Fethullah Gülen’in ‘Olağandışı’ Hayatı
Şu veya bu şekilde, gündemden hiç düşmeyen Fethullah Gülen 1941 Erzurum, Korucuk köyü doğumlu. Ataları 1800’lü yıllarda Erzurum’a Ahlat’tan gelmişler. Kendisi, Hem anne hem de baba tarafından Ahlat’a göç eden seyyidler soyundan olduğunu ima ediyor.
Gülen, ilk Kur’an öğrenimini annesinden, ilk Arapça derslerini de babasından almış. Dört yaşında Kur’an okumaya başlamış ve bir ayda Kur’an’ı hatmetmiş. Aynı yaşta namaza da başlamış ve fakat sonraki yıllarda, belki yanlış kılmışımdır diye bu namazların bir kısmını tekrar etmiş. İlkokulu Erzurum’da dışarıdan bitirmiş. Medrese tahsili yapmış. Erzurum’da öğrencilik yıllarında çektiği sefaleti ‘Küçük Dünyam’da anlatmaktadır. Edirne’de imamlık yapmış. Hayatında, Edirne günlerinde, iki idam olayında ‘ruhani reislik’ yapmak gibi ilginç hatıraları da bulunmaktadır. Kırklareli’nde, İzmir’de ve İstanbul’un değişik camilerinde vaizlik yapmış. 1968 yılında İzmir’de, Risale-i Nur okuttukları öğrenci kamplarını başlatmış. 1971 12 Mart muhtırasından sonra yedi ay kadar tutuklu kalmış.
Gülen hiç evlenmemiş, emekli bir vaizdir. Her fırsatta, sade yaşamaya olan meylini dile getirmekte, bazı açılardan bunu pratikte de göstermekte ve kendisini yakından tanıyanlar da bunu tasdik etmektedirler. Bu arada kendi anlattıklarından, çocukluğundan itibaren, ilginç bir kişiliğe sahip olduğu da anlaşılmaktadır. Mesela küçüklüğünde minare şerefesi üzerinde yürümekte ve buna da, ‘gözü karalık’ demektedir. Kafiyeyi ezberlerken, “dünyayı başparmağıma taksalar da çevirsem” diye hayal kurarmış. Edirne’deki Üç Şerefeli Camiye imam tayin edildiğinde tuttuğu ev çıkmaz sokaktaymış. Kadınlar ve kızlar gece geç saatlere kadar orada ‘serbest şekilde’ oturdukları için, aralarından her geçişinde hamama girmiş gibi terliyormuş. Bunun üzerine, sabah namazına çıktıktan sonra, gece yarısı oluncaya kadar eve gelmemeye başlamış.
Gülen, bazen birkaç gün bir şey yemediğim olurdu diyor. Bazı ifadelerinden bunun fakru zaruretten kaynaklandığı, bazılarından ise riyazet yaptığı anlaşılıyor. Riyazet yaptığı günlerde önce nefsini bir kedi gibi görmüş ve onu kovalamış. Sonra nefsini ayı gibi, bir süre sonra da goril gibi görmüş. Gorilden kaçarak surların üzerine çıkmış. Aynı riyazetin bir parçası olmalı ki, uykusunun bir-iki saati geçmediğini ifade etmektedir. Geceleri geç vakitlere kadar dolaşır, Erzurum’daki bütün türbelere Yasin okurmuş.
Anlattığına göre Gülen, hayatında iki defa “çok şiddetli” vesvese geçirmiştir. İlki, Edirne yıllarında Darvinizm’in, üzerindeki etkisi, ikincisi ise, İskenderun’da iken ‘mukaddes mefhumlar’ hakkında kuşkuya düşmesiymiş. Bu vesveselerin etkisiyle bir ara kendisine şok vurdurmayı bile düşünmüş. Bir nevi hafakanlar yaşamış. Kendisi bir numara vermemiş olsa da, üçüncü bir vesvesesi daha var ki, onu da hacda yaşamış. Mescid-i Haram’ın ikinci katında namaz kılarken Şeytan kendisine, “hele buradan aşağıya bir kendini at” diye defalarca telkinde bulunmuş, korkuyla kendisini biraz içeriye çekmiş.
DİN ANLAYIŞI
İnançları
Gülen’in akidevi yapısı Kur’an’dan ziyade, Said Nursi’nin risalelerinin de içinde bulunduğu, geleneksel ehlisünnet inançlarına dayanır. Denilebilir ki, Gülen’in inançlarının sahihliği, Risale-i Nurların sahihliği oranındadır. Gülen’in, hiçbir orijinalliği olmayan bazı sözleri, kimi araştırmacılar tarafından, özgün bir yorum sanılmaktadır. Mesela J. Carrol, Sartre ile Gülen’i karşılaştırırken, “Gülen, mutlak kudret ve ilim sahibi, yerlerin ve göklerin yaratıcısı ve her şeyi bilen bir Allah tanımı yapmaktadır.” diyebilmektedir. Hâlbuki böyle bir tanım, sadece Kur’an’ın açık naslarının tekrarından başka bir şey değildir.
Peygamber Telakkisi
Gülen’in Peygamber ve peygamberliğe ilişkin bakış açısı tamamen gelenekseldir. İsrailî tefsir geleneğinde, Âdem cennette yasak ağaçtan tadınca, Muhammed’i (a.s) şefaatçi kılarak Allah’tan af dilediğine dair bir rivayet yer almaktadır. Bu hurafeyi Gülen de paylaşmaktadır. Gülen, Peygamber’in beşer olduğunu vurgulayan dini yorumu mahkûm ederek, bu yöntemle önce fukahanın küçümseneceği, ardından da Kur’an’ın bile sorgulandığı bir aşamaya gelineceği gibi kuruntular üretir. Kur’an’ın açıkça aksini bildirmesine rağmen o, Peygamber’in hem kendi devrine ait gayb haberlerini, hem de yakın ve uzak geleceğe ait haberleri bildiğini iddia etmektedir. Ona göre Peygamber, “kıyamete kadar zuhur edecek hadiseleri bir televizyon ekranında seyrediyor gibi ümmetine bir bir takdim buyurmuştur.” Peygamber’in, sağ elinde tuttuğu bir kitapta bütün ehli cennetin, sol elindeki kitapta ise, ehli cehennemin baba ve kabilelerinin adlarıyla beraber listelerinin yazılı olduğu rivayetini gerçek sanmaktadır. Üstelik de bu kitaplar, onları sahabeye gösterdikten sonra, “sanki uçup gitmiş gibi” Peygamber’in elinden, kaybolmuşlardır!
Eğer Gülen benzeri mistik kişiler (evliyaullah!), Peygamber’in gaybı bildiğini iddia etmeseler, kendilerinin de gaybı bilmek gibi olağanüstü yetenekleri olduğu intibaını vermeleri mümkün değildir. Gülen’e göre Muhyiddin İbnul Arabî, Osmanlılar devrinde zuhur edecek pek çok hadiseyi; Bitlis’li Mustafa Müştak dede, Ankara’nın başkent olacağını; Said Nursi ise, seneler evvelinden 71 muhtırasını (ayı ve günüyle beraber) ve 1980 ihtilalini haber vermiştir. Böylece, zikri geçen hadiseler hakkında nasıl da kaderci bir anlayışın oluşturulduğu vuzuha kavuşmaktadır.
Gülen, ayın yarılması ve mirac gibi sözde mucizelere inanır. Peygamber’in Sidretü’l-Münteha’da Cenabı Hakk’ın cemalini kemiyetsiz, keyfiyetsiz, hailsiz ve perdesiz bir şekilde müşahede ettiğini de iddia eder. Daha da ileri giderek, miracta Peygamber’in Musâ ile konuşmasını reddedenlerin, “sahih hadisleri inkârla sünneti yıkmaya çalışan” kimseler olduğunu ileri sürer. Kendisinin Din’in temellerine koyduğu bunca İsrailî hurafe değil de, hakikate dayanmayan, uydurma bir geleneği reddetmeyi, Din’i Kur’an’a dayandırma idealini sünneti yıkma girişimi olarak ancak F. Gülen gibi birisi iddia ederdi.
Gülen’in kıssa edebiyatında, peygamberlerin geneliyle ilgili, hiçbir ilmî delile dayanmayan, tamamen uydurma (sübjektif) hikâye ve yorumlara çokça rastlanır. Çünkü hitap ettiği kitle, böylesi uyuşturucu mitolojiler duymayı istemektedir. Mesela, İbrahim Peygamber’in, çocuk isteğini içinde tuttuğu için çocuğunu kurban etme emriyle, Zekeriya’nın ise, açıktan istekte bulunduğu için hem kendisi hem de oğlu şehit edilmekle, zorlu bir imtihan yaşadıkları açıklaması bunun bir örneğidir. Hâlbuki Zekeriya’nın ve Yahya’nın şehit edildikleri, Kur’an tarafından doğrulanmayan, israilî bir rivayetten ibarettir.
Nurculaştırılmış Bir Mesih/Mehdi Tasavvuru
Gülen’e göre, ahir zamanda ‘Hazreti Mesih’ tekrar dünyaya dönecektir. Bu nüzul keyfiyetini yüz kadar hadisin bildirmekte, dört ayet de buna delalet etmektedir. Said Nursi, ahir zamanın en büyük fesadı zamanında Allah, en büyük bir müctehid, en büyük bir müceddid, hem hâkim, hem mehdi, hem mürşid, hem kutb-u azam olarak bir “zat-ı nurani”yi gönderecek, o da ehl-i beytten olacaktır demektedir. Gülen, tıpkı Said Nursi gibi, -bizzat gelmesini imkânsız görmemekle birlikte- İsa’nın şahsı manevi olarak ineceğine inanmakta, hiç kimsenin de buna itiraz edemeyeceğini ileri sürmektedir. Gülen, “Eğer bir şahs-ı manevi olarak Hz. Mesih inecekse ben onu çok uzak görmüyorum.” demektedir. Her ne kadar kendisini bir mehdi, halaskar, Heraklit ve Mesih olarak görmediğini, bunları rüyasına bile misafir etmeyeceğini, “boynu tasmalı kulluğa rıza gösterenlerden” olduğunu açıklıyorsa da, nurculuk tüzel kişiliğini, şahs-ı manevi olarak gelecek olan Mesih kabul ettiğinde kuşku yoktur. En azından kendisi Said Nursi’ye, ahir zamanda gelecek zatlara [Mehdi] zemin hazırlayıcı kişi gözüyle bakmaktadır.
Kendisini adeta bütün dünyayı kurtarmakla görevli, başkalarının günahına ağlayan bir kurtarıcı gibi lanse eden Gülen’in, bir diğer kurtarıcı simgesi olan Mehdi’yi reddetmesi beklenemezdi. Ona göre, Peygamber soyundan gelecek olan Mehdi, Allah tarafından gönderilmiş bir elçi sayılır ve bu haliyle mezhep imamlarından, kutuplar, gavslar ve hatta Kutbu’l-İrşad’dan daha büyüktür. Bu nedenle, ona gösterilen tazimi ifade etmek için ‘er-Rasûl’ ya da ‘Mehdi-i Rasûl’ denilir.
Kendisini mehdi olarak görmediğini söyleyen Gülen, aslında değil mehdi, hiçbir Peygamber’de olmadığı kadar ‘ümmetini’, hatta bütün dünyayı kayıran, doğunun ve batının kurtuluşuna kendisini vakfetmiş bir kurtarıcı/lider görüntüsü vermektedir. Gülen bu hususta o kadar iddialıdır ki, tek milletinin imanı selamete ersin de, icabında cennete girmekten dahi vazgeçmeye, şayet girmişse, dışarıya çıkmaya hazırdır! “Peygamber ufku” adını verdiği bu süper kurtarıcılık diğerkâmlığını şöyle açıklamaktadır: “Gözümde ne cennet sevdası, ne de cehennem korkusu var; milletimin imanını selamette görürsem cehennem alevleri içinde yanmaya razıyım.” Gülen, uydurma sözlere tutunarak, ikinci bir Ebu Bekir olmaya heveslenmektedir. Hz. Ebu Bekir’e isnad edilen meşhur sözle Allah’a seslenmektedir: “vücudumu o kadar büyüt ki cehennemi ben doldurayım, başkalarına yer kalmasın.”
Gülen, sadece milletinin imanını değil, doğu ile batının kurtuluşunu da en büyük dert edinmektedir. Doğu’yla Batı’nın bütünleştiği müjdesini alırsa, cennet’e girmekten bile vazgeçeceğini, girmişse de oradan çıkmak isteyeceğini söylemektedir.
Gülen, hiçbir peygamberde görülmeyen ve görülmesi de mümkün olmayan bir kurtarıcılık rolüne soyunmaktadır. Kendisine, sanki bütün insanlığın günahına kefaret olarak gönderilmiş bir ‘kurban’ görüntüsü vermektedir. Yaptığı, aslında bir tür insana tapmadır. ‘Millet’in ya da doğu ile batının ‘kurtuluşu’, bu derece, imanın ve tevhidi ilkelerin önüne geçirilemez. Kurtuluştan ne kastettiği de tam olarak belli değildir. Sıradan bir insan olarak Gülen, acaba kendinde hangi yetkiyi görüyor ki, böyle bir kurtarıcılık misyonunu kendisine yakıştırabilmektedir?
Diğer taraftan da aynı Gülen, “Ben kendimi gırtlağıma kadar kusur içinde görüyorum. Çok korkuyorum; bazen yüreğim ağzıma geliyor, inanın, pek çok gece uykum kaçıyor, uyuyamıyorum; ‘Eğer olmam lazım geldiği gibi olamamışsam Rabbimin huzuruna nasıl çıkarım, ötede ne olur benim halim?’ diyorum.” demektedir. Gülen’in kurtarıcılık taslayan tavrı Kur’an’ın öğretisine tamamen karşıt olduğu gibi, aklın kabul edeceği bir yorum da değildir. Eğer Gülen, İsa Peygamber’den daha büyük bir dinî otorite değilse, o, başkalarının günahına nasıl ağlanacağının ölçülerini zikretmektedir. (Maide, 116-118).
Said Nursî Gülen’den daha önce bu kurtarıcılık rolünü oynamıştır. Nursi’nin sözleri çok daha cüretkârdır: “Gözümde ne cennet sevdası var, ne Cehennem korkusu. Cemiyetin, yirmi beş milyon Türk cemiyetinin imanı namına bir Said değil, bin Said feda olsun. Kur’anımız yeryüzünde cemaatsiz kalırsa cennet’i de istemem; orası da bana zindan olur. Milletimizin imanını selamette görürsem, Cehennem’in alevleri içinde yanmaya razıyım. Çünkü vücudum yanarken, gönlüm gül-gülistan olur.” Nursî’nin, adeta Allaha meydan okuyan bu sözleri, çok büyük bir cüretkârlıktır. Gülen de bunun farkında olduğu için, “aslında bu sözler söylenemez; Bediüzzaman gibi sadece sabah ve akşam tesbihatlarında bile yedişer defa ‘Allahümme ecirnâ mine’n-nâr…’ diyen bir insan cennet ve cehennem’i hafife alamaz” demek ihtiyacı duymaktadır. Bununla beraber, Nursî’nin bu cüretkârlığından ders almışa benzememektedir
Tasavvufu
Gülen, Kur’an merkezli bir İslam yerine rüyalar, kerametler, menkıbeler üzerine kurulu, mistik bir din anlayışına sahiptir. Peygamber (a.s)’a atfedilen ve hiçbir ilmi kıymeti olmayan “Ahir zamanda en sadık olan şeyler rüyalardır.” sözü, onun en önemli dayanaklarındandır. Eskiden, Said Nursî’nin de aralarında bulunduğu, evliya adı verilen kimselerin mişkat-ı nübüvvetten, doğrudan doğruya ellerini uzatıp alacakları şeyleri alabildiklerini, şimdilerde ise bunun mümkün olmadığını buruk bir dille anlatmaktadır. İddiasına göre Allah, onlara olan lütuflarını, rüyalar yoluyla lütfetmekte, ‘yakazalar’ vasıtasıyla içlerine akıtmakta; Peygamber, sahabe, evliya ve mukarrebînle görüştürüp buluşturmaktadır.
Gülen’in, İslamiliği tartışılır hizmet çizgisini Peygamber’e onaylatmanın başka yolu da yoktur. Bir arkadaşının gördüğü rüyada Peygamber, Gülen’in kakülünden tutup alnından öper ve “Ohh.. sizler Cennet kokuyorsunuz” der. Gülen, Peygamber’e, bu iltifatın nedenini sorduğunda, aldığı cevap mükemmeldir: “Tam gönlüme göre hizmet ediyorsunuz; adımı dört bir yana duyuruyorsunuz!” Belki de bu rüyanın görüldüğünde, henüz diyalog kaygısıyla kelime-i şehadetin ikinci kısmını telaffuz etmeme teklifini yapmamıştı… Gülen’e göre, Peygamber’in bu müjdesi, Cüneyd-i Bağdadi, İmam Rabbani ve Said Nursî’nin elini uzatarak mişkat-ı nübüvvetten doğrudan aldıkları müjdelerin aynısıdır ve ‘yakaza’ ya da mübeşşirat türündendir. Kısacası bunlar Allah’ın ikramlarıdır!
Gülen’in rüya şeklinde gerçekleşen pek çok kerameti bulunmaktadır. Bunlardan bazıları anmaya değer. Hatem hoca adında biri, rüyasında Said Nursî’yi görür. Nursî Gülen’e, Tarihçe-i hayat’taki mektupla, bir güveç ceviz gönderir. Bu cevizler, uzun süreli yolculuklarının işaretidir! Tabi rüya tabirlerinde sınır olmaz…
İzmir’de Kestanepazarı’nda bir camide öğrencilerle hadis okudukları günlerde bir rüya görür. Gülen, camide ikindi namazını kıldırmaktadır. Sağ tarafa selam verince bakar ki, Peygamber orada bulunmaktadır ama yüzünde üzüntü eseri vardır. O rüyadan sonra bir daha o camide hadis dersi yapmaz.
Gülen’in bir arkadaşının gördüğü rüyaya göre, Hatice validemiz kapının dışında, Peygamberimiz de içeride oturmaktadır. Ders yaptıkları dört-beş kişiyi kastederek Hatice validemiz Peygamberimize, bu dört-beş kişinin, kendilerinden memnun olup olmadığını sorduklarını iletir. Peygamber’in cevabı şöyledir: “Evet, hoşnudum. Hele birisi, hele birisi.” Gülen, kendinden bahsetmesini sevmez ama kim bilir, belki de bu rüyayı bir nebî gibi, insanlara duyurma işareti almıştır…
Bir başka rüyada arkadaşı Peygamber’e, “Ya Rasulallah, üç-beş kişi senin adına bir yerde toplansa, oraya mutlaka Ashab-ı kiram’dan birini gönderirmişsin, doğru mu?” diye sorar. Peygamber, önceden öyle iken, şimdi artık ahir zaman olduğu için, kardeşlerinin daha çok himmete muhtaç olduklarını, dolayısıyla nerede üç-beş kişi onun adına bir araya gelirse, onların yanına bizzat kendisi gittiğini ve ruhaniyetiyle aralarında yer aldığını söyler. Gülen’e göre bu keramet şahs-ı manevi adına vaki olmuştur.
Gülen’ien bir de ‘yakaza’ türünden kerametleri vardır. Yakaza, uyanıkken görülen keramet cinsinden vizyonları ifade etmektedir. (Pavlus’un Şam vizyonu gibi). Mesela gençliğinde bir zatla bir yerde bulunuyorken o zat birden heyecanlanıp donuklaşmış. Meğer o anda S. Nursî ile bazı kişiler oraya gelmişler.
Gülen’in hayatı kerametlerle dopdoludur. Anlattığına göre, I. Dünya savaşından önce Korucuk köyünde deprem olmuş ve yıkılmadık ev kalmamıştır. Fakat bir rüyaya göre, Peygamber (a.s) gelerek, Hz. Ali’ye, oraya bir kazık çaktırır ve “bir daha bu köy de sallanmasın!” der. S. Nursî’nin yorumuna göre, İzmir ve Erzincan depremleri, ya oralarda hiç hizmet eden (nurcu) olmadığı veya yenik durumda oldukları için meydana gelmiştir. Demek ki 1999’daki Marmara depremine bir de bu gözle bakmak gerekir…
Gülen Hacca gittiğinde Şamil dedesi için umre yaparken birden bire onu “müspet manada çıldırtacak derecede” “bir hal değişmesi” olur. Safa ile Merve arasında gidip gelirken ayakları yerden kesilir ve adeta havada uçar. Aynı tarihte ve aynı saatte annesi, rüyasında Şamil dedesini, melekler gibi bulutların üstünde yüzüyor olarak görmüştür!
Hacda Mekke’de lokantada yemek yiyecekken, lokantanın kapısında çekicisi olmayan bir römork gelerek, -çok kötü bir koku yaymak suretiyle- onun lokantayı terk etmesini sağlar. İkinci lokantaya gider aynı durum tekrar eder. Bu bir manevi bir ikazdır! Çünkü yemek için Harem’in iklimini terk etmiştir… Tıpkı Peygamber için anlatılanlar gibi, çocukluğunda iki defa düğüne katılmış, ikisinde de ‘tokat’ yemiş, yani korunmuştur!
1968 yılında İzmir’de bir evde, bir kandil gecesinde İşaratul İcaz kitabını okurlarken, evin duvarlarından “Of! Of!” şeklinde inilti sesleri gelir. Arkadaşı, iniltiyi üç defa, kendisi beş defa duymuştur.
Edremit’te kamp yaptıkları sırada, rüyasında Bedir ashabını ve onlar arasında savaşa katıldığını görür ve içlerinden Hamza’yı fark eder. Daha sonra anlaşılır ki, tam Hamza’yı gördüğü an, kampı basmaya gelen ekibin yolda kaza yapıp, arabalarının yandığı andır. Cezaevine giriş ve çıkışı hep rüyalar eşliğindedir. Orada gördüğü kelebekler birer önemli ‘işaret’tir.
Gülen, biraz şifreli de olsa, kendisi gibi birinin insanların içini okuyabileceği, gelecekte vuku bulacak bazı hadiselerle ilgili bazı bilgilerin Allah tarafından kalbine ilham edilebileceği kanaatindedir. Hayatı, olağanüstülüklerle dopdoludur! 11. ayda askere gitmiş, 1. taburun 1. bölüğünün 11. askeri olmuş, yani hep birlerin insanı olmuştur.
Gülen’in bütün bu ve benzeri, kendinden menkul kerametlerini vaktiyle bir yazar, ‘mistik hezeyanlar’ olarak adlandırmıştı. Gülen’in fikir dünyasını bundan daha güzel özetleyecek bir tanım bulmak mümkün görünmemektedir.
Gülen, formel olarak mutasavvıf olmasa da, zihniyet olarak tam bir tasavvufçudur. Mesela, Temeli Muhyiddin İbnul Arabî’ye dayanan, “Nübüvvet kapısı kapanmış ama velayet kapısı kapanmamıştır.” teorisini olduğu gibi benimser. Hakikat-ı ahmediye ve hakikat-ı Muhammediye gibi tasavvufî kavramları olduğu gibi benimser. Gülen bu felsefeyi o kadar ileri götürür ki, İslam inancına göre, hiç evlenmediği halde İsa’yı doğuran Meryem’e Muhammed (sav)’i koca yapabilmektedir. Hz. Meryem’e temessül eden ve Kur’an’ın ‘beşeran seviyya’ (Meryem, 17) dediği ruhun Hz. Muhammed olabileceğini söylemekte hiçbir beis görmemektedir. Allah Rasûlü adına uydurulduğunda kuşku olmayan “Meryem’i bana nikâhladılar” sözünü de aynı rahatlıkla kullanmaktadır. Çünkü Hz. Meryem’in gözüne başka hayalin girmemesi gerekiyormuş! Kendisinden 571 sene önce, Kur’an’ın şahadetiyle, kendisine hiçbir insan eli değmemiş olarak İsa’yı doğuran Meryem’e Muhammed (sav)’i eş, İsa’ya baba tayin etmenin dini, fikrî ve aklî izahını yapabilmek mümkün görünmemektedir.
Gülen’in Hakikat-ı Muhammediye kavramı, İslam’la hiçbir şekilde bağdaştırılması mümkün olmayan, pagan bir kültürdür. Ona göre Hz. Muhammed (hakikat-ı ahmediye) hakikat-ı Kâbe’nin yeryüzündeki eşi ve ikizidir. Bu ikisi, aynı döl yatağında birlikte bulunmuş ve ikiz yaratılmış varlıklardır. Hz. Muhammed vefat edince, hakikat-ı Kâbe’yi bu dünyada, Allah ile irtibatı kavi büyük insanlar temsil etmektedirler! Onlar, misyonlarıyla adeta, yeryüzünde Kâbe konumundadırlar. Bazen onlar Kâbe’nin etrafında, bazen de Kâbe onların etrafında döner. İşte bunlara kutub denir. Allah onların bakışlarıyla kâinata bakar, merhamet veya gazap eder. İnsanlığı sahil-i selamete çıkaracak olanlar, ‘Kutbul irşad’ denen bu insanlardır. Normal velilerden üç kademe daha ileridedirler. İnsanların içinde, onlardan biri gibi bulunurlar. “Etraflarına sürekli nur neşrederler.” Kutubdan sonra gavs makamı gelir. Bunların tasarrufları öldükten sonra da devam eder. Her gavs kutubdur ama her kutub gavs değildir. Üçler, yediler, kırklar, evtad, kutbu’l-irşad gibi isimlerle anılan ve dünyayı yönettiklerine inanılan gaybî kişilerin (evliya) sayısı çok fazladır.
Tevessül ve rabıta gibi tasavvufi terimler Gülen’in fikir dünyasında önemli yer tutar. Hz. Ömer’in, Peygamber’in amcası Abbas’la tevessül ettiği ve yağmur duası yaptığını doğru kabul eder. Her mistik yorumcunun yaptığı gibi, Maide suresinin 35. ayetini vesile adı verilen insan-perestliğe delil getirir. Rabıtanın Allah’la kul arasına bir aracı koymak anlamına geldiğini kabul etmez. Başka bir yerde, Allah’la kul arasına Mesih de konsa, bunun şirk olacağını söylerken, derin çelişkisinin farkında değildir. Rabıta yapanları hatalı bulanları günahkâr, katı, bağnaz olarak nitelendirir. Bu da, geleneksel şirklerini, atalar kültüne sığınmakla savunan kimselerin durumunu andırmaktadır. Din’de hiç olmayan bir şirki Din’e sokmak bağnazlık olmamakta, ama onu eleştirmek bağnazlık olmaktadır.
Gülen’in, Şeytan ve cinlerle ilgili bazı fikirleri de, hiç şaşırılmaması gereken türdendir. Mesela bir sinir mütehassısı arkadaşının anlattığı, (Samsun’da) ruh (cin ya da şeytan) çağırma seansına göre, gelen cin, hanımlar rehberi risalesini okumaktadır! Fakat işin ilginç yanı, bir ara oraya gelen Şeytan’a, Meyve risalesinin altıncı meselesini okumuşlar ve şeytan bu risaleyi beğenmiş. Şeytan’a biraz da Cevşen dinletmişler ve biraz sonra, “Bırak şu gırgırı” demiş! Gülen, Cevşen’den rahatsız olanları şeytana benzetmekte ve bunu zımnen Cevşen’in sahihliğine delil saymakta, hâlbuki aynı Şeytan’ın(!) meyve risalesini beğenmesinin ne anlama geldiğini idrak edememektedir.
Gülen, cinlerin ehl-i imana daha çok cünüplük ve hayız-nifas hallerinde musallat olup, onları değişik şekilde ve değişik seviyede baştan çıkarabileceklerine inanmaktadır. Ayrıca cinlerle deniz altında üç-beş ay kalınabileceği; haberleşme sahasında cinlerin büyük çapta kullanılacağı; büyük devletlerin teknik dinlemelerde onları istihdam edeceği ve emniyet teşkilatının bundan faydalanacağı gibi fantezileri bulunmaktadır.
Ahlakı
Gülen, kendisinden bahsedilmesinden nefret ettiğini, tiksindiğini ve iğrendiğini söylerken acaba ne kadar samimidir? ‘Küçük dünya’sını anlatacağı röportaj teklif edildiğinde önce bu sözlerle tepki vermiş. “Anlatılması gereken bunca ulvî hakikat varken benim kendimi anlatmam ve bunca önemli işler dururken benim böyle kıymetsiz bir işe vakit ayırmam katiyen doğru değildir.” demişse de, sevenlerine dinletememiş olmalı ki, ya da daha doğru bir ifadeyle, bir lütuf olarak tekliflerini kabul etmiş ve küçük dünyasını anlatmış.
Gülen’in tevazu kisvesindeki mahviyet tavrı kesinlikle inandırıcı değildir. Bunun tanığı da yine bizzat kendi sözleridir. Gülen tevazu adına şunları söylemektedir: “İman ve Kur’an hizmetinde sırtına palan vurulmuş bir merkep olma, bize bahşedilmiş en büyük lütuf ve ihsandır. Siz böyle bir şeyi kabul etmeseniz bile, ben tereddütsüz kabul eder ve bunu cihanların bana ihsan edilişiyle eşdeğer görürüm.” “Evet, yanlış tercihte bulunmamalı; Allah’ı tercih etmeli ve kalbinizi masivadan boşaltmalısınız. Eğer düz, sıradan, basit bir insan olduğunuza kendinizi inandırabilirseniz; aynaya baktığınız zaman, ‘Allah Allah, tabiatım icabı ben merkub olmayı beklerdim ama nasıl olmuş da insan şeklinde yaratılmışım’ diyebilir ve nefsinize bunu kabul ettirebilirseniz, iyi bir çizgide yürüyorsunuz demektir.”
Asla keşif ve keramet avcısı olmamak gerektiğini; kendisinin, Gavs-ı Azamlıkla taltif edilmek istense, onu bile istemeyeceğini hem de yeminle beyan eden Gülen, diğer taraftan ise sanki kendini tahlil edercesine şöyle demektedir:
“Mütevazi görünmek için mahcup mahcup durma çok çirkin bir riyakarlık ve yalandır. Bu tür davranışların arkasında başkalarına ‘estağfirullah’ dedirtme yatırımları vardır. Eğer, süklüm püklüm olmalar, eğilmeler, temenna durmalar insanın tabiatının bir neticesi ve gönlün dışarıya aksetmesinin bir sonucu değilse, bunlar şirk işmam eden ‘estağfirullah’ yatırımlarıdır.”
“Bir insan, tavır ve davranışlarıyla, kalbî ve ruhî hayatının önünde bir görüntü ortaya koymamalıdır. İlla kendisini ifade edecekse, kalbî ve ruhî derinliği ne kadarsa işte o kadar bir derinlik sergilemelidir ama katiyen olduğunun üstünde bir hal ve görüntü içine girmemelidir. Hatta su-i zanlara sebebiyet vermemek kaydıyla, olduğundan aşağıda görünmek onun için daha hayırlıdır.” Kısacası ona göre, (keramet sahibi), kalbinin derinliği, vicdanının genişliği ve himmetinin yüceliğine rağmen sığ görünmelidir ama yine de “görünenden daha derin” olmalıdır!
Gülen’in bu tevazusunu, en iyi yine kendi sözleri tahlil etmektedir: “Hâlbuki önemli olan insan olmaktır. Allah (c.c), bizi insan olarak yaratmış ve bize verdiği bu payeyi davranış ve ahlakımızla korumak mecburiyetini yüklemiştir. Zira burada insaniyeti muhafaza, ötelerde insan olarak kalma adına tek ve önemli bir teminattır.” “Çünkü Ekrem ve eşref olarak yaratılan insan, hareketleriyle [namaz] bile olsa hayvana benzememeli; o hep ötelere müteveccih olarak yaşamalıdır.”
Gülen’in saygı anlayışı da, tevazusu gibi sorunludur. Hayatta bir defa bile babasına doğru, hatta babasının doğduğu ve kabrinin bulunduğu Korucuk köyüne doğru ayağını uzatıp yatmamış olmakla övünür. Yatarken ayağını arkadaşı tarafına uzatamıyor, kitaplarının olduğu tarafa uzatamıyor, kıble tarafına uzatamıyor. Babam orada olabilir düşüncesiyle, Korucuk köyü istikametine de uzatamıyor. Doğrusu, Allah’ın dinlenmek için yarattığı uyku için ayağını uzatacak bir yer bulamayan ve bunu da din adına yapan bir insanın, doğu ile batıyı barıştıracak kadar kendisini büyük bir dinî şahsiyet olarak görmesi arasında işin doğrusu, bir tezat değil, tutarlılık söz konusudur.
Gülen, eleştirilere tahammülkâr değildir. Onca mülayim ve onca hoşgörülü bir din adamı görüntüsüne rağmen, eleştirilerini beğenmediği insanları rahatlıkla ‘kobralar’a benzetebilmektedir.
Fıkhı
Gülen’in fıkhı da tıpkı akaidi, Kur’an ve Peygamber anlayışı gibi eklektik, seçmeci, çifte standartlı ve pragmatisttir. İşine geldiğinde Din’in en küçük kuralını bile hiç tartışmadan, mutlak surette kabul etmeyi, teslim olmayı önermekte, işine geldiğinde ise, hiç kimsenin yapmadığı kadar dinî ilkeler üzerinde tasarrufta bulunmakta, kendine göre esnetmektedir.
Gülen, S. Nursî’nin de benzer bir ilkeyi benimsediğine atıf yaparak, kendi ilkesini şu şekilde koymaktadır: “Sadece Kurban değil, bütün ibadetler, fıkhî deyimiyle, taabbudî alana girer ve vahye göre şekillenmiştir;” “yani onları Allah emrettiği için, O’nun istediği zamanda, O’nun gösterdiği şekilde ve O’nun rızasını kazanmak niyetiyle yaparsak ya da sırf Allah yasakladığı için bazı şeylerden sakınırsak, işte o zaman amelimiz ibadet hükmüne geçer. Kur’an nasıl getirmiş, peygamberimiz nasıl göstermişse aynen öyle koruyup uyguladığımız, onlarda değişikliklere, artırma ve eksiltmelere girmediğimiz, peygamberimiz tarafından öğretilen şekline dokunmadığımız sürece ibadetlerimiz ibadet olarak kalır.”
“Mesela, O misvak kullanmayı tavsiye buyurmuşsa, bana düşen, onun faydasına ve sıhhat açısından yararlarına bile bakmadan, sırf O kullandı ve tavsiye buyurdu diye misvak kullanmaktır. … Efendimiz bana dese ki takla atacaksın. Bu meselenin mantığı var mı? Aklım öyle inceliklere ermez benim. Senin mantık dediğin şey nedir ki?”
Gelin görün ki, Gülen, kurbana ve misvaka yüklediği ‘taabbudî niteliği’ mesela başörtüsüne yüklememektedir. Kurbana taabbudi derken, örtüye füruattır diyebilmektedir. Misvak kullanmanın illetini sormayı neredeyse haram sayarken, başörtüsü [tesettür] gibi Kur’an’ın muhkem bir emrinin illetini sorgulayabilmekte, onun füruat olduğunu; “dinde aslî bir mesele olmadığı halde, daha sonraki dönemlerde ibadetmiş gibi ortaya çıkartılan bir husus olması itibarıyla dinin ruhundaki itidale de münafi” olduğunu, imanın ve İslam’ın esaslarından, şartlarından olmadığını iddia edebilmektedir. Başörtüsünün, çarşafın bazı kesimleri [yasakçıları] aşırı şekilde tahrik ettiğini, (oysa) dini bilmeyen kimseleri tahrik etmemenin, “dinde çok önemli bir esas” olduğunu ileri sürmektedir. Başörtüsünün, imanın ve İslam’ın esaslarından olmadığını, bu konudaki dayatmaların (başörtüsü hususunda kim kime ne dayatmaktadır acaba?) ifrat, zorlama ve nefret ettirme olduğunu ileri sürmektedir. Başörtüsünün, Allah’a karşı, umumi manada kulluk meselesi ölçüsünde önem arz etmediği fetvasını verirken, karşımızda sanki Peygamber’in takla emrini bile sorgulamayan Gülen değil, reformcu, Protestan bir Gülen bulunmaktadır.
Gülen, bu fetvasıyla, yasakçı insanların rızasını kazanmayı, Allah’ın rızasının önüne geçirmektedir. Gülen’in onursal başkanı olduğu Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı’nın yayınladığı bir kitapta bir yazarın, ‘türban kavgası’nı “ilkel ve şekilsel” bir kavga olarak adlandırması, Gülen’in fetvasına yapılmış bir tefsir olarak anlamak mümkündür. Gülen’e yakın bir isim olan Hüseyin Gülerce, onun bu fetvasını, “Diyelim ki başörtüsüyle kalp kırıyorsunuz. Ben kalp kırmamanızı tercih ederim demektir bu.” diye şerh etmektedir. Başörtüsü sebebiyle kalbi kırılanlar, ‘yasak mağdurları’ değil, elbette, mağdurların ‘zorluk’ çıkarttığı yasakçılardır!
Bilerek bir karıncaya bile basmayacak, yılanın belini kıran arkadaşıyla aylarca görüşmeyecek kadar merhametli, haktan yana görünen Fethullah Gülen, sıra başörtüsü için yürüyen kız öğrencilere gelince, dili sivrilmekte, adeta melik-i aduda dönüşmektedir. 1989 Yılında İzmir’de vaaz ederken, adı geçen kızlar için yaygaracı, fesatçı, anarşist, çarşıda pazarda huzursuzluk çıkaranların iğfallerine aldananlar gibi sıfatlar kullanmaktadır. Oralardaki çığlıklara ‘saksağanca sesler’ benzetmesini yapmakta, hain olarak nitemektedir. Daha da ileri giderek, ‘çok yakın arkadaşları’nın tespit ettiğini, türban adına yürüyen mantolu veya çarşaflı kadınların çoğunun erkek olduğunun ortaya çıktığını iddia etmiştir. Öyle anlaşılıyor ki, mü’min kadınlar hakkında böyle ulu orta iftira atanlar ve o iftiraya kolayca inanıp etrafta yayanlar için inmiş olan Nur suresinden Gülen’in alması gereken çok ders bulunmaktadır.
1999 yılında Gülen’in kasetleri vesilesiyle ona yapılan hücumlara karşı Zaman gazetesi, “Onu asın!” şeklinde, “hizmetinin karşılığı bu mu olacaktı!” anlamına gelen, dokunaklı bir çıkış yapmıştı. Zaman’ın, “Onu asın!” iğnelemesinin gerekçelerinden biri de, başörntüsü meselesinde, mümin kadınları üzme pahasına, örtüyü yasaklayan laik Kemalist rejimden yana tavır koymasıydı. Zaman bunun adına, “iç huzurun tesisine hizmet etmek” diyordu.
Gülen’in evlenmemesiyle ilgili bazı açıklamaları, onun fıkhını anlamak için iyi bir örnek teşkil eder. Edirne’de bulunduğu yıllarda, evlenmesi için aracı olmuşlar fakat nihayetinde kendisi vazgeçmiş. Bunda bir gariplik yoktur. Fakat gariplik, vazgeçmesinin gerekçesini açıklarken ortaya çıkmaktadır. Birinci gerekçesi, hizmetin dışında gözlerinin içine, başka bir hayalin girmesini istememesiymiş! İkinci olarak ise, alacağı kadının hayatını zehir etmek ve kendisi şüpheli şeyler yiyip-içse bile, evleneceği kadına da şüpheli şeyler yedirmek istemezmiş!
Gülen’in, bundan daha ilginç evlilik fıkıhları da bulunmaktadır. Malum, onun hayatı kerametlerle, rüyalarla yönlendirildiği için, yine bir rüya, evlenme fikrini ömür boyu zihninden tamamen silip atmasını sağlamıştır. 1978 yılında bir gün çamaşır yıkarken epey yorulmuş ve şimşek çakar gibi çok kısa bir an, “evlensem mi ki?” diye içinden geçirmiş. Ertesi gün erken vakitlerde bir arkadaşı gelir ve gördüğü rüyayı anlatır… Rüyada Peygamber, Gülen’e selam söylemiş ve “evlendiği gün ölür ve cenazesine de gelmem” demiş. Bu ‘fıkh’ın, tabi ki fıkıh olacak hiçbir mecali yoktur. Sadece Gülen’in ‘küçük dünyasını’ anlatmaktadır. Zira kendisi 13 hanımla evlenen Allah Rasûlü Muhammed (sav)’in, ömründe bir kez ve evlenmeyi sadece içinden geçirmesine karşılık “evlenmesin, evlenirse o gün ölür ve cenazesine gelmem!” demesi beklenemez. Aslında rüya referanslı bu ‘fıkhın’ en ahlaksız yönü, Peygamber’in böyle bir saçmalığa alet edilmesidir. Peygamber’in evliliklerini, onun sırtında bir kambur olarak değerlendirebilen Gülen için, bu yorumlar doğaldır.
Gülen’in, evlenmemesine gerekçe olarak anlattıklarının hiçbirini İslam adına kabullenmek mümkün değildir. Ne var ki, bu hurafeleri ‘fıkıh’ yerine koyan, “Hocaefendi’nin Fıkhını anlamaya çalışan,” bunu ‘fıkıh’ yerine koyan ‘ilim adamları’ da bulunmakta ve soru soran gazeteciyi, niçin gidip de, evli olduğu halde eşine kötü davranan ya da gözü dışarıda olanları sorgulamadığı şeklinde suçlamak suretiyle, ‘hocaefendinin fıkhını’ temyiz etmiş olmaktadırlar!
SİYASETİ
Fethullah Gülen’in siyasî fikirleri ve siyasî duruşu, dinî/fikrî yapısından çok daha pragmatist ve ilkesizdir. 1995 yılında Savaş Ay’a verdiği bir mülakatta, Cebrail parti kursa ona bile üye olmayacağını beyan ederek, güya devlet yönetimine dair hiçbir talebinin olmadığına inandırmak istiyordu. Bu sözün kelamî/itikadî açıdan taşıdığı büyük sorun bir tarafa, aynı Gülen, Cebrail’in getirdiği mesajla ilişkisi çok sorunlu olan nice siyasî partiye destek vermiştir. Buradaki siyasî ikiyüzlülüğü görmemek için, siyaseten kör olmak gerekir.
Gülen, İslam’ın bir devlet nizamı olarak mülahaza edilmesine şiddetle karşı çıkmaktadır. ‘Türkiye’de Gerici Akımlar ve Nurculuğun İç Yüzü’ kitabının yazarı Prof. Çetin Özek de, Gülen’in bu ‘teokrasiye karşı olma’ hususunda benzeri dini akımlardan farklı oluşuna dikkat çekmektedir. Gülen, İslam’ın devlet talebini öne çıkaranların önüne, sahabe ve İbrahim Ethem gibi, dört başı mamur bir İslamî yaşantıları olmadığı engelini çıkartır! Aynı gerekçeyle, Müslümanların laikliğe karşı çıkmaları da yersizdir. Bu sebeple, Türkiye’deki siyasal İslam söylem, uygulama ve politikalarını eleştirir. Demek ki, Türkiye’deki devlet yönetenlerin hepsi sahabe ve İbrahim Ethem gibi dört baş mamur yaşadıkları için, bu hakkı onlara layık görmektedir.
Gülen’in İslamı, inanç ve hareket metodu olarak Kur’an’a ve sünnete dayanan bir İslam değildir. Gülen, tek kelimeyle ılımlı İslam politikası gütmektedir. Siyasallıktan arınmış, uyuşturucu, terör, satanizm ve benzeri kötü işleri önleyen, laik-demokratik bir İslam’ı savunmaktadır. O sadece, mistik ve modern hurafeleri kullanarak, kendisine bir takvâ önderi görüntüsü vermektedir. Onun İslam anlayışı Türk Müslümanlığıdır. Ahmet Yesevi ve Celaleddini Rumi en belirgin referanslarıdır. Onun da, tıpkı selefi Nursî gibi, en büyük ‘deccalı’ komünizmdir. Gençliğinde komünizmle mücadele derneklerinde aktif görevler yapmıştır. Onun İslamı’nda ne hikmetse Peygamber, kapitalizm, batı sömürgeciliği, Amerikan emperyalizmi ve demokratik despotizmleri değil, sadece komünizm ‘fitnesini’ haber vermektedir! Çünkü ‘Nur hareketi’ Türkiye’de temelde NATO ve ABD yanlısı bir İslami gruptur. Bu yüzden, Amerika’nın Türkiye’deki uzantısı bütün siyasî teşekküllerle arası iyi olmuştur. Bunun içindir ki, demokrasiyi kesintiye uğratmak gibi -büyük- bir günahı işlemişse de, okullara zorunlu din dersini koymuş olmakla Kenan Evren cennete gidecektir!
Geleneksel, katı, sert, radikal bir dinsel anlayış ılımlı İslam projesi için işlevsel değildir. Bu sebeple Müslüman toplumların egemenlerinden, Amerika’nın Ortadoğu’daki çıkarlarına ters düşmeyen bir siyaset geliştirmeleri, İslam’ın Batı karşıtı olmaması, İslam’ın demokrasiye uygun olması ve global kapitalizme karşı durmaması da istenmektedir. Böyle bir proje için, Müslüman ülkelerde, Gülen gibi ılımlı din adamlarının istihdam edilmesi gerekir.
Gülen, formel olarak sözde bir ‘takvâ cemaati’ kurmak idealindedir. Ama İslam’ı bir devlet nizamı olarak benimsememektedir. Said Nursî, bunu reddetmek için ‘devlet’ kelimesinin önüne ‘teokratik’ sıfatını eklemişti. Gülen o sıfatı da kaldırmıştır. Onun ideali, siyasî taleplerinden tamamen arındırılmış, uysal, güdülen bir halk İslamı’dır. Gülen’in söylemlerinde İslam neredeyse tamamen, birey ile tanrı arasında bir vicdan meselesi, bir itaat kültürü, bir tür meditasyon aracına indirgenmiştir. Gülen, İslam’ın %95, 97 hatta 98’inin bireysel ve toplumsal hayatta yaşanabildiğini, yüzde iki gibi çok cüz’i bir kısmının ancak idareyle (devlet nizamı) alakalı olduğunu iddia etmekte ve İslam’ın devletsiz olarak da pekâlâ yaşanacağını ileri sürmektedir. Bir mülakatta, İslam’ın %5’lik kısmının devletle alakalı olduğunu, bunun da demokratik ortamda uygulanabileceğini belirtmekte ve İslam devleti filan gibi başka şeyler düşünenler varsa, bu ülkenin tarihi ve sosyal şartları buna izin vermez diyerek, aba altından sopa göstermektedir. Devlet nizamını gerektiren %2’lik kısmın Müslümanlık olarak takdim edilmesini hem yanlış, hem de %98’e karşı saygısızlık olarak görmektedir. İslam’ın %2’lik kısmı idareyle alakalı olduğuna göre, onu da Müslüman idareciler hallederler. Ona göre Türkiye’de, dininin %/98’lik kısmını yerine getirmek isteyen insanlar hiçbir sıkıntıyla karşılaşmazlar. “Türkiye’de dini hayatı yaşama, düşünme adına bir kısıtlama yoktur aslında. Herkes şahsi ibadetini yapar, bir yönüyle ailevi çerçeve içinde Müslümanlığı yaşamasına kimse müdahale etmez.” Anayasanın ilk maddesi, kimsenin dinine karışılmayacağını garanti altına almıştır. Türkiye’deki düşünce, yazma, ifade ve kazanma hürriyeti, Cenabı Hakk’ın bu millete bir ihsanıdır. Türkiye’deki ‘İslam hak ve özgürlükleri’ dünyada çok ender yerlerde var olan düzeydedir.
İşte ‘ılımlı İslam’ denilen tam olarak budur. Buna Amerikancı İslam da denilebilir. Çünkü Amerika’nın ve dünyanın şer güçlerinin çıkarlarına hiçbir engel çıkartmadığı gibi, bilakis hizmet etmektedir. Kur’an İslamı’na talip olan Müslümanlarla, resmi güçler değil, bizzat Gülen mücadele etmektedir. Gülen’in ılımlılığı, Rusya LDP Başkanı Vladimir Jirinovski gibi ırkçı bir liderden bile, tam not alabilmektedir.
Gülen, Amerika’da yaşamasını Nuh, İbrahim, Musâ, İsa, Muhammed (a.s) ve Ebu Hanife’nin çektikleri mihnetlere benzetmekteyse de, adını andığı peygamberlere ve İslam âlimlerine taş, sopa ve dikenler reva görülürken, kendisine bütün dünya nimetlerinin layık görülmesi, iddiasını yalanlamaktadır.
Fundamentalizmin Dalga kıranı
F. Gülen’in yüklendiği en önemli misyon, Orta Asya Türk cumhuriyetlerinde ve Türkiye’de, İran’ın devrimci İslamı ve Suudi Arabistan Vahhabiliği benzeri ‘köktenci’ akımların yayılmasının önünü kesmek, oralarda Amerika ve batı tarzı laik-demokratik siyasetin egemenliğini ve devamlılığını sağlamaktır. Bizzat kendisi İranlıları ve Vahhabileri Asya’dan uzak tutmak için, tasavvufu da kullanarak, orada faaliyetler yürüttüklerini açıkça itiraf etmektedir. Türkî Cumhuriyetlerin Latin alfabesine geçmelerini bu amaçla desteklemiştir.
Gülen, Humeyni’ye karşı içinde zerre kadar sempati duymadığını, değil sempati, yapıp ettiklerini alakayla takip bile etmediğini, tamamen alakasız kaldığını söylemektedir. Ona göre İran ve Vahhabi fundamentalizmleri Müslümanlık adına fena imajlar getirmiştir. Türkiye’de bilgisiz ve görgüsüz insanlar o hareketlere ilgi duymuşlardır. İran devrimi İslam adına kötü olmuş, Müslümanlığa zarar vermiştir. Gülen, elastiki sözcüklerle Humeyni devrimini Fransa’nın desteklediği şaibeli bir devrim olarak göstermeye yeltenmektedir. İran devrimini önleme adına, hiç çekinmeden “İran hep fitneler tarihi olmuştur” diyebilmektedir.
Tam bu noktada RAND Carporation’ın hazırladığı raporlar hatırlanmalı ve geleneksel Müslümanların fundamentalistlere karşı desteklenmesi talimatı ile radikal İslam’a karşı sufizmden yararlanmak gerektiği önerisi hatırlanmalıdır. RAND’ın 2004’ün son aylarında hazırlattığı bir başka raporda ise, İslam dünyasındaki şii-sünni bölünmesini artırmak gerektiği üzerinde durulmuştu. Gülen’in bizzat kendi ağzıyla ifade edilen misyonu, RAND’ın raporuna uygun düşmektedir. George Bush’un Milli Güvenlik Danışmanı Stephan Hadley, terörle [yani İslam’la] mücadeleyi ‘İslam ruhunu kurtarmak için yapılan savaş’a benzetmiş ve bu savaşta ılımlı İslamcıları, ‘teröristler’ olarak adlandırdığı radikallere karşı çıkmaları için cesaretlendirmek gerektiğinden bahsetmişti. İşte Gülen, Hadley’ın dediklerini yapmaktadır. İlhan Selçuk dahi, ülkede yaşananların Laikçilerle-müslümanlar arasında değil, mürteciler/kara yobazlarla Müslüman çoğunluk [nurcular v.b.] arasındaki bir savaş olduğunu belirtmektedir.
Bu sebepledir ki, Orta Asya cumhuriyetlerinde İslamî hareketlere karşı çok ciddi duyarlılık varken ve şeriat diyen herkesin başı eziliyorken, Gülen cemaatinin okullarına ses çıkartılmaması, bu misyonun bir gereğidir. Türkiye’de ‘aşırı dincilere’ göz açtırmamayı salık verenler, Gülen tarzı ılımlı İslamcı cemaatlere sırt çevirmenin, geminin batmasına yol açacağı uyarısında bulunmaktadırlar.
Amerikan RAND şirketinin sipariş ettiği ılımlı, sivil-demokratik İslamî söylem olunca alabildiğine yumuşak, sevecen, herkesi kucaklayan mülayim bir dil kullanan Gülen, ‘radikal İslam’ alanında Amerika tarafından sembol isim haline getirilen Üsame bin Ladin gibiler söz konusu olunca, ağzını açmakta ve gerçek çehresini göstermekten çekinmemektedir. Bin Ladin ve onun gibileri başıbozuk, ifrazat (dışkı) olarak nitelemektedir. Kelime dağarcığında ‘nefret’ kelimesi bulunmaz sanılan Gülen, Bin Ladin’den acaba neden hiç kimseden etmediği kadar nefret etmekte, ona, etrafındakilere ve Türkiye’de onun gibi düşünenlere neden lanetler yağdırmaktadır? Radikalizm iddiasında bulunanları, hangi amaca hizmet ederek, İslam’a kötülük yapan, “ne yaptıklarını bilmeyen marjinal bir kesim” olarak karalamaktadır?
Gülen’in Bin Ladin’e duyduğu Amerikancı nefret, güya 11 Eylül olaylarını Bin Ladin’in yaptırdığı tezine dayanıyordu. Hâlbuki birçok Amerikalı bile Bin ladin’i mahkum etmede onun kadar acele etmemişlerdi.
Bin Ladin’i ve Irak’ta adam kaçırıp kafa kesenleri her türlü ağır sözlerle yerden yere vuran Gülen, herhalde Amerikan askerleri Irak’ta hiçbir kafa kesmemiş olmalı ki, ona yönelik hiçbir itirazda bulunmamaktadır. İtiraz şöyle dursun, nezaketlerini övmekle bitiremediği FBI ajanları ve Dışişleri bakanlığı görevlileri kendisinden, Irak’ta takip edecekleri strateji hususunda görüş istemişler, kendisi de istenileni bihakkın vermiştir: “Irak’ta öyle bir demokrasi kurun ki Türkiye’den ileri olsun, Türkiye’ye imrenmesinler. Müslümanlara öyle müsamahalı olun ki İran’a imrenmesinler.” Gülen, misyonuna uygun bir taktik vermiştir. Sanki Amerikalı bir görevli edasıyla, o beyanatından bir sene bile geçmeden, Ocak 2005’te, CIA’nin iyi raporlar vermemiş olduğunun anlaşıldığından yakınıyor, Amerika’nın, kredisini ucuza harcamaması ve Irak’ın toprak bütünlüğünün korunması gibi maslahatlarla taktik vermeye devam ediyordu.
Gülen, Amerika’nın Irak’ı işgaline hiçbir itirazda bulunmamıştır. Hatta Hz. Peygamber’in Mekke’yi fethetmesi ile Amerika’nın Irak’ı işgali arasında bir benzerlik bile keşfetmiştir. Gülen’in Amerikan sevgisi yanında Iraklı nefreti, tek örnek değildir. Filistinli Müslümanların İsrail’le mücadelesini, Filistin’li kimi silah tüccarlarının paragöz aymazlıkları nedeniyle, savaşın bitmesini istememelerine bağlayabilmektedir.
Erbakan’ın D8 girişimini, “üzerinde fazla durulmaya değmez,” tabana yönelik çok ucuz bir mesaj olarak nitelendiren Gülen’in, Büyük Ortadoğu Projesi gibi projelere sahip çıkması, anlaşılmaz bir durum değildir. Zira Orta Asya’da, Türkî Cumhuriyetler üzerinde Amerika’nın taşeronluğunu üstlenen rejimin, İslam’ı politik arzuları için istismar edebileceği bir kutbu azam icad etmesi gerekiyordu ve bunu da yapmıştır. Aksi takdirde, inanmış bir insanın Batı, Batı’yla ve Amerika ile entegrasyon karşısında olması düşünülemez demesinin, Avrupa ile entegrasyonu açık ve net biçimde gerekli görmesinin izahı yapılamaz.
Kendisine Amerikancı’, ‘işbirlikçi’ diyenlerin bu tutumunu haset ve kıskançlıklarına bağlayan Gülen, bilindiği gibi, birtakım siyasî bağlantıları yüzünden CIA ajanı olmakla da suçlanmıştı. Bir kimsenin herhangi bir istihbarat örgütünün ajanı olduğunu ispat etmek, belki de dünyanın en zor işlerindendir. Fakat herhangi bir insanın, bir istihbarat teşkilatının ajanı olması için, illa da organik bir ilişkinin olması, adına düzenlenmiş bir banka hesabının olması gerekmez. Bu, ajanlığın bilinen ve basit şeklidir. Bir kimse hangi ideolojinin aziz olması, güçlenmesi için çaba sarfediyorsa o kişi, o ideolojinin ajanıdır.
Son yıllarda güçlenme emareleri gösteren siyasî İslam Hareketi için, Gülen cemaati gibi hareketlerden daha iyi bir panzehir bulunamaz. Türkiye’de İslam’ın siyasallaşması ve sosyalleşmesini önlemenin yolu, -tıpkı Gülen’in yaptığı gibi- onu bireysel hak ve özgürlük algısına indirgemektir. Laik rejimle uzlaşabilen bazı ‘merkez şahsiyetler’ (iliştirilmiş hocaefendiler ) sinek kâğıdının yaptığını yapmakta, kendi etki alanına giren insanları, rejim adına teslim alarak etkisiz hale getirmektedirler. “Kitleleri Amerikancı İslam’ın hurafelerle örülü atmosferi içinde, laik kurumlarla uzlaştırmak, devleti, orduyu, ulusçuluğu, tarihselciliği ve gelenekleri kutsar hale getirmek, hayatlarına kitap ve sünnetin değil, mistik hezeyanların, rüyaların ve metafizik imaların yön verdiği ufunetli ve ağlamaklı bir topluluk haline getirmek için önlerine bütün bu nitelikleri taşıyan parlak bir sinek kâğıdı koymak gerekir.”
Devlete İtaat-Orduyu Kutsama
Gülen modern bir saray ‘uleması’dır. Her fırsatta dindar kitleleri devlete mutlak itaate; parlamento, lider, idareci, kanun ve nizama uymaya davet etmektedir. Sistemi tanımamayı, devlete baş kaldırmayı, demokratik kurallara ve laik sisteme isyan etmeyi şiddetle eleştirmekte, ‘baş kaldırmaları bastırmanın’ devletin hakkı olduğunu savunmaktadır. Kendisi, 60 küsur yıllık hayatında asayişi (kurulu nizamı) ihlal edecek hiçbir iş yapmamakla övünmektedir. Ona göre, devletin ve hükümetlerin, devlet adamlarının yanlışı olabilir ama bu, asla yıkmayı gerektirmez. Mesela Cumhuriyet döneminde asker kaçaklarına karşı kurulan istiklal mahkemeleri bazen amacı dışına çıkmış olabilir ama bu, devlete tavır almak için geçerli bir sebep değildir. Devlet, Allah’ın emirlerine, İslam’ın kural ve tavsiyelerine tam riayet etmese de saygı duyulmalı ve desteklenmelidir. Devleti kınamak kendimizi kınamak; ona karşı olmak kendi kimliğimize karşı olmak demektir. Devletin başına kim geçerse geçsin, itaat etmek gerekir. Devlet otoritesini sarsacak işlere girişilemez. “Devleti zarara uğratmak, onu zayıf düşürmek, devletin zaafını ganimet bilerek ondan bir şeyler çıkarmak, bir şeyler koparmak isteyen bir kısım anarşist ruhlara katiyen fırsat vermemek lazım.” Devlete karşı güveni sarsmak, milletin itimatsızlığına sebep olmak ve böylece onu zaafa uğratmak kat kat (mük’ab) bir hatadır! Gülen bu yorumlarını, sanki kendi kişisel yorumları değil, adeta Din’in emri gibi lanse etmekte, Devletin aleyhine olabilecek şeyleri söylemekten Allah’a sığınmaktadır. Gülen, “devletin ayrılmaz bir parçası” olduğunu ve yaptığı her şeyi devlet adına yaptığını beyan etmektedir.
Gülen’in İslam’ı, Ahmet İnsel’in deyimiyle, devleti İslam’ın önünde tutan bir anlayıştır. Buna binaendir ki Gülen Türkiye’deki resmi ideolojinin bütün söylemlerini benimser. Devletçiliğe ve milliyetçiliğe sahip çıkar. Söylemleri İslam’dan çok, devlet ve resmi ideolojinin söylemleriyle örtüşür. Bu, devlete içeride ve dışarıda hizmet üreten bir harekettir. Gülen ve zihniyeti hiçbir zaman, hiçbir yerde resmi ideoloji ile çatışmamıştır.
Gülen, kurulu düzene güveni sarsıcı, imajını zedeleyici her türlü tutumdan şiddetle kaçınır. Milletvekili, bakan, başbakan, ordu, kuvvet komutanları ve devlet ricaline en küçük bir saygısız ifadenin kullanılmasına tahammülü yoktur. Bunun için, mesela İlhami Erdil adlı paşanın yargılanmasını bile, temsil ettiği kurumu küçük düşüreceği gerekçesiyle içine sindirememiştir. Bülent Ecevit’ten Mesut Yılmaz’a kadar hemen hemen bütün siyasiler, halkı devlete itaat ettirici misyonundan dolayı ona hep müteşekkir olmuşlardır. Necmeddin Erbakan dışındaki bütün siyasî parti başkanlarını ve bazı siyasî kişileri ziyaret etmiş ve hep beğenilmiştir. “Çiller’le Kavga Etmeyin” diyen, Süleyman Demirel’i daima bu millet için bir lütuf olarak gören Gülen, siyasal İslamcılar için ise, ‘yumuşak kıvamda’ lanetler yağdırmaktan çekinmemektedir.
Gülen, Demokrasi, cumhuriyet ve laikliğin koruyucusu olduğu için orduya en büyük saygıyı gösterir. Her türlü (28 Şubat süreci gibi) ‘ağır şartlar’ bile orduya karşı, içinde zerre kadar olumsuzluk duygusu uyandırmamıştır. Askere, hacca, umreye gidiyor gibi gidilmesi gerektiğini, askerlikten hiç yılmadığını ve darılmadığını, çağırsalar yine seve seve gideceğini belirtir.
Gülen, askerî darbelerin hiçbirinde, -asayişi ihlal etmemek adına olsa gerek!- olumsuz tavır takınmamış, 12 Eylül darbesini, Sızıntı’da A.Fettah Şahin müstearıyla yazdığı başyazılarda övmüştür. “Askerin son çıkışına sebep olan bazı hadiseleri de görmezlikten gelemeyiz.” cümlesiyle, 28 Şubat sürecini açıkça savunmuş, post-modern darbeden önceki durumu kaos, ‘uçurum’ ve ‘fasit daire’ gibi sözcüklerle betimlerken, darbe sonrasını nizama, intizama, ahenge geçilmesi olarak tasvir etmiştir. Hatta zikredilen dönemde Refah Partisi’nin kapatılması tartışmalarında, darbeci kesime taktik öğretmiş ve demiştir ki, partinin kapatılması davasını sürüncemede bırakın ama kapatma kararı vermeyin. Dava devam ederken seçime gidin. Böylece RP’ne olan güven sarsılır ve ona yakın partilerin oyu artar!
Gülen’in kurulu düzene bağlılık prensibi, Cezayir gibi ülkelerde Müslümanların kendilerini savunmalarını, masumların zarar göreceği, milli servet, masum aile, çoluk-çocuğu zarara uğratacağı gibi gerekçelerle mahkûm etmektedir. Gülen’e göre Türkiye dünyada eşi-benzeri olmayan laik-müslüman ülke modelidir ve modern Türkiye bu topraklarda hümanist ılımlı İslam birikimi üzerinde doğmuştur.
Müslüman-Demokrat Hedef
Gülen, modern kavramlara İslami alanda yer açmada çok cömerttir. İnsanı ve insan-ı kâmil gibi bâtıni kavramları o kadar yüceltir ki, bu yüzden hümanist olarak nitelenmeyi hak etmektedir. Hümanizmi ‘sevgi’ olarak açıklaması, bu kavramlara vukûfiyetsizliğinin bir göstergesidir. Savunmacı bir zihniyetle, felsefi arka planını hesaba katmaksızın, en üstün insan hakları olgusunun Kur’an’da bulunduğunu ileri sürebilmektedir. İslam’ı modern kavramlarla tanımlamaya o kadar düşkündür ki, feminist bir İslam görüntüsü verebilmek için, “dinimize göre, kadın[ın] çocuğunu bile emzirmek zorunda [olmadığını]” ileri sürebilmektedir.
Gülen, İslamî siyasî düşünceye göstermediği titizliği laiklik ve demokrasiye göstermektedir. Ona göre İslam ile demokrasi arasında, “yapısal bir uyumsuzluk” yoktur, bilakis İslam demokrasiyi birçok yönden geliştirebilir. İslam demokrasiyle taban tabana zıttır demek haksızlıktır. İkisi de birbirine zıt değildir. Cumhuriyet ve demokrasi İslam’a, İslamî düşünceye, İslam’ın yaşanmasına müsait birer zemin teşkil ederler. Gülen, Hıristiyan demokratlar var, sosyal demokratlar var da, İslami demokrasi neden olmasın derken, kendisini Müslüman-demokrat olarak tanımlamakta bir beis görmüyor olmalıdır. “Demokrasi, İslam’ın terbiyesinden geçmiş faziletli insanlarla mükemmele yakın şekilde tatbik edilebilir” demektedir. Oy vermeye karşı olmadığı gibi, bunun bir vatandaşlık hakkı olduğunu, kendi ifadesiyle en az yüz kere söylemiştir.
Gülen’e göre insanoğlu henüz demokrasiden daha iyi bir yönetim sistemi geliştirmemiştir. Demokrasi, dünyada halen varlığını sürdüren tek alternatiftir. Ne dünyada, ne de Türkiye’de demokrasiden asla geri dönülemez. Demokrasi sürekli yenilenerek daha hakkaniyetli ve daha adil bir sistem olacaktır. Şu var ki, demokrasinin metafizik boyutunda küçük bir eksiklik vardır… Eğer ebedi hayatı da şümulüne alacak derecede sahasını genişletirse, herhalde daha kalıcı ve bütün insanlığa daha bir mutluluk getirici bir kemal noktasına doğru yürüyecektir. Onun bu görüşünü, “demokrasinin hakka yürümesi” olarak özetlemek yanlış olmayacaktır.
Gülen’in Amerikalı dostları, demokrasinin, köktendinci akımlara karşı en iyi bir mücadele yöntemi olduğunu her fırsatta dile getirirler. Gülen’in demokrasiyi bu kadar önemsemesinin arka planında böyle bir gerekçenin bulunduğu inkâr edilemez.
Gülen’in önemli bir misyonu da, Laik devletle Müslüman halk arasında köprü olmaktır. laikliğin dinsizlik olduğu yorumlarına asla katılmaz. Gülen felsefesinde laiklik, İslam dışı bir hayat tarzı değildir. Kendisi, Din ve dünya işlerinin birbirinden ayrılmasını ve bunun sosyal hayata yansıtılmasını kabul eder. Batı tipi bir laiklik sınırları içinde İslam ve devletin laikliğinin birbiriyle uyuşabileceğini ileri sürer. İslam’ın demokrasiyle olduğu gibi, laiklikle de çok fazla bir problemi yoktur. Yeter ki din tamamen dışlanmasın. Laikliğin tahkir ve tahfif edilmesini fevkalade yakışıksız bulmaktadır. Türkiye’de Avrupa birliği, laiklik ve demokrasi konularına ayak direyenler olmaması Gülen’i son derece memnun etmektedir.
Gülen’in ‘altın nesil’ idealini (en azından bazı yönleriyle) Mustafa Kemal’in şahsında, bulduğu tahmin edilmektedir. Mustafa Kemal’in din karşıtı olduğunu kabul etmez. İnönü’nün (gizlice) çadırında Allaha dua ettiği rivayetlerine yer verir.
Gülen’in laiklik ve Mustafa Kemal’e bağlılık gibi sözlerinin takiyye olduğu sanılmamalıdır. Çünkü ona en yakın isimler, devlete bağlılık, Atatürk’ü takdir, demokrasiye, laik cumhuriyete sahip çıkma hususlarındaki samimiyetinden asla şüphe edilemeyeceğini açıklamaktadırlar. Hüseyin Gülerce’ye göre, ‘biz’i bölmek ve ‘kamplara ayırmak isteyenler’e, karşı “Dinimiz, öz değerlerimiz, Atatürk, Cumhuriyet, laiklik, demokrasi ve hukukun üstünlüğü,” “ortak değerlerimizin bulunduğu zemin”dir. Bu tespitler aynı zamanda Gülen’in görüşlerinin en geçerli yorumu olarak kabul edilmelidir.
DİYALOG FAALİYETLERİ
Fethullah Gülen’i gündemde tutan faktörlerden biri de diyalog faaliyetleridir. Fakat bilinmelidir ki, diyalog faaliyetleri, Gülen’in kendisinin ya da cemaatinin keşfettiği ve kendi inisiyatifi ile sevk ve idare ettiği bir aktivite değildir. Diyalog faaliyetleri, ‘komünizmle mücadele’ gibi ulusal, Amerikancı ‘sağ’ politikaların bir devamı niteliğindeki Büyük Ortadoğu Projesi gibi projelerin bir boyutu olarak görülmelidir. Böyle bir proje için bulunabilecek en iyi isim Gülen olabilirdi. Dinler Arası Diyalog faaliyetleri, Judeo-Hristiyan medeniyetinin ciddi bir düşman olarak gördüğü İslam’ı bertaraf etme planlarının bir gereği olarak başlamıştır.
Gülen diyalog sürecine 1996 yılında (4 Nisan 1996’da Fener Rum Patriği Bartholomeous’la buluşması) dâhil edilmişse de, aslında diyalog çabaları çok daha eskidir. Esasında dinler arası diyalog çabaları kilise tarihiyle yaşıttır. Fakat özellikle 1920’li yıllardan itibaren daha belirgin hal almış, bilhassa II. Vatikan Konsili diyaloğa büyük önem vermiştir.
Gülen’in taşeronluğunda yürütülen diyalog sürecinde onun, Papa ile görüşmesi, önemli bir dönüm noktasıdır. Papa ile 9 Şubat 1998’de Vatikan’da, bizzat Devletin bilgisi ve kontrolü dâhilinde görüşmüştür. Gidişini başbakan Bülent Ecevit ve Dışişleri bakanı İsmail Cem onaylamışlar, Vatikan’da Fiumicino havaalanında onu Türkiye büyükelçisi Altan Güven karşılamıştır. Dışişleri bakanlığı yetkililerine göre, aslında böyle bir karşılama hiçbir şekilde olağan olmadığı için, bizzat Bakan’ın izni gerekmiştir. Bir taraftan devletin bazı güçlerince takip edilen, hakkında dosyalar tutulan ve yargılanması istenen(!), diğer taraftan ise, hiçbir resmi sıfatı olmadığı halde, bizzat devlet eliyle Papa’ya gönderilen emekli bir vaizin Papa ile görüşmesi, belli bir misyon dışında, başka ne ile açıklanabilir?
‘Papa Cenapları’nın huzurunda kendisini “Rabb’in aciz kulu” olarak tanıtan Gülen’in, Papa’nın yüzüne karşı okuduğu mektubu, kastettiğimiz misyonu, daha anlaşılır kılmaktadır. Gülen, elleri önünde bağlı, ayakta okuduğu mektubunda şöyle demektedir: “Papa 6. Paul cenapları tarafından başlatılan ve devam etmekte olan Dinlerarası Diyalog İçin Papalık Konseyi (PCID) misyonunun bir parçası olmak üzere burada bulunuyoruz. Bu misyonun tahakkuk edişini görmeyi arzu ediyoruz. En aciz bir şekilde hatta biraz cüretle, bu pek kıymetli hizmetinizi icra etme yolunda en mütevazı yardımlarımızı sunmak için size geldik.” Gülen, “bu misyonun hedeflerine yakından hizmet etmek için,” kendisine bazı ödevler verilmesini talep ediyor ve Türkiye’de yapabileceği bazı küçük(!) hizmetleri anımsatıyor.
Gülen, Papa’ya, İslam’ın yanlış anlaşılan bir din olduğunu ve bunda da en çok Müslümanların suçlu olduğunu belirtiyor. Yani özür diliyor. Gülen’in arkadaşının Papa’nın elini öpmesi de adeta, bu özür dileme sunağını tamamlıyor. Papa’nın Hıristiyanlık adına dileyeceği bir özür olmamalı ki, o böyle bir girişimde bulunmuyor.
Katolik Kilisesi nazarında dinler arası diyalog, misyonerlikten başka bir şey değildir. Bunu, Gülen’e yakınlığı ile bilinen kimi akademisyenler de kabul etmektedirler: “Bazıları ilk nazarda diyalog ile misyonu birbirine zıt zannetmektedirler. Onlar bu durumda misyonerliğin artık bırakılacağını düşünürler. Hâlbuki yeni misyonerlik telakkisine göre diyalog ile misyonerlik bazılarının sandığı gibi birbirine zıt değildir, bilakis karşılıklı olarak birbirlerini ihtiva ederler. Misyonerlik diyaloğu gerektirir; gerçek diyalog, zaten aynı zamanda Hristiyanlığı yaymaktır.”
II. Vatikan Konsili’nde alınan kararlara göre, rahibin esas işi dünyanın Hıristiyanlaştırılmasıdır. Katolik inancına göre, Hıristiyanlık sıradan olmayan bir kurtuluş vasıtası; Hıristiyan olmayan dinler ise sıradan kurtuluş vasıtalarıdır. Papa Jean Paul 1990 yılında yayınladığı Redemptoris Missio adındaki genelgede diyaloğu, “kilisenin evangelik misyonunun bir parçası” ve İsa’yı diğer insanlara sunmanın bir yolu olarak tanımlamıştır. Bu genelge, İsâ dışında hiç kimseyi kurtarıcı olarak kabul etmemektedir.
1990’lı yıllarda Fethullah Gülen’e, hoşgörü ve diyalog konulu kitabı, Anti-Defamation League (ADL) adındaki Siyonist bir örgüt hazırlatmıştır. Amerikan Yahudi Örgütleri Başkanları Konferansı adındaki 55 örgütün 59 başkanını temsilen üç kişilik bir heyet Gülen’le İstanbul’da görüşmüş, kitabın akıbetini sormuşlardır. O günkü Zaman gazetesinde, kitabın, ADL tarafından basılarak dünyanın dört bir yanında dağıtılacağı belirtilmekteydi. ADL 1913 yılında kurulmuş, MOSSAD’la hep yakın ilişki içinde olmuş masonik bir örgüttür. 1985’de İsmail Raci Faruki’yi de bu örgütün öldürdüğü bildirilmektedir. Gülen, ADL örgütünün başkanı Abraham Foxman’la da 1997 yılında New Jersy’de ayrıca bir görüşme yapmıştır.
F. Gülen, Hıristiyanlarla diyalog yapmak uğruna, kelime-i tevhid üzerinde bir nevi revizyon yapmayı önermekte, “Lâ ilahe illallah” diyelim, ama “Muhammed Rasûlullah” demeyelim teklifini getirmektedir. Onun bu teklifini bir Katolik din adamı fotokopi ile çoğaltarak, ‘müslüman dostlarına’ dağıtmıştır. Gülen’in anlattığına göre, Halid-i Bağdadi’nin bir halifesi Isparta’ya gelir ve orada vaaz eder. Vaazını papaz ve hahamlar da dinlerler. Atomlardan, güneşten v.b. bahsettiğinde, Hahamlar ve papazlar onu tasdik ederler. Hz. Muhammed’den bahsedince ise, haham da, papaz da “Hocaefendi, itikadımızı bozma” diyerek itiraz ederler. Gülen bu rivayette, zamanlamayı iyi yapmadığı gerekçesiyle, Halid-i Bağdadi’nin halifesini hatalı bulmaktadır. Yani Muhammed’den bahsetmemeliydi.
Gülen’in haham ve papaz kayırıcılığı bu kadarla bitmemektedir. Peygamberimiz’in Uhud ya da Bi’r-i Maune’de ashabını şehid edenlere 30-40 gün beddua ettiğini, ardından Âl-i İmran suresinin 128. ayeti nazil olarak, bir bakıma Muhammed (a.s)’ı itap ettiğini, “bunlar seni ilgilendirmeyen şeyler.” dediğini ileri sürmektedir. Meğer Peygamber’in, ashabını öldüren müşriklere beddua etmesi hataymış.
Gülen gibi Said Nursî de, Hıristiyanlarla anlaşmak ve uzlaşmak için, ihtilaflı mevzuları gündemden uzak tutmak gerektiği kanaatindeymiş. Zaman gazetesi yazarı Ahmet Şahin’in, “ehl-i kitapla temel noktalarda birlikteyiz. Daha meşhur ifadesiyle amentüde ittifakımız vardır.” sözleri, S. Nursî-F. Gülen çizgisindeki uzlaşmacı diyalogculuğun geldiği noktanın ibretamiz bir belgesidir. Oysa Ahmet Şahin’in müttefik olduklarını söylediği amentüde İsa, “Zaman yaratılmadan baba’dan var olan, ışıktan ışık, gerçek tanrı’dan gerçek tanrı, doğumu yaratılma sonucu olmayan, baba’yla homoousios ve her şeyin onun vasıtasıyla yaratıldığı Tanrı’nın oğlu” olarak kabul edilmektedir. Gerçi Gülen, Muhammed’i İsa’nın babası yapmakla, amentüdeki ortaklığa küçük bir gölge düşürmüştür ama bunu telafi etmenin yolu mutlaka vardır.
Diyalog faaliyetleri, İslamî radikalizmin önünü kesmeyi hedefleyen ve Amerikan politikalarına hizmet eden ılımlı İslam projesinin bir parçası olarak işlemeye devam etmektedir. Bunu bu şekilde okumayı gerektiren yığınlarca bilgi, belge ve kanıt söz konusudur. Desteklenen, cesaretlendirilen ve güçlendirilen ılımlı/Amerikancı sesler, diyalog faaliyetlerini sürdürmektedirler.
Gülen, hoşgörü ve diyalog gayretlerini eleştiren (kendisi ‘baltalayan’ diyor), “barış ve dostluk rüyasını çatlatanları” ‘modern Karmatiler,’ ‘Karmati hezeyanı,’ ‘modern hariciler,’ ‘harici taşkınlığı;’ “tebliğ üslubundan ve müsamahadan nasipsiz, terbiyesiz ve saygısız kimseler,” fitne ateşini tutuşturanlar gibi sıfatlarla yerden yere vurmakta, modern dünyaya alabildiğine yaydığı diyalog rahmetini(!), ‘modern Karmatiler’den esirgemektedir.
OKULLAR
Fethullah Gülen deyince akla gelen etkinliklerden biri de hiç kuşkusuz, yurt içindeki ve yurt dışındaki okullardır. Adı geçen okullarda iyi bir eğitim verildiği, iyi İngilizce öğretildiği doğrudur. Fakat o okulların en belirgin özelliği, Bayrak, Atatürk, Türkiye sevgisi ve Türk milletine hayranlığın öğretilmesidir. Türkiye, devlet olarak giremediği Türkî cumhuriyetlere F. Gülen’le girmiştir. Gülen cemaatinin açtığı okullar, onun genel siyasî yelpazesinden ayrı düşünülemez. Gülen’in siyasî misyonu göz ardı edilerek, ‘Türk okulları’ tahlil edilemez.
Her şeyden önce, yurt dışındaki bu okullara başta ABD olmak üzere, okulların açıldığı devletler ve T.C. devleti tam destek vermektedir. Bunu Gülen’in kendisi açıkça itiraf etmektedir. Gülen, okulların, dünyanın patronu ABD’nin rağmına açılmadıklarını hatırlatmakta ve bunu da yadırgamamaktadır. “Bütün dünyada yapılacak işler buradan [ABD’den] idare edilebilir ve hatta denilebilir ki, şöyle veya böyle Amerika ile dostça geçinmeden destek almak değil, dostça geçinmeden, Amerikalılar istemezlerse, kimseye dünyanın değişik yerlerinde hiçbir iş yaptırmazlar. Şimdi bazı gönüllü kuruluşlar dünya ile entegrasyon adına gidip dünyanın değişik yerlerinde okullar açıyorlarsa, bu itibarla, mesela Amerika ile çatıştığınız sürece bu projelerin gerçekleştirilmesi mümkün olmaz. Amerika, hala bu dünya gemisinin dümeninde oturan bir milletin adıdır. … Amerika göz ardı edilerek şurada burada bir iş yapılmaya kalkılmamalı. Rusya destekleyebilir bir işi fakat Amerika ile iyi geçinmezseniz, işinizi bozarlar. Çünkü Amerika kendi düzeninin bozulmamasını ister. Amerika’da ahengin devam ve temadisini ister. Ve ben bunu çok yadırgamam.”
Gülen, ehven-i şer kavramını merkeze oturtarak, Amerika ile iyi geçinmek gerektiğini savunmaktadır. Türkiye’deki okullar MEB tarafından, Rusya’daki okullar KGB tarafından sıkı şekilde denetlenmekte ve hiçbir menfilik bulunmamaktadır. Kuzey Irak’taki okulların güvenliğini bizzat Kuzey Irak Kürt yönetimi sağlamaktadır. Kuzey Irak’ın güvenliği ise ABD’nin elindedir.
Devlet, gerek yurt içinde gerekse yurt dışında okulların açılmasından haberdar olmanın ötesinde, bizzat destek vermekte, ön ayak olmaktadır. Adı geçen cumhuriyetlerde okulların etkili olması için her türlü moral desteği verdiği gibi, muhtemelen mali destek de vermiştir.
Süleyman Demirel’in, bazı devlet başkanlarına verilmek üzere mektup niteliğindeki kâğıtları imzaladığını ve “Alın üzerine siz ne yazarsanız yazın” dediğini Gülen anlatmaktadır. Turgut Özal, Asya gezisi sırasında uğradığı her ülkede, cumhurbaşkanı olarak bu meseleye kefil olduğunu belirtmiştir. Bülent Ecevit, okullardan son derece memnuniyet duyuyordu. Kuzey Irak ve Afganistan’da açılan okullardan askerler katiyen haberdardılar ve takdir ediyorlardı. Generallerden, okulların zararsızlığı ve desteklenmesi gerektiği yönünde mesajlar gelmeye devam etmektedir. Gülen’in dediğine göre, okulların aleyhinde bulunmayı düpedüz “vatana hıyanet” olarak değerlendiren profesörler vardır.
New York Times gazetesi, “Türk okulları, Mustafa Kemal Atatürk’ün 1920’li yıllarda halifeliği kaldırmasından sonra modern şeklini alan Türk sufiliğini hayata geçiriyor” sözleriyle, okulların radikalliği önlediklerini duyurmuştur.
Ali Bayramoğlu, okulları şöyle tahlil etmektedir: “Bu okullar, sanıldığı gibi dinî eğitim veren ya da, eğitim faaliyetini dinî bir çerçeve ile kuşatan okullar değil. Bu okullar, ders programları, üstün teknik donanımlarıyla, laboratuarlarıyla, bildik Anadolu lisesi modelinde kurulmuş durumdalar. Dersler, Milli Eğitim Bakanlığı’nın hazırladığı tedrisat çerçevesinde yapılıyor. Din dersi bile okutulmuyor. -Hatta bu okulları ziyaret eden gazetecilerimizden Ali Bulaç beyefendi, bu okulda taharetin arkasından namaz gelir denilerek, tuvaletlerin temiz olmasına müsaade edilmediğini intibalarında anlatmaktadır.- Her ülke mevzuatının ve eğitim felsefesinin çerçevesinde faaliyet gösteriyorlar. Örneğin, Özbekistan’da hazırlık sınıfında öğrenciler Türkçe ve İngilizce öğrendikten sonra fen derslerini Türk öğretmenler tarafından Özbekçe görüyorlar. Türkçe yapılan tek ders ise bilgisayar… Amaç din bilgisi aktarmak değil. Bilim ile imanı evlendirmek ve çocuklarda ahlakî değişim gerçekleştirmek.”
Kısaca, ‘Türk okulları’nda, Batı ile entegrasyon ve ABD’nin yakın destekleri sayesinde altın nesil yetiştirilecektir!
SONUÇ
Fethullah Gülen’in din anlayışı ve fikirleri hurafelerle dolu, siyasî duruşu, devletçi, laik-demokratik bir İslam anlayışına yaslanmaktadır. Diyalog ve eğitim faaliyetleri ise, ulusal ve uluslar arası bir misyon çerçevesinde işlemektedir. Gülen, referansı Ahmet Yesevi, Celaleddin Rumi, Yunus Emre ve Hacı Bektaş olan bir Türkiye Müslümanlığının taşeronudur. Onun, Kur’an İslam’ı gibi bir endişesi yoktur. Türkiye’de demokratik-laik, Avrupa birliği (Batı) ile entegre olmuş, devlete mutlak itaati esas alan, ordunun yıpratılmasına şiddetle karşı çıkan, devletin din bastonu işlevini gören bir ılımlı İslam, bir Kemalist Müslüman-demokrat muhafazakarlığın oluşması için çalışmaktadır. Resmi ideolojiyle hiçbir alıp-veremediği yoktur.
Gülen, “İstikbarın istikrârı uğruna her türlü kitlesel eylemi ‘sokağa dökülmek’ diye kınayarak müslümana yasaklayan, yüce devletimiz, kahraman ordumuz, şanlı tarihimiz, necib milletimiz gibi sağ ve şöven bir terminolojiyi İslam adına tekrarlayıp duran…” bir cemaat lideridir.
Gülen, eleştirilere tamamen kapalıdır. Eleştirilere, hakaretlerle karşılık vermektedir. Said Nursî’den beri süregelen ‘hizmet çizgisini’ o kadar kutsallaştırmaktadır ki, o çizgi ve o çizginin eşiğine baş koymuş insanların sa’yine ihanet varsa, bunu bağışlama hakkının hiç kimseye verilmediğini, Kâbe’yi tavaf etmiş ve beş vakit namazlarını aksatmamış olsalar bile, yaptıkları kötülüklerin hesabını ötede mutlaka vereceklerini, cezalarını çekeceklerini iddia etmektedir. ‘O cinayetleri işleyenler’ için, “Allahım, onları affet!” diye duada bulunmanın da mümkün olmadığını ileri sürmektedir. Elbette Gülen öyle diyebilir ama unutulmamalıdır ki, din gününün sahibi F. Gülen değil, Allah’tır ve O, herkesi olduğu gibi Gülen’i de yargılayacaktır. Dolayısıyla hakikat adına, yanlışlara razı olmama adına söyleyecek sözü olanların uyarı görevini mutlaka yerine getirmesi gerekmektedir.
“Fethullah Hoca bugüne kadar yaptıklarında hata görüyorsa rejimden, medyadan değil, Allah’tan ve Müslümanlardan özür dilemelidir.” “Eğer bu hareket tasfiye olunursa Türkiye’li Müslümanların kaybedecekleri pek bir şey yok. İslam’ın ise hiç yok. Çünkü hareket İslam merkezli değildir. İslamî hareket onayını Kur’an’dan alır. Oysa adı geçen hareket onayını resmi ideolojiden almaya çalışmıştır ve çalışmaktadır…”
EK:
“’Kasım Gülek beyin baldızı Amerika’daydı. Yani Pentagon’la irtibatları vardı. Eğer kendisine değişik platformlardan, Beyaz Saray’dan sormuşlarsa ‘Bunlar nedir?’ diye, o da ‘Endişe edilecek bir şey yoktur’ demiştir, referans vermiştir.” (21 Ocak 1999)
KAYNAKÇA
-Arslantaş, Süleyman, Yakın Tarihimiz, Fethullah Hoca ve Tasfiye, Fecre Doğru, 4/45, Temmuz/1999.
-Ateş, Toktamış-Karakaş, Eser-Ortaylı, İlber, Barış Köprüleri, İst-2005.
-Beşer, Faruk (Prof. Dr.), Fethullah Gülen Hocaefendi’nin Fıkhını Anlamak, İst-2006.
-Bulaç, Ali, Din-Kent ve Cemaat – Fethullah Gülen Örneği, İst-2008.
-Bulaç, Ali, Fethullah Hoca’ya Üç Soru, Şafak, 11-13.07.1995
-Carrol, B. Jıll, Medeniyetler Diyaloğu-Gülen’in İslamî Öğretisi ve Hümanist Söylem, Terc. İbrahim Kapaklıkaya, İst-2007.
-Çakır, Ruşen, Ayet ve Slogan, 7. Baskı, İst-1994.
-Çalışkan, Kerem, Türk İslamcıları Modernleşme Cihadı Başlatmalı, ‘Küresel Barışa Doğru-Kozadan Kelebeğe-3’ içinde, s. 55-65.
-Sarmış, İbrahim, Hz. Muhammed’i Doğru Anlamak, 2. bsk. İst-2007.
-Gülen, Fethullah, İnsanın Özündeki Sevgi, 16. bsk. İst-2004.
-Gülen, M. Fethullah, Fikir Atlası (Fasıldan Fasıla-5), İst-2006.
-Gülen, M. Fethullah, İnancın Gölgesinde-1-2, İst-1996.
-Gülen, M. Fethullah, İrşad Ekseni, İst-1998.
-Gülen, Fethullah – Erdoğan, Latif, Küçük Dünyam, İst-2006.
-Gülen, M. Fethullah, Ölümsüzlük İksiri, İst-2007.
-Gülen, M. Fethullah, Prizma-1-2, İst-1997.
-Gülen, M. Fethullah, Prizma-4, İst-2004.
-Gülen, M. Fethullah, Ruhumuzun Heykelini Dikerken, İzmir-2008.
-Gülen, M. Fethullah, Sonsuz Nur-1-2-3, İzmir-1995.
-Gülen, M. Fethullah, Ümit Burcu (Kırık Testi-4), İst-2005.
-Gülen, M. Fethullah, Varlığın Metafizik Boyutu, İst-1998.
-Küçük, Abdurrahman, Dinler Arası Diyaloğa Niçin İhtiyaç Vardır?, II. Din Şurası – Tebliğ ve Müzakereler, 23-27 Kasım 1998, DİB y. Ank-2003 içinde.
-Memioğlu, Sükûtî, Mistik Hezeyanlar ve Yeni Bir Kutb-u Azam, Tevhid, Mayıs/1992; İktibas, Temmuz/1992.
-Mercan, Faruk, Fethullah Gülen, İst-2008.
-Öktem, Emre, Fethullah Gülen Hareketi ve Dinler Arası Diyalog, ‘Küresel Barışa Doğru-Kozadan Kelebeğe-3’ içinde, s.131-141.
-Pope, Nicole, Kaç Çeşit İslam Var? (28.04.1998), ‘Küresel Barışa Doğru-Kozadan Kelebeğe-3’ içinde, s.85-102.
-Sönmez, İ. Adil, Fethullah Gülen Gerçeği, 3. bsk. İzmir-1998.
-Uşak, Cemal (Hazırlayan), Küresel Barışa Doğru-Kozadan Kelebeğe-3, İst-2002.
-Rubenstein, Richard, İsa Nasıl Tanrı Oldu?, Gelenek yay., İst-2004.
-Yıldırım, Suat, Kiliseyi İslam İle Diyalog İstemeye Sevk Eden Sebepler, Asrımızda Hristiyan-Müslüman Münasebetleri içinde, İst-1993, s.17-44.
-Yılmaz, İhsan, Tavırlarla İctihad ve Tecdid: Gülen ve Gülen Hareketi, ‘Küresel Barışa Doğru-Kozadan Kelebeğe-3’ içinde, s. 27-54.
Röportajlar
-Eyüp Can’la, Zaman, 13-23.08.1995.
-Ertuğrul Özkök’le, Hürriyet, 23-28.01.1995.
-Hakan Yavuz’la, Milliyet, 13.08.1997.
-Hulusi Turgut’la, Sabah, 21.01.1997-02.02.1997
-Neşe Düzel, Hüseyin Gülerce İle, Taraf, 03.12.2007.
-Nevval Sevindi ile, Global Hoşgörü ve New York Sohbeti, 3. bsk. İst-2002.
-Nuriye Akman’la, Zaman, 22.03.2004-01.04.2004.
-Mehmet Gündem’le, Milliyet, 08.01.2005-22.01.2005.
-Yasemin Çongar’la, Milliyet, 31.08.1997-02.09.1997.