, beklenen cevap alınmıştır…
Ekmeleddin Bey’in, soy ismini borçlu olduğu babası İhsan Efendi hayatta olsaydı, acaba oğlunun M. Kemal’le ilgili Utku Çakırözer’e verdiği beyanattan dolayı, Hamdi Kasapoğlu’nu payladığı sözcükleri oğluna da yapıştırır mıydı, orası pek belli değil…
CHP’lilerin, ismini nasıl ezberleyecekleri kaygısına düştükleri Ekmeleddin İhsanoğlu’nun Cumhurbaşkanı seçilmesi pek mümkün görünmese de, hem Cumhuriyetin kurulduğu yıllardaki ‘muhalefet’in fikrî derinliği(!), hem de o günkü muhaliflerin, yetmişlik çocuklarının geldiği nokta bakımından epey öğretici özelliği bulunmaktadır.
Cumhuriyet rejimi, muhafazakârların eliyle kendini sağaltmaya ve fıtratına uygun yeni ‘araçlar’ keşfetmeye devam etmektedir…