Tasavvufçular inandıkları zatların rüyalarını itibar edilecek bilgi kaynaklarından biri olarak görürler. Dilden dile anlatılan çoğu menkıbelerde de rüyaların önemli bir yeri vardır.
“Beyazıd el-Bistami güya rüyasında Allah’ı görmüş, kendisine nasıl ulaşacağını sormuş, O da; ‘Nefsini bırak öyle gel.!’ demiş.
Bazı mübarek zatlar ise tartışılmaz olarak görülen kitaplarını rüya yolu ile aldıklarını öne sürerler. İbn-i Arabi’nin Fusus isimli kitabını rüyasında peygamberin elinden aldığını söylemesi de buna bir örnektir. Fütuhat isimli kitabını da Allah’tan aldığını söylüyor.
“Rasulullah’ı gördüğü rüyasında onun elinde bir kitap bulunduğunu, kendisine hitaben; “Bu ‘Füsusül Hikem’ kitabıdır; onu al ve insanlara duyur da onunla faydalansınlar” diyerek görevlendirildiğini söyler. (Füsus, 47)
Kimi kitabını yazılmış olarak Peygamberin elinden alıp kendi adına yayınlarken, kimisi de kabrini ziyaret edip Peygamberle görüşür ve elini öper. Hem de şahitli, ispatlı..!
Tasavvufta “vird” diye ifade edilen özel zikirleri de çoğu gavs hazretleri rüyalarında Peygamberden aldıklarını söylerler.
Onların rüyaları da diğer yöntemler gibi tartışılmaz. Çünkü kalp gözleri açıktır, başkaları gibi gaflet uykusuna dalmazlar. Onları uykuda görsek de aslında uykuda değillerdir. Kim bilir hangi müridin çağrısına koşmakta, ne yardımlar yapmakta ve nice belaları def etmektedirler. Müritleri uyurken onları yatak odalarında denetler, gerektiğinde rüyalarına girer ve ikazlarda bulunurlar.
***
Herhangi bir nakli ve akli delil olmadan sufilerin bilgi kaynakları arasında yer alan önemli bir yöntem de “keşf ve ilham” yöntemidir.
Kendilerine ilham edilmesi ile kimsenin bilemeyeceği şeyleri keşfettiklerini söyler ve buna inanılmasını isterler.
Akıl ve istidlalle elde edilen bilgiyi, nakil ve rivayetle bize ulaşan bilgileri küçümserler ve bunlara vasıtalı bilgi derler. Onlar İlm-ü ledün ile vasıtasız, doğrudan Allah’tan bilgi aldıklarını iddia ederler. “İlmimiz vehbi’dir Allah vergisidir, kesbi çalışarak elde edilen türden değildir” derler.
“Ledünni İlim” iddiasında bulunanlar kendilerine dayanak olarak “Katımızdan yanımızdan (min ledüna) bir ilim verdik” ayetinde geçen “ledün” kelimesine sarılmışlardır. Ayetteki “ledünna- yanımızdan” kelimesinin anlamı çok açık olmasına rağmen onu “batın ilimi” gizli emeksiz meccanen Allah tarafından veriliveren bir ilim olarak çarpıtmışlardır.
“İddialar ortaya çıktığı zamanlarda İslam bilginleri, fakih ve hadisçiler sufilere yüz vermemişler. Ahmed b.Hanbel, Sufi Haris Muhasibi’nin cenaze namazını kılmamış. Bunların kitaplarından sakının, bunların içi bidat ve dalaletle doludur” denmiş, “İyi de, bunların içinde ibret ve ders alınacak hususlar var” denilince, İbn-i Zur’a şöyle cevap verir; “Bir kimse Allah’ın kitabında ibret bulamazsa bunlarda hiç bulamaz” karşılığını verir. (Sadettin Merdin, İslam’ın Pavlusları, s.250)
Esasen bu yöntem analiz edildiğinde tasavvufi yapılanmanın en önemli kaynağını teşkil ettiği görülür. Gavs hazretleri bununla “gaybın ortağı” olmuş olur. Yani herhangi bir kimsenin herhangi bir şekilde ulaşamayacağı bilgileri yani “gayb” olanı alma, bilme iddiası.. Eğer insanlar buna inanmaya hazır ise bu çok büyük bir avantajdır. Çünkü, böyle bir yönteme itibar etmek için tereddütsüz iman edilmiş demektir. İman eden sorgulamaz, kendine düşeni tereddütsüz yapar.. ve yaptıklarından da büyük sevap umar. Bu ruh hali ile de en iyisini ihlasla yapmaya çalışır.
Bu yöntem ile ne akla ne de “nakl”e ihtiyaç vardır. Akıl ve nakille elde edilen bilgi basit kalır. Çünkü keşf ve ilham yolu ile alınanlar doğrudan Yaratıcı’dan alındığına göre diğerlerinin ne hükmü kalır ki!
“Bu yöntemle hiçbir kitapta olmayan, ayetlerde bahsedilmeyen konular anlatırlar. Ayetlerin “batını” manalarını verir hatta hadislerin sahih olup olmadığını söylerler.
Mesela; Abdülaziz ed-Debbağ velilerin keşf ve ilhamla, ‘şu hadis sahihtir, şu hadis mevzudur’ dediklerini söyler. (Süleyman Uludağ, İslam düşüncesinin yapısı, Dergah yay. 1994 İst. s.149)
Kendilerine inananlar için tartışılmaz ve uyulmaya layık bir kaynak gibi görülen “ilham” konusunda fukaha’nın kanaati ise kesin;
“İlham, hem sahibi hem de başkası için hüccet değildir.” (Abdulcelil Candan, Dinde Aşırılık ve İtidal, Düşün yay. 2011, İst. s:184)
Yani ilham alındığı söylenerek ileri sürülenler şeyler için “ilham” bir delil olarak itibar görmez.
“İLHAM” mı, VAHİY” mi?
Peygamberlerin getirdikleri kitaplar Cebrail vasıtası ile Allah’tan gelir. Tasavvufun büyük zatları ise kitaplarını vasıtasız olarak doğrudan Allah’tan aldıklarını söylerler.
Doğrudan Allah’tan gelen bilgi “vahiy” olarak isimlendirilir. Buna göre vahyi ifade etmek “Allah katından”, Allah’tan indirilen”, “Allah’tan verilen” diye tabirler kullanılır.
Bu durumda eğer “Allah katından” diyerek bir kitabı önümüze getiren varsa bu “ben de peygamber’im” demek olur.
Çünkü, Peygamberlere verilen kitaplar için kullanılan kavram “vahiy”dir. İlham ise apayrı bir şeydir.
İlham ve vahiy, birbiri ile asla karıştırılmaması gereken iki ayrı kavram..
Vahiy, doğrudan Allah’tan alınan ve kişinin herhangi bir dahli, katkısı olmayan mesaj. Biri elçi melek, Cebrail vasıtasıyla Allah’tan gelen ve Allah’a ait olan.! Diğeri yani ilham ise manası Allah’tan mı, şeytandan mı yoksa kişinin kendi nefsinden mi, içeriğine göre tartışılır olan ve kimseyi bağlamayan lafız… Sözler, kelimeler olarak da tamamen kişinin kendisine ait olup, Allah kelamı ile bir alakası bulunmayan..!
Konu bu açıklıkta bilinince karıştırılması mümkün olmayan iki ayrı şey olduğu anlaşılır.
Buna göre, çok mübarek zatların kendi yazdıkları kitaplar için “yazdırıldı”, “verildi”, “indirildi” gibi söylemleri kullanmasını nasıl anlamalıyız? Bununla kendilerine “ilham edildiğini” söylemek istiyorlar diyebilir miyiz? Yani “ilham” mı yoksa “vahiy” mi?” tartışması karşımıza çıkıyor.
Kavramsal olarak ilham ile vahiy kelimelerinin birbiri ile karıştırılması, birinin yerine diğerinin kullanılması mümkün görünmüyor.
Yukarıda izah ettiğimiz gibi, “ilham” kişinin kafasına düşünce olarak gelir, bunu kendi kelimeleri ile kaleme alır.. İlham budur. Yani mana bir yerden gelmiş, kişi bunu kendi dilinden kaleminden kendi sözü ile ifade etmiş, kağıda dökmüştür.
Bu tür bir söylem yani “ilham” kimseyi bağlamaz, hatta ilham geldi diyen kişinin kendisini bile bağlamaz. Sorumluluğunu da kaldırmaz, temize de çıkaramaz. “Bana ilham geldi, o beni öldürecekti, onun için ben onu öldürdüm” diye bir savunma da olmaz.
“Vahiy” ise böyle değil.!
‘İlham’da sadece “mana” kalbe, kafaya gelmiş olmasına karşılık, “vahiy’de hem mana hem de söz Allah’tan gelir.
Vahiyde, vahyi getiren kişinin gelen bu “söz” üzerinde hiçbir yetkisi yoktur. Mana da, söz de tamamen Allah’a, yani vahyi gönderene aittir.
Eğer kişi yazdığı bir şeye; “Bunu ben yazmadım, bana yazdırıldı”, “Allah katından indirildi”, “Kur’an’ın geldiği yerden geldi”, “bana verildi” diyorsa, bu tam olarak “vahiy” aldığı iddiası olarak anlaşılır.
“Zira bu ilham değil, fakat Vahiy iddiasıdır. Çünkü Vahiy ve ilham arasındaki fark, Vahyin, hem mana, hem de ifade olarak İlahi olması… İlhamın ise yalnız mana olarak İlahi olması (iddiası)dır…
İfade edildiği gibi “ilham” iddiasının da her zaman İlahi olduğunu kimse kati surette söyleyemez, Şeytani bir ilham da olabilir.
Vahiyle gelen şey, sınırları belli bir mana ve kalıbı belli bir lafız olduğu için, ifadesi hiç değişiklik kabul etmez. Uzunluğuna veya kısalığına müdahale edilemez, olduğu gibi yazılması zorunludur.” (Ali Akın, İslam’a Nasıl Kıydılar, İst. 2011, s 43)
“İlham” ilim için de bir delil ve dayanak olmaktan uzaktır.
Ömer Nesefî, Metnü’l-Akaid’de bu kanaati serdediyor:
“İlham, hak ehli olanlara göre, bir şeyin sıhhatini bilme konusunda ilim elde etme vasıtası değildir.” Derken (Nak. Sa‘duddîn Mes’ûd b. Ömer et-Taftazânî, Şerhu’l-Akaid) (Süleyman Uludağ, İslam Düşüncesinin Yapısı, Dergâh Yayınları, İst. 1994, s. 121)
Tasavvufu meşrulaştırmanın bir numarası Gazali;
“Bir bakarsınız ancak peygamberlerin vahiy aldığını söyler. Bir başka eserinde ise; “Vahiy ile ilham arasında fark yoktur. Fark sadece vahyi getiren meleğin görünüp görünmemesindedir.
Seyr-i sülûkta tecrübe edilen müşahede ve mükaşefeler sayesinde kendisi de dâhil, sûfîlerin Peygamberlerin ruhlarını gördüklerini, seslerini işittiklerini ve onlardan bir takım bilgiler aldıklarını söyleyiverir.” (Prof.Dr. Mustafa Öztürk, Tefsirde Bâtınîlik ve Bâtınî Te’vil Geleneği, s.303)
Kur’an ayetleri ise bu iddiaların önünü kesiyor:
“Elleriyle kitap yazıp, sonra… “Bu Allah katındadır” diyenlerin vay haline!…” ( Bakara:79)
“Batın İlmi” İddiasında Hadis Kaynakları
Batın ilmi iddiası için bazı hadisler öne sürülür; bunların başında da, “Ben ilmin şehriyim, Ali de onun kapısıdır.” Hadisi gelir..
Bu hadisi Tirmizî; “Ben hikmetin eviyim; Ali de onun kapısıdır.” şeklinde rivayet etmiş ve “Bu hadis, garîb-münkerdir.” demiştir. Tirmizî, Menâkıb, 3969.
Tirmizî: “Bu hadis münkerdir” diyor, Buharî’nin de kanaati budur. O der ki: Yalan olup, aslı yoktur. Ebu Hâtim ve Yahya b. Said de böyle dediler.
“Şevkânî de: bu hadis uyduran, yalancı ravilerine dikkat çekmiştir.” Şevkânî, el-Fevâidu’l-Mecmû‘a, 348-349.
Bu konuda Hz.Ebubekir’in de dayanak olarak gösterildiği bilinir. İbn Kayyım el-Cevziyye, Menarü’l-Münif’te bununla ilgili hadisler de, kendilerini Sünnet âlimi sanan birtakım cahillerin Hz. Ebu Bekir’in fazileti hakkında uydurduklarıdır:
“Allah, kıyamet günü insanların hepsine birden; Ebu Bekir’e ise hususî olarak tecelli eder.”
“Allah’ın kalbime boşalttığı her şeyi Ebu Bekir’in kalbine boşalttım.”
“Resulullah, cenneti arzulayınca Ebu Bekir’in ak saçlarını öperdi.”
“Allah, ruhları seçtiğinde Ebu Bekir’in ruhunu seçti.”
Rafızîlerin Hz. Ali’nin faziletine dair uydurduklarına gelince; bunlar sayılamayacak kadar çoktur. Hafız Ebu Ya‘lâ el-Halil, el-İrşad adlı eserinde der ki: Rafızîler Hz. Ali ile ehlibeytin faziletine dair üç yüz bin kadar hadis uydurmuşlardır.” (İbn Kayyım,Menâru’l-Munîf, 106-108)
Batıni Mana Çıkarmanın Sonuçları
İlham ve keşf yöntemi ile Batıni manalar çıkarmak dinde bütün taşları yerinden oynatacak ve inancı temelden sarsacak sonuçlar ortaya çıkarır. İslam’da “bütün hükümler ‘zahir’e göre verilir” iken bu kural tasavvufu bağlamıyor. Bunun sonucu olarak vahyin inşa etmek istediği zihinleri temelden sarsacak şöyle sonuçlar ile karşılaşıyoruz:.
1. Neyin iyi, neyin kötü olduğu bilinemez..
İslam’a göre hüküm zahire göre verilirken, Batın ilmi iddiasına göre yani Ledün ilmine göre bu iyi bilinen kötü, kötü bilinen iyi olabilir. “Zahir”e göre iyi de kötü de açıktır. İslam’ın zahiren kötü gördüğü bir davranış ve düşünce ne olursa olsun reddedilir. Ama olaya “batın” yani “gizli mana” karışınca işler çığırından çıkar.
“Batın”; gizli, görünmeyen, bilinmeyen anlamına gelir. Ve sizden bu görünmeyen, gizli, bilinmeyen şeye göre hareket etmeniz istenir. Buna göre size kötü görünen bir şey “hakikat”tir ve siz onu anlamazsınız ama kabul etmek zorundasınız.
Dolayısı ile “Bu görünen size öyle görünmektedir. Zahirde böyle ama batınında iş sizin bildiğiniz gibi değildir ve şöyle şöyledir” demektedirler.
Bu bakışla, “mürid şeyhini, önünde rakı sofrası ve yanında fahişelerle bile görse kalbini bozmamalı ve bana görünen (zahir) böyle, kim bilir mübarek zat batında ne haldedir. Benim olayı böyle görmem bendendir demeli ve şeyhi hakkındaki kanaatinde hiçbir değişiklik yapmamalıdır. Hatta böyle gördükçe şeyhi hakkındaki imanı daha da artmalıdır.”
Tasavvufta böyle düşünülüyor olması İslam Fıkıhçılarına göre tamamen inkarcı bir duruştur. Tasavvufa meşruiyet kazandırma yolunda çok şey söyleyen Gazali bile şu sözleri ile bunu reddediyor;
“Hakikatim şeriata muhalif olduğu, batının zahiri nakzettiği görüşünü dile getiren kişi imandan çok küfre yakın durmaktadır.” (Gazali, İhyayı Ulumuddin, cilt 1, s.171-174)
“Durum böyle olunca söylenen şeyler İslam dışı kaldığı için küfür hükmüne varılmış ve mesela İbn-i Arabi’nin Kafir ve sapık olduğuna dair 238 adet fetva verilmiş.” (İslam’ın Pavlusları, s. 312 – 313)
2. Ledünni İlim İle “Gayb”e Ortaksınız
Sadece tasavvuf önderlerine verilmiş “gizli ilim” ile onlar “bilinemeyecek olan”ı yani “gayb”ı bilirler. Halbuki Kur’an’a göre “Allah gaybına kimseyi ortak etmez.”.
Çünkü, iman “gayb”adır.
İslam’a göre gayb konusu çok önemli. İman hususları “gayb”la ilgilidir. Ve yalnız Allah’ın bildirmesi ile bilinir. Bu da onun kitabı Kur’an iledir.
Ancak “ledünni ilim” iddiası ile tasavvuf kendini bu hükmün dışında görür. Tasavvufun “Şeyhül ekber” M.Arabi, “Ledünni ilim ile veliler gaybı bilir” der ve “bilinemez” diyen alimlerden hiç hoşlanmaz.. Futuhat isimli eserinde; “Peygamber için Firavunlar ne ise, ulema da velilerin Firavun’ları, deccallarıdır.” der.
Bunu demek zorundadır, çünkü, alimlerin tavrı kesin; “Nassları zahir manalarına aykırı batınî manalarla açıklamak küfürdür.”
Kendilerine ilham edildiğini öne sürdükleri batıni mana konusunda Ömer Nesefî, Akâidi’nde, ilhamın, doğru ile yanlış bilgiyi ayırt etme noktasında muteber olmadığını belirtmiş. Nesefî Akaidi’nin hemen başında belirtildiği gibi, keşf ve ilham, dinî konularda gerçekte delil değildir.
Ömer Nesefi; “Ayetler zahirleri üzeredir. Ayetleri zahiri anlamlarından başka manalara çekmek, batın ve ilhad ehlinin iddiasıdır.” Diyor.
İmam-ı Rabbanî de bu gibi konuları ele alarak “bizim İbnü’l-Arabî’nin Fütuhat’ına ihtiyacımız yoktur” der.
3. Ledünni İlim Varsa Bütün İlimler Gereksiz
Bu ladünni ilimler masalı tam olarak Batinilik’ten Müslümanlara sirayet etmiştir ki bu Batinilerin kafir olduğu konusunda hiçbir İslam aliminin şüphesi yoktur. Batiniliğin menşei de Mecusilik Sabiilik ve Yahudiliktir. Bu Batiniler ise Müslüman görünmeye çalışan İranlı Zerdüş zındıklarıdır.
Batini ilmi kabul edenler, Kur’an’ın her ayetinin bir zahiri bir de batini anlamı vardır diye, Kur’an’ı tam olarak katletmişlerdir. Hatta her “batın”ın yedi, hatta yetmiş “batın”ı vardır diye hadis bile uydurmuşlardır.
Amaçları çok açık olarak şudur. Kitab-i Münir, aydınlıktan kitap, Kitab-ı mübin her şeyi beyan eden kitap olan Kur’an’ın fikrini yok etmektir. Bu yüzden onun “batın”ı olmalıdır. Hatta batının da batını olmalıdır ki; canları çektiği gibi ona anlam verebilsinler!
En büyük şeyh İbni Arabi’nin bilim, fen ve sanat adına hangi keşfi, icadı vardır? Şeyhimiz gökyüzüne çıkar, Kaf dağını görür. Kaf dağını da çepeçevre kuşatmış büyük bir ejderha görür. Dünyanın evrenin merkezinde hareketsiz durduğunu, gezegenlerin onun etrafında döndüğünü söyler. Alın size Şeyh’ul- Ekber’in keşf ve kerametleri ile elde ettiği ledünni ilimlerden bir demet.
Ve İbn-i Arabi, Adem Babadan önce 100 bin Adem geçmiştir” der. (Sadettin Merdin, İslam’ın Pavlusları, s.238)
Mevlana da aynı görüşte; “Kardeş, sözden el çek ki bizzat Tanrı, senden Ledün ilmini meydana çıkarsın.” (Mesnevi, C. 1, 3642.beyit)
Dini Haberler / Hamdi Kalyoncu