Dünya, teknolojinin kullanım alanlarının genişlemesiyle yepyeni bir iletişim kültürünün atmosferine girdi. Başta bilgi ve iletişimin değişimi üzerinden kendisini gösteren bu durum, bugün için gündelik alışkanlıklarımızı da yeniden şekillendirdi. Mobil teknolojiler, kablosuz iletişimde veri iletim kapasitesini sürekli artıran yeni gelişmeler, dünün dünyasında sınırlı ve kısıtlı haberleşmenin çeşitlenerek genişlemesini de beraberinde getirdi. Video paylaşımı, canlı yayınlar, sosyal medya platformlarındaki etkileşimler gibi veri iletim kapasitelerini doğrudan ilgilendiren yenilikler de bir bakıma bu teknolojik ilerlemenin sonuçları oldu. Elbette haberleşmenin çok boyutlu bu yeni durumu önceleri sadece bilişim uzmanlarının konusu gibi görünen güvenlik sorunlarını hepimizin gündemine taşıdı. Örneğin bir süre önce gündemimizin Whatsapp’ın gizlilik sözleşmesi üzerinden şekillendiğini gördük. Whatsapp ve diğer pek çok uygulama zaman zaman bu güncellemeleri yapmalarına rağmen ilk kez bu denli kritik seviyede tartışıldı.
Whatsapp ile başlayan böylesi bir tavır değişikliğin kitleselleşerek bir tepkiye dönüşmesini ise ayrıca düşünmek gerekiyor. Aslında bu tepki teknolojinin artık tek başına teknoloji olarak düşünülmediğini de gösteriyor. Görüntüleniyor, dinleniyor ve izleniyoruz. Kimse bizden kullandığımız sosyal medya araçları, mesajlaşma uygulamaları veya çok değerli kişisel bilgilerimizi paylaştığımız mecralar için bir ücret talep etmiyor. Ancak fazlasıyla “açık” olduğumuz bu mecralarda fazlasıyla gözetlenmek artık bir rahatsızlık konusu olmak üzere. Oysa bu cömertçe veri paylaşımı, teknoloji çağının en büyük başarılarının da temelini oluşturuyor. Örneğin “kişiselleştirilmiş reklam”, tarihinde en yüksek verimi son 10 yılda gösterdi. Konumumuz, yaşımız, eğitim durumumuz, tercihlerimiz, ziyaret ettiğimiz siteler, yaptığımız aramalar, hatta konuşmalarımız–yazışmalarımız büyük bir “big data” evreninin parçaları. Diğer bir ifadeyle reklamverenler bizi hiç bu kadar yakından tanımamıştı. Aslında bu durum, ürettiği konforla birlikte çok dikkatimizi çekmemişti. Bu gözetlenme durumundan vazgeçmek, teknolojinin konfor alanından da vazgeçmek anlamına geldiği için derinlerde rahatsız edici bu gerçeği görmezden gelmeyi tercih ettik. Fakat, artık bu gözetleme mekanizmasının sadece “hedefli reklamcılık” için üretilmediğini anlıyoruz. Teknolojinin topladığı bilgi parçacıklarının “politik” bir güç olabileceğini, toplumu manipüle edebileceğini veya sosyal mühendislik için çok önemli veri setleri sunabileceğini “hissediyoruz”. Bir anlamda sosyal mecranın ve daha geniş çerçevede bilgi teknolojilerinin başından beri politik bir boyut kazandığını farkediyoruz.
Bilginin endüstrileşmesi ve bilgi teknolojilerinin günlük yaşam konforunda hatırı sayılır bir role sahip olması onu kaçınılmaz olarak politikleştiriyor. Teknolojinin politik bir boyutunun olduğu ve bir alt kültür yarattığı 1960’lı yıllarda ünlü iletişimci Mcluhan’ın “medium is message” yani “araç mesajdır” sözü ile zaten tartışılıyordu. Yeni olan ise ilk kez bu tartışmanın toplumun geneli açısından bir anlam ifade etmesi oldu. Farkında olsak da olmasak da “whatsapp’ın gizlilik sözleşmesi” arka tarafında bir teknopolitik tartışmayı doğurdu. Bilginin elde edilmesi, iletimi, derlenmesi ve kullanılmasını belki de bu çapta ilk kez son kullanıcı için de önemli hale geldi.
“Eğer bir şeylere bakma şeklinizi değiştirirseniz baktığınız şeyler değişir.” (matrix görseli)
ABD’li yazar Dr. Wayne W. Dye’a ait olan bu söz aslında yaşadığımız dünyayı ele verecek ipuçları içeriyor. Örneğin teknolojiyi son yıllara kadar bir “aygıt” olarak tanımlama eğilimindeydik. Yani evinizdeki sabit telefondan başlayarak ceplerimize kadar giren teknoloji bir “ürün” olarak tanımlanıyordu. Ancak giyilebilir ve ölçülebilir teknolojiler geliştikçe daha cüretkar bir etkileşim yarattılar. Radyo-tv döneminin dünyasında bir etkileşim varsa bile bu tek taraflıydı. Tüketiciyi tanıma ve onu “anlama” kapasiteleri son derece sınırlıydı. Ancak teknoloji “akıllandıkça” ve veri toplama kaynaklarını çeşitlendirdikçe bu verileri işlemenin, dahası bu verilerden bir “değer” üretmenin yolları da keşfedilmeye başlandı. Böylece mobilite ile hız kazanan teknolojonin gelişmesi ve üretkenliği tüketicinin kendisini “ürün”leştirdi. Artık telefonunuzda bir bilgiye eriştiğinizde yada interneti “tükettiğinizde” bir ürün haline geliyordunuz. Son tüketici bu gerçeği telefonda arkadaşıyla “bir tv almak üzerine” konuşurken ya da internette gezinirken yaptığı aramalara uygun reklamlar görmeye başladığında farketti. Bir anlamda konfor, eğlence, iletişim gibi kavramlarla kodladığımız teknolojileri şimdi izleme, dinleme, yönetme, algı-mühendisliği gibi kavramlarla kodladık.
‘If you’re not paying for the product, you are the product’
Google, Twitter ve Instagram ile Whatsapp’ın da sahibi olan Facebook’ta 175 bin kişiden fazlası çalışıyor. Her üç şirket de bütünüyle bilgi teknolojilerine odaklanmış durumda ve tüm hizmetleri arasında ücretli çözümleri son derece az. Popülerleşmesine katkı sağlayan ve büyük yatırımlarla geliştirilen neredeyse bütün teknolojilerini ücretsiz kullanıyoruz. İşte tüm bu garipliği anlamlı bir sonuca şu motto ulaştırıyor: “Ürüne para ödemiyorsanız siz ürünsünüz”. Sosyal medya mecralarından satış yapanların sayısı arttıkça, Youtube kanallarındaki içerik üreticilere yenileri eklendikçe bu korkunç büyümenin arkasındaki gücün “reklam” olduğunu daha iyi anlıyoruz.
Dijital marketing yani internet reklamcılığının giderek en büyük reklam mecralarından birine dönüşmesi hatta 2016 yılında Avrupa Birliği’nde reklamlara en çok bütçe ayrılan yer sıralamasında televizyonu da geride bırakması reklam ile ilgili tezimizi güçlendiriyor. Ancak şunu unutmamalı: “kişiselleştirilmiş reklam” doğru sonuçlara ulaşmak ve kârlılığını artırmak için mümkün olduğunca fazla “kişisel” veriyi toplamak zorunda. Günde 2 dolarlık reklam veren veya milyonlarca dolarlık bütçeyi “dijital marketing”e aktaranlar için de bu mecrayı anlamlı kılan reklamın doğrudan gerçek tüketicisine ulaşmasını sağlamak. Gerçek tüketici daha doğru bir ifadeyle “hedeflenmiş tüketici” ise ancak big data evreninden görülebiliyor. İnternetteki ayak izlerimizin her biri akıllı teknolojilerce kaydedilip analiz ediliyor, anlamlı veri setlerine dönüştürülüp reklam verenler için kullanılıyor. Konuyu tek başına “uygun üretici–uygun tüketici” denklemi ile düşündüğümüzde rahatsız edici gelmeyebilir. Madem reklamlara maruz kalacağız hiç olmazsa ilgi alanlarımızla örtüşen reklamları görelim diyebiliriz. Aslında ortalama tüketici bu noktadan vicdanını rahatlatıyordu. Ancak teknolojinin mahremiyet alanını sürekli daraltan talepleri bu konuyu “rahatsız edici” bir noktaya taşımış oldu.
Niye gizlenelim? Kimden korkumuz var?
Teknoloji ve gözetim arasındaki ilişki öteden beri bir tartışma konusu olmuştur. Teknolojinin giderek daha şeffaf bir dünya üzerinden konfor alanı belirlemesi gizlilik taleplerini de bir bakıma “şüpheli” hale getirdi. Gizlilik ile ilgili talepleri zaman zaman kriminal çağrışımlarla bağdaştıran otoriteler neredeyse mutlak bir şeffaflık talep ediyor. Bu talep, 90’lı yıllara kadar daha baskıcı ve rahatsız edici hegemonik bir görünüm arz ediyordu. Ancak teknolojinin gelişmesi ve bir “konfor” nesnesine dönüşmesi bu rahatsız edici tabloyu “kabul edilebilir” bir noktaya çekti.
Şeffaflığın kutsallaştırılması, mahremiyetin/gizliliğin kötücül bir tutuma dönüştürülmesi aynı zamanda modernitenin de toplum sözleşmesine dönüşmüş durumda. Byung Chul-Han “Şeffaflık Toplumu” kitabındaki ifadesiyle “günümüz dünyası mahremiyetin sergilendiği, satıldığı ve tüketildiği bir pazar” olma yolunda hızla evriliyor.
Gizlilik ile ilgili talepler teknolojinin diğer kullanıcılarına karşı bir korunma olarak görülse de otoriteye karşı gizliliği de içerdiğinde illegal olarak görülüyor. “Bilgilerimi, kiminle görüştüğümü, nereye gittiğimi görmeni istemiyorum” diyen bir talep özellikle otorite açısından şüpheli bir tutum olarak yorumlanabilir. Oysa bizden mahremiyetimizi talep edenlerin “senin bilgilerini, kiminle görüştüğünü, ne konuştuğunu, nereye gittiğini bilmek istiyorum” talebi de son derece tehditkâr. O halde hangisinin doğal, hangisinin olağan-dışı olduğunu öncelikle tespit etmek gerekiyor. Aslında modern dünyanın şeffaflık talebi, adeta insanın elbiselerini parçalayıp onu çırılçıplak bırakan bir vahşilik içeriyor.
Soruya geri dönelim: “niye gizlenelim?” kişisel alanı yani mahremiyeti koruma konusunu tartışmaya açtığımız anda aslında en başından negatif bir anlamı da kabullenmiş oluyoruz. Oysa mahremiyet, hayatın olağan akışında insan için temel bir taleptir. İnsan ruhu, başkasının bakışından sıyrılıp kendisiyle veya istedikleriyle başbaşa kaldığı alanlara ihtiyaç duyar. Gerçekten bütünüyle “görünen/izlenen” bir ruh tükenişe doğru sürüklenecektir.
Mutlak şeffaflığın bir anlamda insan olma yetimizi madunlaştırdığı sonucuna nasıl varıyoruz? 90’larda bu tezi savunmak kolay değildi. Ancak sosyal medya ile tanışıklığımız ilerledikçe aslında makulü aşan her paylaşımın/göz önünde olmanın, şahsiyeti yapaylaştırdığını daha net öğrendik. Hayatının her anını paylaşanların samimiyetine, yaşamı gerçekten paylaştığı biçimiyle yaşadığına ihtimal vermiyoruz. Şeffaflık uğruna her anlamda bir “çıplaklaşma” yarışına girmenin kitlesel bir duygu-durum bozukluğu ürettiğini görüyoruz.
Tüm bu sürecin tetikleyicisi olan teknolojinin “akıllanması” ve giyilebilir hale gelmesi ise hepimizi adeta savunmasız bıraktı. Örneğin Apple, Siri’nin konuşmaları dinlediğini itiraf etti. Google telefonunuzdan konum servislerini kapatsanız bile konumunuzu kaydettiğini doğruladı. Microsoft işletim sistemine ait birçok veriyi üçüncü firmalarla paylaştığı ortaya çıktı. Üstelik bu durumu engellemeniz de engellendi. Tüm bu örnekler aslında milyar dolarlık şirketler ve yüzbinlerce mühendisin teknoloji üretkenliği karşısında bizi aynı zamanda savunmasız bir noktaya götürüyor. Mevcut durumu değiştiremiyorsak kabullenme duygusu beraberinde birçok mazereti de üretmeyi mümkün kılıyor. Saklayacak hiçbirşey yoksa, şeffaflıktan neden korkalım?
“Muhittin Topalak from Kazlıçeşme”
Gizlilik konusunda fazla duyarlı davrandığınızda ya da bu konudaki “hakları” hatırlattığınızda temel karşı argümanlardan biri Cem Yılmaz’ın bir skecinde dediği gibi: “kim, seni ne yapsın?”dı. Oysa modern dünyanın teknoloji şirketleri için ürün bizdik ve bizim paylaşımlarımız bir değerdi. Bu açıdan tek başına “birey” bir anlam taşımıyor görünse de milyonlarca kişinin online olduğu platformların ürettiği bilgiler inanılmaz doğruluk oranlarında veri setleri sunabildi.
Bu konudaki en çarpıcı örneklerden biri Cambridge Analytica skandalı olabilir. Kısaca Cambridge Analytica, tüketici ve takipçi davranışlarını iş ve siyaset dünyasına sunan bir veri analiz şirketidir. Detayları çok bilinmese de sözü edilen şirket yaptığı anketlere katılanları, katılanların arkadaşlarını, arkadaşlarının arkadaşlarının verilerini Facebook üzerinden toplayarak bir veri-analiz algoritmasına dönüştürdü. BBC’nin haberine göre bu yazılım seçim sandıklarındaki tercihleri öngörebilecek ve etkileyebilecek ölçüde analiz yeteneğine sahipti. İşin asıl ürkütücü boyutu Facebook bu verilerin bir “hacking” yani hesaplar ya da veritabanları ele geçirilerek elde edilmediğini ifade etmesiydi. Yani veriler Facebook’ta paylaşılan içeriklerin birleştirilmesi ile elde edilmiş, sadece yasal olarak kullanılmaması gereken biçimde kullanılmıştı.
Cambridge Analytica, sadece Facebook’ta, sadece kendi anketine katılanların paylaşım ve bilgileri üzerinden bu süreci başardı. Oysa ortalama bir kullanıcının birden fazla sosyal medya platformunda bulunduğu ve bu platformların yazılımlarını telefonlarında sürekli yanında taşıdıklarını düşünürsek big data potansiyelini anlayabiliriz.
Phorm örneği
Türkiye için big data, internet veri akışının izlenip analiz edilmesi ile ilgili tartışmalar aslında yeni değil. Sosyal medya henüz yaygın değilken ve internetteki veri akışının hâlâ çok büyük bir bölümü “mobil olmayan” bilgisayarlar üzerinden gerçekleştirilirken bir “izlenme” vakıasını bizde duyduk.
2012 yılında Türk mühendislerinin de ekibinde yer aldığı “Phorm” isimli bir şirketin İngiltere’de tüm internet ağını izleyip adeta fişlediğini öğrendik. Sahibinin Osmanlı hanedan üyesi Kent Thomas Ertuğrul olan firmanın aslında oldukça eski bir “hedeflenmiş reklamcılık” deneyimi vardı. Başlangıçta British Telecom ile anlaşarak İngiltere’deki veri ağını izleyen Phorm, kullanıcıların yaptıkları aramalar ve ziyaretlerini kaydedip analiz ediyor, böylece size hedefli reklamlar gösteriyordu. Üstelik Phorm bu aksiyonların hiçbirinde göz önünde değildi. Yani kullanıcılardan herhangi bir onay almıyordu. Türkiye’den çok önce 2008’de bu durum İngiltere’de açığa çıktığında bugünkü Whatsapp tepkilerine benzer bir ayaklanma yaşandı. 2012’de Türkiye pazarına giren Phorm internet kullanıcılarını bu sefer bir “popup” ile izin alarak veya sözleşme ile izlemeye devam etti. Ancak hem tepkiler hem de internet sağlayıcıları arasında rekabet nedeniyle Phorm 2015 yılında Türkiye pazarından çekildi. Aslında çekilmenin ana nedeni iPhone-3 ile başlayıp giderek genişleyen teknolojinin iletişim becerilerinin ve mobilitesinin bu yıllardan itibaren istenen her türlü veriyi sağlama kapasitesiydi. Kısaca Phorm gibi internet trafiğini doğrudan izleyecek kaynaklar artık çok da gerekli değildi.
İzlenmenin “eğlence”si
Konfor, eğlence, iletişim, ücretsiz hizmet gibi kavramları bir kenara koyarsak sosyal medya ve internet evreni aslında neoliberal bir aygıttır. Bu aygıt erken evrelerinde bize ait çok daha az bilgiyle ilgileniyordu. Çünkü henüz bilgi edinme kaynakları çeşitlenmemiş ve elde edeceği verileri anlamlı sonuçlara dönüştürecek algoritmalar geliştirilmemişti. Mobil ve giyilebilir teknolojilerin yaygınlaşması, baz istasyonlarının ülkenin her yerine ulaşması ve sokağımıza mobese kameralarının girmesiyle veri kaynakları fazlasıyla çeşitlenmiş oldu. Teknoloji, bizi yavaş yavaş mevcut duruma alıştırırken kendisi de devasa verileri nasıl yarayışlı bilgilere dönüştüreceğini öğrendi. Yani sadece Phorm değil diğer birçok izleme aygıtı yerini çok daha akıllı yazılımlara bıraktı. Başka bir yazının konusu olmasına karşın akıllı teknoloji konseptinin telefonlardan evlere, arabalardan kentlerdeki toplu ulaşımlara dek birçok alanda yaygınlaşmasının bir deep-learning yani milyonlarca veriyi işleyerek analiz edebilme başarısı olduğunu da vurgulamak gerekir.
Bir komplo teorisinden söz ediyor gibi görünebiliriz. Ancak konu bir komplo olmaktan çok teknolojinin olağan akışındaki duraklardan biridir. Sermayenin kazanç baskısı, devletlerin hegemonik talepleri, teknolojinin daha akıllı olmasının bizi daha iyi tanımasından geçtiği gerçeği sonuçta böyle bir “bölüm sonu canavarı” üretmiş oldu.
Saldırgan şeffaflık talebine karşı “gizlilik”
Bu noktaya kadar aslında şeffaflık talebinin aynı zamanda teknolojinin doğal ilerleme sürecinin bir parçası olduğunu da söylemiş olduk. Tüm dünya bilgilerini tam bir gizlilik ile saklasa, sosyal medya gibi devasa bilgi havuzları bütünüyle kurutulmuş olsa teknolojinin ilerleyişi de büyük ölçüde yön değiştirecekti. Daha doğrusu teknoloji “makine öğrenmesi”ne, “nesnelerin interneti”ne, bu da sürekli güncelliğini koruyan big data kaynaklarına ve daha çok “online” olmaya ihtiyaç duyar. Bu konudaki gelişim kesintiye uğradığında en azından günlük yaşamı etkileyecek güvenlik ve konfor gibi konularda teknolojik çözümleri sınırlamış oluruz. Dolayısıyla kişisel verilerin anonimiteyi koruyarak kullanılmasına ilişkin büyük teknoloji şirketlerinin hayli istekli olmasının arkasında bu temel gerekçe yatıyor. Üstelik verilerimiz çoğu zaman sadece ilgili platformlar tarafından değil farklı verilerle birleştirilerek üçüncü taraflar içinde kullanılabilir hale getiriliyor. Sözgelimi devlet, herhangi bir demografik araştırma için bu veri setlerini kullanabileceği gibi bir siyasi parti seçmen eğilimlerine ilişkin verileri de yine bu bilgi havuzundan sağlayabilir.
Düşmana korku, dosta güven: yerli ve milli
Şeffaflığın giderek daha rahatsız edici bir noktaya erişmesi ve görece farkındalığın artması gizlilik taleplerini artırsada beraberinde yeni bir tartışmayı da getirdi: “Yerli ve Milli”. Üstelik bu konu sadece bize ait bir problematik değil. Yakın zamanda Huawei–ABD arasında yaşanan gerilimin giderek diğer Çin markalarının teknoloji altyapısında belirleyici hale gelmesi, Tiktok uygulamasının ABD’deki oluşumunu yerli bir ortağa devretmek durumunda kalması “yerli–milli” taleplerinin hemen her ülkede akis bulduğunu gösteriyor.
Yazılımların yerli ve milli olması demek aslında sadece Türk mühendisler tarafından geliştirilmesi anlamına gelmiyor. Otoritenin üzerinde sıkça durduğu konu aslında tüketicilerin ürettiği verilerin yurtiçinde saklanmasına odaklı. Konuyla ilgili haberleri taradığımızda sosyal medyadaki temel sorunun kontrolün kimde olması ile ilgili olduğunu görüyoruz. 2020 Temmuz ayında yoğunlaşan tartışmalarda Facebook’tan Netflix’e tüm sosyal ağlar için bir dizi düzenlemenin arka tarafında böyle bir hazırlık olduğunu okuyabiliriz.
Peki ama bizim itirazımız özellikle Whatsapp üzerinden yeni teknolojilerin gizliliğimizi ihlal etmesi değil miydi? Evet, ancak sistem bu konunun yerli–milli söylemi için çok önemli bir kilometre taşı olabileceğini farketti. Tartışmanın bir anda büyümesi, cumhurbaşkanlığı seviyesinde konunun tartışılıp alternatiflerin parlatılması hatta bütün mobil operatörlerin yerli alternatif Bip’in artık kotayı etkilemeyeceğini açıklamaları bu konunun bir güvenlik konusu olmadığını gösteriyor.
21. yüzyılda yerli-milli kalınabilir mi?
Wallerstein ünlü eseri “Bildiğimiz Dünyanın Sonu”nda sınırların anlamsızlaştığından ve tüm devletlerin tek bir organizmaya doğru ilerlediğinden söz eder. Aslında ekonomik strüktür başlı başına belirli bir gelişmişlik düzeyindeki ülkeleri birbirinin kopmaz parçaları yapıyor. Bilgi teknolojileri açısından düşündüğümüzde bu durum daha belirgin ortaya çıkıyor. Gerçek dünya hâlâ sınırlar, tel örgüler ve bunu koruyan askeri güçlerden ibaret olabilir. Ancak internetin dünyasında sınırlar ve milliyetler çoktan yok oldu. Veri merkezlerinin belirli bir ülkede olması, yazılımların “yerli”liği bir noktaya kadar ortaya çıkan verilerin korunmasını sağlıyor gibi görünse de günün sonunda internet evreninin “ortak ürününe” dönüşüyor. Üstelik bu durumun tek nedeni güvenlik ile ilgili tehditler değil. Teknolojinin akıllılaştırılması daha büyük veri setlerine ihtiyaç duyması nedeniyle çoğu kez bu veri transferi gönüllü yapılıyor. Kullandığımız navigasyonun daha isabetli olması, akıllı teknolojilerinin hata olasılıklarının düşürülmesi paylaşılan verilerin çapı ile doğrudan ilişkili. Dolayısıyla veri milliyetçiliğinin gerçekte bir karşılığının olmadığını söyleyebiliriz.
Bu durumda özellikle devletlerin “yerli-milli” vurgusunun arkasındaki niyeti tekrar tartışmaya açmak gerekiyor. Eninde sonunda her veri küresel internet havuzuna dahil oluyorsa yerli uygulamalar konusundaki ısrarın nedeni ne olabilir? Yeni dünyada şirketlerin veri kaynakları çeşitlenirken devletlerin veri/izleme kaynaklarının giderek daralması bu konudaki ısrarın gerekçelerinden biri olabilir. Her şeye rağmen uluslararası markalar, anonim kalmayı amaçlayan açık kaynak kodlu yazılımlar yerel otorilerin veriler üzerinden “insan takibini” zorlaştırdığını söyleyebiliriz. Yerli mesajlaşma uygulaması yerine yabancı olanı tercih etmek, bir teknoloji şirketinin ürünü yerine bağımsız bir topluluğun açık kaynak kodlu iletişim araçlarını kullanmak denetimi ve gözetimi giderek zorlaştırıp karmaşıklaştıran bir durum yaratıyor. Dolayısıyla bugünün dünyasında doğan ve gelişen “gözetim kapitalizmi”nin bir bakıma biçim değiştirdiğini söyleyebiliriz. Gözetim kapitalizmi, teknoloji tüketicisinin verilerini bir ekonomi ekosistemine pompalarken otoritenin de dikkatini giderek üzerine çekmeye başladı. Geleneksel “izleme – gözleme – denetleme” mekanizmalarına göre daha verimli olan bu sürecin ekonomik değeri kadar politik değer de taşıdığı farkedildi. Sonuç olarak veri milliyetçiliği propagandasındaki “yerli datanın yabancılara karşı” korunmasından daha çok veriler üzerindeki kontrolü devlet lehine artırmayı hedeflemektedir diyebiliriz.
Murat Kurtuldu/İktibas