Uçağa ilk kez o gün binecektim. Çok heyecanlıydım. Birazdan gökyüzüne çıkacak, oradan bulutları seyredecektim. Kocaman bir uçağın nasıl uçacağını görecek; yeryüzünü, dağları, tepeleri, evleri, insanları, arabaları yukarıdan izleyecektim. Kemerleri bağlayıp, talimatlara tam uyacaktım. Dahası; uçağa binmiş olmanın gururunu yaşayacaktım. Bir tecrübe daha edinmiş, merakımı gidermiş, ölümüne risk alıp adrenaline doymuş olacaktım.
Ama uğursuzluklar peş peşe geldi. Havalimanına daha ilk adımımı attığımda, görevliler kabanımı ve kemerimi çıkarmamı istediler. Mahcubiyetim tavana vurdu. Bunu, sadece bana uygulanan bir şey sandım. Bir ihbar ya da tedbir amaçlı olabilirdi de. Sessizce denileni yaptım. Milletin içinde, pantolon kemeri çıkarmak inanılmaz zor oldu benim için. Ama daha sonra cihazdan geçmek için uygulanan standart bir prosedür olduğunu ve herkesin kemer çıkardığını görünce rahatladım.
Bilet kontrolünden sonra, uçak biniş kapısını bulamadım. Geç kalacağım, uçağı kaçıracağım korkusuyla bir süre koştum durdum koridorlarda. Sonunda bir görevli yardımıyla doğru kapıyı buldum. Gerilimden ötürü terlemiştim. Alnımın terini kimseye göstermeden koluma sildim. “Acemilik işte, herkesin başına gelebilir” diye kendimi sakinleştirmeye çalıştım. Sonunda uçağa binebildim. Kapı da bekleyen hostes “hoş geldiniz” diyerek kibarca karşılıyordu yolcuları. Ciddi ve tok bir sesle “hoş bulduk, sağ olun” dedim. (Benden başka kimse hostese cevap vermiyordu nedense)
Bilet üzerinde, koltuk numarası yazıyordu: 17/E. Kısa bir arayıştan sonra koltuğumu buldum. Bileti alırken biletçiye, “koltuğumun cam kenarı olmasını istiyorum” demiştim. “Cam kenarını severim” diye de eklemiştim her zaman uçağa biniyor gibi. Biletçi tebessüm etmiş, cam kenarında olan koltuğu, listeden benim için arayıp bulmuştu. Ama biletçinin o sinsice gülüşünün nedenini koltuğumu görünce anladım. O işgüzarın bana bulduğu koltuk, kanat üstüymüş. Cam kenarı olmasına cam kenarıydı ama görmek istediğim birçok manzarayı, uçağın kocaman kanatları yüzünden kaçıracaktım. Daracık koltukların dibinde de sıkışıp kaldığımda yanıma kar kalacaktı. Oyuna getirilmiştim bir biletçi tarafından. Ama yapılacak bir şey yoktu. Sinirli ve mahcup bir eda ile köşeme geçtim, oturdum.
Benden koltuğuma yerleştikten hemen sonra yanıma biri oturdu. Beyaz tenli, siyah saçlı; ben yaşlarda biriydi. Bakımlı, iyi giyimli, kravatlı, takım elbiseli biri… Yanıma otururken göz göze gelmiştik. “Merhaba” demişti gülerek. Sonra koltuğuna yerleşti. Sürekli ön kapıya doğru bakıyordu. Ama gülümsemeye de devam ediyordu. Sanki kendini sesli gülmemek için sıkıyordu. Bıraksalar kahkahaları koy verecekti. Neden ama? Bana mı gülüyordu acaba? Talihsiz başlayan günüme, oda mı tanıklık etmişti yoksa? Beni mi komik bulmuştu? Kemerimi çıkarırken yaşadığım mahcubiyeti komik mi bulmuştu? Ya da oturmakta olduğum cam kenarının, kötü bir şöhreti mi vardı?
Öyle canım sıkılmıştı ki; uçağın kalktığını bile fark etmedim. Bunu fark ettiğimde de kızmış olarak yanımdakine çıkıştım;
-Neden gülüyorsunuz acaba?
-Ben mi? Haa ben, gülüyorum işte.
-Neden ama… Neye gülüyorsunuz?
Yüzünde ki o alaycı gülümsemeyi azaltmadan, eksiltmeden, küstahça cevap verdi;
-“Kaderime…” dedi.
Şaşırmıştım. Beklediğim bir cevap değildi bu. Sözü orada bırakamazdım. Sorularıma devam ettim;
-Kaderiniz de ne varmış?
-Gülmek.
-Gülmek mi? Ama neden gülüyorsunuz? Hala anlamış değilim.
-Aslında gülmüyorum, size öyle geliyor.
-Olur mu öyle şey canım, hala gülüyorsunuz, farkında değil misiniz yoksa?
-Bakın beyefendi, sizi rahatlatacaksa cevap vereyim. Ben sandığınızın aksine gülmüyorum, şuan gayet ciddi ve düşünceliyim. Ama ağız ve çene yapım doğuştan böyle işte. Her an gülüyormuş gibi duruyorlar. Siz ve sizin gibi binlerce kişi, beni sürekli gülüyor zannediyor. Hem bu yüzden başıma gelmedik kalmadı.
-Aaa, çok özür dilerim. Ben sadece…. Hani merak ettiğim için sordum. Kötü bir şey yok bunda. Hem gülmenin kime ne zararı var? Somurtmak yerine gülmek gayet iyi bir şeydir.
-Öyle değil işte azizim. Başıma gelenleri saysam bitmez bu yolculuk.
-Çok şaşırdım. Neden gülmek sorun olsun ki? Dünyanın en güzel şeylerinden birisidir gülmek.
-Öyle ama; onunda yeri ve zamanı var. Ama asıl sorun şu ki; ben gülmüyorum. Öyle sanılıyor sadece.
-Çok merak ettim. Gülmek ne tür soruna sebep olabilir ki acaba?
İşte o an tebessümü değişti. Gerçek gülüşünü o an fark ettim.
-Hangisini anlatayım; o kadar çok ki… Bir defasında, amcazadelerimiz olan bir yakınımızın cenazesine gitmiştim. Bir yanda Kuran okunuyor, bir yanda ağıtlar yakılıyordu. (Benim o zamanlarda yaşım biraz küçüktü. Beni pek tanıyan olmazdı) Yaşlılardan birinin, sürekli beni izlediğini fark etmiştim. Bir kenarda süklüm püklüm oturuyor, acılarını paylaşıyordum kendimce. Sonunda ihtiyar adam dayanamamış;“çık dışarı, hem cenaze evine gelmiş hem de gülüp duruyorsun, çık dışarı” diyerek beni kovmuştu. Ben de uslu uslu terk etmiştim orayı. Zaten her zaman uslu, sakin, efendi biri olmaya çalışırdım. Zira hayata bir sıfır yenik başlamıştım. Bunu telafi etmeliydim. Okulda tüm arkadaşlarımdan daha iyi bir öğrenci olmaya çalışmışımdır. Derslerde bazıları kadar başarılı olamasam da, sınıfta sorun çıkarmak için hiçbir girişimim olmazdı. Buna rağmen dersten en çok atılan öğrenci hep ben olurdum. “Dikkatimizi dağıtıyorsun, neden gülüp duruyorsun” diyerek her öğretmen, en az bir defa dışarı çıkarmıştır beni.
İşte buna bende gülmüştüm. Beraber gülüyorduk. Ne kadar enteresan bir hikayeydi. Hayatımda ilk kez böyle bir şey dinliyordum.
-Dur bak daha neler anlatacağım. Ben üç defa işten atıldım; “çok gülüyorsun, gülmekten işe odaklanamıyorsun” denildi bana her defasında. İtiraz etmedim. O anda bile güldüğümü sanacaklar diye korktum. Askerde kaç defa ceza aldığımı ise, Allah bilir sadece. Evlenmek için görücü gittiğimiz evden, kızın babası tarafından kovulduk. Babam bile “bir saat sabretsen de gülmesen ne olurdu” demişti.
(Gülmekten yıkılıyordum. Hatta hikayesini anlatan arkadaş bile gülüyordu. Bir ara fark ettim ki öndeki, arkada ki, yandaki koltuklardan da gülme sesleri geliyor. Hikayemize kulak misafiri olan kim varsa gülüyordu)
-Gerçekten mi?
-Birkaç defa metro ve otobüste de dayak yedim. Eşi, ailesi ya da arkadaşı yanında olanlar, sürekli gülüyor olmamı hayra yormamış olacaklar ki, tokadı indirdiler suratıma. Tek çare kendini dışarı atmak oluyordu böyle zamanlarda. Zira; dayak yedikçe gerçekten gülme krizine giriyorum. Ne anlatabilirdim ki bu insanlara?… Yine bir gün, seyyar simitçiden simit almak istedim. Ben İzmirliyim. Sahil boyunca yürümeyi çok seviyordum. İnsan denizle baş başa kalınca huzur buluyor. Deniz beni hiç yadırgamıyor. “Ne gülüyorsun?” demiyor bana. Neyse, simitçi diyordum, yanına yaklaştım sakin adımlarla. “Bir simit” dedim ve parayı uzattım. Kalın kaşları vardı simitçinin. Bana o kaşlarının altından kin dolu baktı, baktı. Paraya hiç uzanmadı. O meşhur soruyu, o da sordu bana; “ne gülüyorsun” Acıkmıştım. “Gülmüyorum, en azından sana gülmüyorum” dedim ama simitçi bir kere “sana simit yohh” demişti. Simit bile alamadım. Hatta bu uçağa binmeden önce bile, iki kere cihazdan geçmek zorunda kaldım. Görevliler üzerimi dikkatle aradılar. Ve ben, dünkü uçağı sırf bu yüzden kaçırdım.
Neredeyse tüm uçağı kaplayan bir gülme furyası başlamıştı. Anlatılanları duyabilmek için önce sessizlik oluyor, ardından gülmekten yıkılıyordu herkes. Bizi duyabiliyorsa pilotlar bile gülüyorlardır.
Bir ara uçağın ön tarafından, öfkeli bir hostes çıktı. Sert bakışları, uçaktaki gürültüden memnun olmadığını gösteriyordu. Kötü bir öğretmen gibi bize yaklaştı. Bütün uçak sessizliğe gömüldü. Kimseden ses çıkmıyordu. Hepimiz suçluyduk. Hostes yürüdü, yürüdü; yaklaştı, durdu ve yanımdaki arkadaşa hitaben;
-Beyefendi, neden gülüyorsunuz? dedi.
….