Kimi temel kavramlar günlük yaşamımızın içine o kadar çok girerler ki, kavram bilincimizde herhangi bir yer etmezler. Biz hiçbir zaman bu kavramlar üzerine düşünmeyiz. Bu kavramları bir değişim veya güçlüklerin yaşandığı dönemler geçirirken farkına varırız. Bu kavramlardan en önemlilerinden biri benlik kavramıdır. Hayatımızın birçok döneminde bu kavramı şekillendiren ögeler bulunmaktadır. Bunu bize psikolojik açıdan en güzel şekilde Eric Homburger Erikson ‘İnsanın Sekiz Çağı’ adlı kitabında anlatmaktadır. Erikson, söz konusu kitabında kendinden önceki psikologların pek dikkat çekmediği bir konuya, kişinin psikolojisini etkileyen unsurlara ‘çevre’ye odaklanmıştır. Erikson’dan önce daha çok kişiyi dürtülerin ve çocukluk çağındaki –özelikle 0-6 yaş- yaşantıların şekillendirdiği üzerinde durulurken Erikson konuyu bir başka açıdan değinerek bir farklılık ortaya koymuştur. Çevre bu manada kişilik oluşumu ve bir bilinç seviyesi ortaya çıkartmakta çok önemli bir işleve sahiptir. Bilinç kelimesi aslında bir çevre olmadan oluşabilecek bir kavram değildir. Kelimenin Latince kökü olan con-sciere ‘başka biriyle birlikte bilgi sahibi olmak’ demektir. Kanaatimce bu analiz, bilincin ortaya çıkmasında toplu yaşamın önemini bize göstermektedir.
Türkiye coğrafyasına baktığımızda genel olarak Tanzimat dönemine kadar cemaat tipi toplumun olduğunu, cemaatin toplumla beraber kişinin bilincini oluşturmada önemli bir işleve sahip olduğunu görmekteyiz. Daha sonra cemaat tipi toplumun yerini cemiyet tipi topluma bıraktı. Bununla beraber toplumsal ve kişisel bir değişim dönemi yaşandı. Bu değişim neticesinde kişinin bilinci de değişmekteydi. Batı bunun olumsuz etkilerini toplumsal bir çözülme olarak gördü. Bu durumu toplumsal kuralları daha net kurarak bir ölçüde aşmış gözükmektedir. Fakat bu değişim Türkiye’de Batı’daki gibi hızlı olmadı. İlk başlarda devlet bu değişimi destekliyordu fakat halk bu değişime direndi. 1980 sonrası dönemde de devlet kısıtlayıcı bir rol oynayarak bu değişimi durdurmak istedi. Bu süreç içerisinde toplum ve birey bir kimlik karmaşası yaşadı. Büyük aile olarak birlikte yaşayan, bireyin görev ve sorumluklarının bu büyük aile tarafından şekillendiği bir süreçten, daha küçük ve adına çekirdek aile denilen yapıya geçişte kimlik ve kişilik bir değişime uğradı. Artık birey ön plana çıkmıştı. Bireysel tercihler, bireysel sorumluluk daha artmakla beraber cemaat içinde görece daha kuvvetli gözüken bağlar da böylece zayıflamış oldu. Bunun neticesinde geçmişi kaybeden, bağı kaybeden kişilerde ‘depresyon’ modern dönemin psikolojik rahatsızlığı olarak baş gösterdi. Değişim neticesinde olumlu ve olumsuz bir takım gelişmeler olmakla beraber Türkiye’de bu değişim daha yavaş ve ara deneme formlarıyla gelişim gösterdi. Bu ara gelişmeler, cemiyet tipi topluma cemaatvari bir yapılanma ile geçilmesini gerekli kıldı. Bundan dolayı Türkiye toplumu bu geçiş dönemi negatifliğini Batı’ya göre daha geç deneyimledi. Bu geçiş dönemi tam olarak gerçekleşemeden yepyeni bir döneme doğru daha hızlı bir geçiş yaşanmaya başladı. Yaşadığımız dönem açısından bakıldığında cemaat ve cemiyet tipi toplumdan ziyade elektronik veya sanal bir toplum tipine doğru yol aldığımızı görmekteyiz. Bu yeniçağ denilebilecek duruma geçiş diğer toplumsal gelişmelerden daha hızlı olduğu kanaatindeyim. Onun için bu yeni duruma çok da adapte olabildiğimizi özellikle 2000 yılı öncesi doğanlar için zor olduğunu söyleyebilirim. Peki, bu yeni dönem ve gelecekte daha da teknolojik olacağı düşünülen çağda ‘insan’ nasıl bir psikoloji ile karşılaşabilir sorusunun cevabı ne olmalı?
Bir çok fütürist psikoloğa göre gelecekte insanı bekleyen en önemli sorun olarak ‘yalnızlık’ öngörülmektedir. Aslında bu çok da göz önünde olan bir durumdur. Çocukların büyük bir kısmı insan sesini televizyon, sinema aracılığıyla işitiyor. Bu harika elektronik aletlerin büyüsü sayesinde son iki üç kuşak gerçek yaşantıların yerine elektronik sinyallerini tercih eder oldu. Elektronik iletişim cihazlarını dinleyen biri için konuşmak söz konusu olmaz. Oysa ki elektronik bir oyundan daha çok gerçek bir oyun çocuğun iç dünyası için çok önemli bir etkinliktir. Jungçu psikanalist Marie-Louise von Franz’a göre oyun, öykü ve masallar çocukların en karanlık korkularını ve kuşkularını açığa çıkartarak bunların konuşulmasına yardımcı olur. Tabi bunun için mutlaka etkileşeme geçebileceği bir diğer insana ihtiyaç duymaktadır. Bu manada insanın sosyal bir canlı olduğuna değinmek ve bir ötekine ihtiyacından bahsetmek yerinde olacaktır.
Bir ötekine duyulan ihtiyaç ile ilgili olarak ortaya atılan teorilerin özünde Bağlanma Kuramı yatmaktadır. Bağlanma kuramının kurucusu John Bowlby, hem psikiyatrist, hem psikanalist hem de psikolog olma özelliğini taşıyordu. Bowlby çalışmayı yaptığı zamanlarda mevcut bilimsel paradigma ve psikanaliz geleneği O’nun çalışmalarını pek değerli bulmadı. Bir bakıma psikoloji camiasından dışlanmasına neden oldu. Bowlby en önemli çalışmalarını evsiz çocukların bulunduğu yetimhaneler, hastaneler ve çocuk bakım evlerinde kalan çocukların ruh sağlığı üzerine yapmıştır. Bu arada güvenilir ve sevgi dolu yakın ilişkilerin çocuğun duygusal dünyasında ve sosyal etkileşiminde son derece önemli olduğunu da gözlemlemiştir. Bowlby bu gözlemlerini: “Deneysel gözlemlerden yola çıkarak “küçük çocuğun annesinin sevgisine ve varlığına duyduğu açlığın, yiyecek açlığı kadar büyük ” olduğunu ileri sürdü. Yani Bowlby için bir ötekinin varlığı ki bu genellikle anne olarak görülür çocuğun fiziksel gelişimine katkısından belki de daha çok onun manevi dünyasını da doyurmasına da katkı sağladığı şeklindeydi. Bowlby bu gelişim ve uyum sağlama sürecinde bebeğin belli bir kişiyi değil de annelik yapan bir figüre, bir kişiye bağlanması gerektiğini ileri sürer. Zaten çocuğun bağlanması da ona bakacak, şefkat ve ilgi göstererek koruyacak, onunla her türlü sosyal ilişki içerisinde olacak kişiye yönelik olmaktadır. Yeni doğanın bu dönemde sosyal gereksinimini karşılamak için başvuracağı kişi kendisiyle ilgilenen kişiden ibarettir ki, bu kişi genellikle anne olmaktadır. Anne, çocuğun bağlanma gereksinimini tatmin ettiği bir “öteki” olarak da adlandırılabilir. İlk yıllarda anne ile kurulan bu bağ, çocuğun kişiliğinin önemli bir kısmını oluşturmakta ve bu özellikler hayat boyu değişime karşı bir direnç göstermektedir.
Bu çalışmalar bize göstermektedir ki, sanal bir dünyada olan ötekiler hiçbir zaman gerçek dünyada iletişime geçtiğimiz ötekilerden psikolojik açıdan aynı etkiyi yaratmaz. Dilsel gelişimden, psikolojik gelişime kadar pek çok gelişimimize katkıda bulunan bir ötekinin varlığını hiçbir elektronik çevre bize yeteri kadar veremeyecektir. Bir çok şeyin sanal dünyada bulanabildiği ve bunun giderek de artan şekilde devam etmesi çevre faktörünün gelecekte bambaşka bir çerçevede değerlendirileceğini bize göstermektedir. Giyim, yemek, market gibi doğal ihtiyaçların bile artık bir başkası ile etkileşim olmadan bir yapay zeka ile halledildiği bugünlerde bile insanın bir öteki ile etkileşime girmediğini görmekteyiz. Oysa insan bir iletişim kurduğu zaman var olmasını gerçekleştirebilir. Alış veriş yaparken konuşmak, pazarlık yapmak bir malın el değiştirmesi anlamından daha çok şey barındırır.
Aynı şey çocuğun bir televizyon veya bilgisayar başında geçirdiği vakit için de söz konusu olabilir. Çocukları toptan bu gibi şeylerden uzak tutmak biraz sıkıntılı bir durum olabilir. Çünkü dışarıda arkadaşları bu konuda konuşurlarken çocuğun bu konunu dışında kalması negatif bir etkilenmeye sebebiyet verebilir. Ama bu konunun abartılması durumunda daha çok negatiflikler ortaya çıkacaktır. Çünkü böyle bir etkileşim bir kısır döngüye yol açar. Uzun süre televizyon veya internete maruz kalan kişi kendi imgelerini yaratma yeteneğini azaltır. Hayal gücünü öldürür. Elinin altında sosyal medya, oyun ve televizyon olan birinin canın sıkılması gibi bir durumla baş başa kalamaz. Can sıkıntısı ile kendi üzerinde düşünme, hayata dair bir düşünme aktive olurken, canı sıkılmayan birinin bu insani yetenekleri körelmeye başlar. Bir şey yapamayan çocuk bir şey uydurmak zorunda kalacak ve kendini oyalayacak bir şeyler bulacaktır. Yeni masallar uydurmak, yeni arkadaşlar bulmak, özelde düş gücünü kullanmak zorunda kalacaktır. Ama bunu televizyon ve sosyal medya hazır vermektedir. Böyle bir hazır halde verilme, kişinin iç dünyasına dönmesine, kendiyle konuşma fırsatından yoksun bırakır. Ve bu birey için en ağır psikolojik darbelerden biridir. Kişi kendi iç sesini dinlemekten ziyade sosyal medya, televizyon vb.lerinin curcunalı dünyasına kulak verir.
Yaşadığımız zaman diliminde bizimde bazen yaşadığımız bu belki de kendine yabancılaşma diyeceğimiz sürecin gelecekte daha da artarak devam edeceği öngörülmektedir. Bunu bir şekilde engellememiz de mümkün gözükmüyor. Alınacak tedbirlerin de bireysel tercihlerden öteye gidemeyeceğini düşünüyorum. Bu durumda geleceği en azından psikolojik açıdan sağlıklı karşılayabilmek için neler yapılabilir? Bunun için ilk yapılması gereken şeyin yukarıda bahsettiğim bir ötekinin bireysel varlığı ve arkasından gelen çevreye önem verilmesi gerektiğini düşünüyorum. Gelecekteki bir dünyada insan olmanın en önemli unsurlarından biri olan bir ötekisi olmadan onunla bir bağ kurmadan yaşanılamayacağı gerçeğini unutmamak gerekir. Bunun için mümkün olduğunda kaliteli sosyal ortamlarda bulunmak veya bunları oluşturmak gerekmektedir. Bunun için de sağlıklı işleyen, birbirini anlayan, dinleyen ve içlerinde bir denetleme mekanizması oluşturabilen gruplar, cemaatler oluşturmak yakın çağda bizi bekleyen yalnızlık tehlikesine karşı bir koruyucu işlev olabilir. Belki bir sonraki yazımızda nasıl sağlıklı bir grup, cemaat oluşturulabilir onu sizlerle tartışmaya açabiliriz.
Nida Dergisi / Cenk Ağ