Yüreğimizin derininde hissettiğimiz depremin üzerinden bir aydan fazla zaman geçti. Hâlâ da yer sakinleşmiş değil. Sarsıntılar irili ufaklı devam ediyor. Her an yeniden geldim geleceğim diyor. Bu korku ve panikle diken üstünde bir hayat yaşıyoruz. Her artçıda acaba nereler yıkıldı da Allah’ın belası betonların altında kimler kaldı diye kaygılanıyoruz. Geçmişte yaşanılan benzeri afetlerden ders çıkarılmadığı için isyan ediyoruz, dişimizi sıkıyoruz. Makyajlanmış apartmanlar, rezidanslar acaba kaç kişiye daha mezar olacak? Yıkılınca altından kimseler sağ çıkmasın diye mi yapılıyor? Cinayet değil mi bu? Bunu yapanlara, izin verenlere, arka çıkanlara günah olarak yetmez mi?
Bir gün betonun günahı kebir olacağını hesap etmek gerekiyordu. Senelerdir deprem geliyorum demesine ve tüm uyarılara rağmen betonarme evleri fayın üstüne yapmak, tarım arazisine, ovaya, eski nehrin toprağına çakmak nasıl bir zihindir? Kitabı Kerim’deki misalde dediği gibi, ‘evini kaymak üzere olan uçurumun kenarına yapan kişi’ akla geliyor. Arkasına şu ayeti şöylece haykırmak istiyoruz, ‘Onlara şehirleri mahvediyorsunuz dense, hayır biz ancak imar ve iskan ediyoruz derler.’ Nasıl bir adalet ve kalkınma değil mi?
Geçmişte ya da şu an ki tüm partiler ve onların belediyeleri bu günahı kabul edecekler mi dersiniz? Sadece bir kaç müteahhit tutuklandı o kadar. İstifa falan beklemeyin, şimdiye kadar hangi sorumlu makam bunu yaptı ki? Helallik istendi de bu sebeplerden değil elbette, zamanında müdahale edememektendi!
Betona geri dönersek, zaten geri dönüldü ya. Geri dönüşü(mü) olmayan o günaha, depreme dayanıklı kalıcı konutlar yapılacak diye yine dönüp dolaşıp ona sığınıldı. İnsanların altında ezildiği, çıkarılamadığı, enkazının bile aylarca kaldırılamayacak olan ve götürüp bir yerlere boşaltılan, ömrü yüz yılı bile bulmayan o rant ile yola devam denildi. Uzun yıllar dayanabilen sağlam taşı, hafif olan ahşabı, çeliği, adı duyulduğunda yüz buruşturulan kerpiçi; bozuğunun, çürüğünün, yıkılmışının bile sonradan işe yaradığı bu malzemelerle müstakil, bahçeli, az katlı yapılabilecek meskenleri konuşan yok. Geçmişte ve şimdi uyaranların sesleri duyulmuyor, kulak asılmıyor. İyi ve faydalı olduğu zannedilen malzemelerin bela olarak döneceği hesap edilmiyor.
Bir şeyin herkes tarafından, şimdiye kadar yapılıyor olması o işi meşru ya da haklı yapmıyor. Bakınız, ‘Yasal olabilir ama helal değildir’ sözü bugünlerde daha sık tekrar ediliyor. Tedavüldeki yasalarla dinin emir ve yasaklarının birbirine zıt olduğunu beyan eden anlamlı bir söz. Aynı zamanda bu söz ‘yasaların, dinin emir ve yasakları, helal ve haramları, günah ve sevabıyla belirlenmesi gerekiyor’ demek değil midir? Belirlenmemesi günah değil midir? Hem bu hakikatin ihmali hiç bir günaha benzemez. Tüm bayındırlık işlerinizi mükemmel yapsanız da başka türlü işleriniz yüzünden azap sizi yine bulur. Ustalıkla evler yaparsınız ama Allah’ın ilahlığını şehrinizde kabul etmedikçe başka türlü belalara maruz kalırsınız.
Bakınız şu örnekler bile durumun vehameti için yeterli. Depreme ekranlardan şov yaparak yardımda bulunan dizi, sinema, oyuncuları, medyatik ilahiyatçılar, youtuberler, işadamları gibi farklı kesimlerden insanlara şahit olduk. Ne yazık ki biz onların; toplumun, ahlakını, aile hayatını, çocuğunu, dinini, işini, düşüncelerini zehirlemelerine de şahidiz. Bu günahlardan kazandıkları paralarla yardım yapmaları gerçekten çok acı değil mi? Senelerdir her an deprem kadar beter arsızlıklar, pisliklerle toplumu zehirleyenlerin haram parasından bina yapılması günah olarak yetmez mi?
Hakeza yurtdışından, başta İsrail, Amerika, NATO’dan, Avrupa’dan, batıdan, kafir devletlerden gelen yardımları kabul edilmesine ne demeli? Dünyayı kana bulayan ve bu zulümden para kazanan gücünü, büyüklüğünü mazlumun ahından devşirenlerden medet umulmasına ne söylenmeli?
Tekrar içimize dönersek, başımıza gelen afetin aynısını aynı günde Suriye’de yaşadı ve burası kadar olmasa da yıkım orada da büyük oldu. Savaşın üstüne bir de depremle imtihan olan bu insanlara yapılan muameleleri bir hatırlayalım. Üzerlerine bombalar yağan o kavim canını kurtarmak için nasıl da evlerini, işlerini, akrabalarını bırakıp kaçmak zorunda kalmışlardı. En yakın komşuları olan Türkiye’ye geldiler. Kucak açan, barındıran, iş veren de oldu, gelmelerini sindiremeyen, nefret eden, kovmaya çalışan da oldu. ‘Ülkelerinde kalıp savaşsalardı ya, kaçıp geldiler, biz olsak kalıp savaşırdık’ diyenler acaba; deprem bölgesinden sağ salim kurtulan, enkazda kalmamış kişilere de aynı tepkiyi gösterdiler mi? ‘Niye orada durup da enkazda kalan eş, dost, akraba ya da hemşehrisini kurtarmaya çalışmadı?’ diye çıkıştılar mı? Irkçı damarları mı tuttu yoksa ‘kendimden olan başım üstüne gerisini tanımam’ diye mi düşünüyorlar. Deprem bölgesinde yağma yapan, yardım araçlarının önünü kesen, yıkılan meskenlerden hırsızlık yapan kendi ırkındakilere neler söylüyorlar acaba? Şu can pazarında dahi kavmiyetçilik yapmanın günahını düşünmeli değil misiniz?
Ateş düştüğü yeri yakıyor. Demek ki insanın başına herşey gelebilirmiş, beterin beteri varmış. Akşamdan sabaha insanın başına ne geleceğini kimse bilebilir mi? Mal, mülk, makam, zenginlik içerisinde yaşayan insanlar, depremin sabahında, ya göçük altındalardı ya da çorba kuyruğunda uyandılar, çadırlarda yatıp kalkmak zorunda kaldılar.
Deprem olduğunu duyar duymaz sorgusuz sualsiz, aletsiz edevatsız koşup, canla başla enkazdan bir canı kurtarmaya çalışan, hemen organize olup yardım etmeye giden, o yardımları karşılıksız götürmek için direksiyon sallayan, enkazdan çıkanlara yardım eden, yemek dağıtan STK ya da vatandaş; kimi yerlerde devletten de önce gidip müdahale eden bu insanlar karşısında, muktedir olduğunu hatta tek otorite haliyle tağutlaşan bu rejim bir hiçmiş. Bize şer gibi görünen bu afeti hayra tebdil etmek bizim elimizde. Bunca fedakarlığı gösteren insanları, dinlerinin hükümlerini tanımayan bu sisteme karşı koymalarına da davet etmek gerekiyor. Yıllardır üzeri örtülen hakikatin üstünü tırnaklarımızla kazıyıp açmamız lazım. Samimi olduğumuz bu davete icabetimizle ortaya konacaktır. Yoksa bu günahlar hepimize başka belalar şeklinde yağmaya devam edecektir.