TÜRKİYE’DE FEMİNİST HAREKET
Türkiye’de feminist hareketi irdeleyecek olursak konuyu cumhuriyet öncesi ve sonrası olarak ele alabiliriz. Malumdur ki Türkiye’nin siyasi konjonktürü sürekli değişken olmasından ötürü birçok farklı ideolojik örgütlenme biçimine göre de feminist söylem şekillenmiştir. Türkiye’de feminizm söylemi 1980’lerden sonra dillendirilen bir konudur. 1980 öncesinde ise tartışma daha çok kadın, aile ve kadın hakları üzerinden devam etmektedir.
Osmanlı’da ıslahat hareketiyle başlayan toplumsal değişim Tanzimat Fermanı ile ayyuka çıkmıştır. Tanzimat ile birlikte Avrupa modernleşmesi Osmanlı toplumunda süratle ilerlemiştir. Kuşkusuz ki bu modernleşmeden aile ve kadın da kedi payına düşeni alacaktır. İlk olarak 1895-1908 yılları arasında “Kadınlara Mahsus Gazete” isimli dergi çıkar ve ilk sayıda neslin yetiştirilmesi için kadının eğitilmesi, geliştirilmesi ve toplumsal konumunun yükseltilmesi gerektiğini dile getirir. Bu derginin iki amacı vardır: ilki, İslami önder kadın şahsiyetleri tanıtarak İslam’ın aslında kadınları geri koymadığını ıspatlamak ikincisi ise, Türk kadınının yeteneğini kamuaoyuna göstermek. Bu gazetenin yazarları daha çok dönemin aydın bürokrat kesiminin ya hanımı yahut kızlarıdır. 30 Eylül 1908–11 Kasım 1908 yılları arasında yalnızca yedi sayı yayımlanabilen “Demet” isminde dergi çıkar. Derginin yazarları genelde erkeklerden oluşur ve kadın terbiyesi, çocukların eğitimi, moda ve makyaj konuları işlenir. Ayrıca bu dergide siyasi yazılar az da olsa vardır ama önemli olan kısım kadınların bu dergi ile birlikte artık siyasi makaleler de okumaya başlamış olmasıdır. 1913-1914 ve 1918-1921 yılları arasında Ulviye Mevlana isimli bayanın çıkarmış olduğu “Kadınlar Dünyası” dergisi kadın hakları mücadelesini başlatan bir dergi olarak göze çarpmaktadır. Kadınların hemcinsleriyle dayanışma içerisinde tüketen değil üreten kadın olması gerektiğini vurgulamıştır. Osmanlı’da kadın sorunu ile ilgilenen bayan yazarlar; Nigar Hanım, Fatma Aliye, Makbule Leman, Emine Semiye ve Ulviye Mevlana’dır.
Osmanlı aydınlarının feminizm ile kurduğu ilişkiyi ifrat ve tefrit kelimeleriyle açıklamak mümkündür. Özellikle müslüman kadınlar açısından modernleşme Batı’ya duyulan hayranlığın şirazeden çıkmasıyla birlikte Avrupa’yı örnek alayım derken İslami olan ne kadar değer varsa hepsinden feragat etmek; mesela, tesettürü çıkarmak, iffetten taviz vermek, alafrangalaşmak sevdasına ailenin ve toplumun servetini heba etmek ya da eğitim ve çalışma hakkı derken ölçüyü kaçırıp erkek ve kadın arasındaki fıtri bağları koparmak ifrat olarak değerlendirilebilecek bir konudur. Tefrit olarak değerlendirilecek kısım ise kadınların kendi sorunlarına dair hakikate gözlerini kapayarak, daha bir muhafazakarlaşmak ve kadının eğitimi, sosyal konumu üzerinde daha kapalı bir topluma dönüşmek. Osmanlı’nın son dönemleri kuşkusuz savaş ve siyasi kargaşalarla geçtiğinden bu tartışılan konular nihayet bulmadan cumhuriyet dönemine girilmiştir.
Cumhuriyet Dönemi Kemalist Kadın Hareketi
Osmanlı imparatorluğunun çökmesi ve Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasıyla birlikte Osmanlı’dan arta kalan feministler Türk milliyetçiliğini benimsediler. Cumhuriyet kurulduğu zaman aralarında bu kadınların da bulunduğu bir grup feminist Nezihe Muhiddin önderliğinde 1924 yılında “Türk Kadın Birliği”‘ni kurdu. Cumhuriyet döneminde Kemalist kadınlar ve Nezihe Muhiddin gibi feminist kadınlar arasında kadınların siyasi haklar için devlet kurumundan bağımsız bir şekilde örgütlenme hususunda görüş ayrılığı çıktı. TKB liderliği 1927 yılında bu görüş ayrılığı neticesinde örgüt içi bir darbeyle Kemalist Latife Bekir’e geçti. Kemalist kadronun kadın meselesini siyasi programlarına kapsamlı ve acil bir gündem olarak alması ve devletin gücünü de arkasına almış olması neticesinde feminist hareket yerini Kemalist kadın hareketine bıraktı. Başta medeni kanun olmak üzere ilhamını, laiklik, Batıcılık ve milliyetçilikten alan Kemalizm kadınların kamusal hayata geçebilmesi için bir dizi reformlar yaptı. Nezihe Muhiddin gibi feminist kadınlar önceliği kadının özgürleşmesi meselesine verirken Kemalist kadınlar, kadınların özgürleşmesini ulusun çıkarlarıyla mümkün gördüler. Böylelikle feminist söylemlere de sahip çıkan Kemalist kadınlar feminizmin de temsilcisi rolünü üstlenmiş oldular. Bu dönemin en ateşli kadın savunucusu Mustafa Kemal’in manevi kızı olan Afet İnan’dır. TKB, toplumsal cinsiyet eşitliği mücadelesi vermek için (baskılanan, kapatılan sosyalist örgütlenmeler dışında) tek olma durumunu 1960’ların sonuna kadar muhafaza etti. TKB, 10 Mayıs 1935 tarihinde CHP’nn isteği üzerine kendini feshetme kararı aldı. Latife Bekir, “12 Seneden beri çalışıyoruz. Bu müddet zarfında kadınlarımızı yükseltecek birçok işler yaptık. Artık Türk kadınlığı bütün haklarına eksiksiz olarak kavuşmuştur. Yeni Anayasamız bir birlik yaparak bu uğurda çalışmamıza sebep bırakmamıştır. Bu münasebetle Birliğimizin kapatılmasını teklif ediyorum” (Cumhuriyet, 11 Mayıs 1935) diyerek TKB’nin kapatılışını ilan etmiş oldu. Mustafa Kemal, TKB dahil ülkedeki tüm örgütlerin kapatılmasını yalnızca Halkevlerinin olmasını istemiştir. Kadınların da Halkevlerinde oturmak yerine köy köy, ilçe ilçe gezerek Anadolu’daki kadınların Kemalist ideoloji etrafında kümelenmelerinin sağlanması emrini vermiştir. 1935-1946 yılları arasında TKB üyeleri bu emir gereği bir misyoner gibi çalışarak Anadolu’nun ücra köşelerinde Halkevlerine bağlı olarak kadınların eğitimi, kamusal alana kazandırılması ve bütün bunların Kemalist ideoloji çerçevesinde olmasını sağlamışlardır.
Çok partili döneme geçiş katı laiklik ilkesini yumuşatmış ve Türk modernleşmesi daha muhafazakar bir evreye geçiş yapmıştır. Kadınların meclisteki temsil oranı azalmış, devlet politikasında kadının, anne ve eş olarak ailedeki önemine vurgu yapılmaya başlanmıştır. Artık kadının kamusal hayatta görünür olmasından çok evde bir kadın olması daha çok arzu edilir olmuştur. Kemalist kadınlar böyle bir konjonktürde kazanılmış kimi hakların korunması adına 1949 yılında TKB’yi yeniden kurmuşlardır. Bu dönemde kurulan diğer Kemalist kadın dernekleri şunlardır: İstanbul Soroptimist Kulübü, Türk Üniversiteli Kadınlar Derneği, Kadının Sosyal Hayatı Tetkik Kurumu, Türk Anneler Derneği, Kadın Haklarını Koruma Derneği, Kadınlar Dayanışma Derneğidir. Yine de bu örgütler dönemin iktidar yapısıyla çıkar ve hak temeli merkezinde çelişmek istememişlerdir. Zira iktidar modernleşmenin evden, evlilikten, çocuk yetiştirmekten başlaması gerektiğini öncelerken bu örgütler, kadının ailede ve toplumda ezilmişliğinden bahsederek bu sonuçtan erkekleri sorumlu tutarak kadınların çalışma haklarını savunmuşlardır. Bu çelişkiler, o dönemde komünizm/kapitalizm gibi soğuk savaşın olması nedeniyle iktidarla Kemalist kadın örgütlerinin çatışmamasının gerekçesi olarak okunabilir.
1960’lı yıllarda ikinci dalga feminizmin etkisiyle toplumsal cinsiyet eşitliği ülkenin gündemine taşındı. Bu yıllarda ülkede sanayileşmenin de etkisiyle kırdan kente göçün eskiye nazaran daha da hızlanması aynı zamanda sağ-sol ekseninde siyasi kutuplaşmaların artması kadınların sendikalarda ve siyasi partilerde daha fazla etkinlik göstermesine sebap oldu. Kentleşmenin getirdiği bir sonuç olarak toplumsal cinsiyet, sağlık, nüfus, göç, eğitim, doğum kontrol yöntemleri gibi bir çok şey devletin politikalarına dahil oldu. 1960’lı yıllarda Kemalist kadınların gündemi de doğal olarak bunlarla şekillendi. Böylece Kemalist kadınlar alt sınıftan sayılan, kırsalda yaşayan kadınlarla kentin varoşlarında yaşayan kadınların modernleştirilerek kamusal hayata dahil edilmesini kendilerine bir misyon olarak seçtiler. Kemalist kadınlar, kadına şiddet ve kadının çalışma hayatına dair birçok mesele üzerinden birçok yeni örgütlenmelere giderek seslerini eylemlerle duyurmaya devam ettiler. Bu dönemde Kemalist kadınlar Nurcuların desteklediği Adalet Partisi ve Ebakan’ın kurduğu Milli Nizam, Milli Selamet Partilerinin İslami sosyal adalet kavramlarına karşı kendi konumlarını belirlemek ve onlara karşı durmak için kendilerini “ortanın solu” olarak tarif ettiler. Dolayısıyla CHP ile bağlarını resmen ilan etmiş oldular. Kemalizmin ilkeleri açısından laikliği bu denli sahiplenme kadınların kitlesel olarak CHP’ye geçişini hızlandırmıştır. 1968-1970’li yıllardaki kongrelerinde delegeler, kadın erkek eşitliğini, fırsat eşitliği, demokrasi ve sosyal adalet çerçevesinde tanımladılar ve kadını ikinci sınıf yerine koyduğunu düşündükleri İslami tümdeğerlere de savaş açtılar. Böylece CHP ve Kemalist kadın örgütleri politik olarak aynileştiler. TKB’nin 1973’te dillendirdiği kadınlara yirmi yılda emeklilik ve ev kadınlığının bir meslek olarak kabul edilmesi CHP kadın kollarının 1974’teki kongresinde aynen benimsendi. 1975 yılında BM Dünya Kadın Yılı’na referansla örgütlenen Ankara’daki Kadın Yılı Kongresi’nde ülke genelinden Kemalist kadınlar bir araya gelerek toplumsal cinsiyet konusunu interdisipliner bir alan olarak benimsediler. BM’in öngördüğü biçimde eğitim, sanat, hukuk, iktisat ve sağlık konularında ulusal eylem planı hazırladılar. Bu kongre sonrası Kemalist kadınlar seslerini hem ulusal hem uluslararası boyutta duyurduklarından kendileri için bir dönüm noktası oldu.
1970’li yıllarda siyasi hareketliliğin artmış olması, sağ-sol çatışması ve sosyalizmin yükselişe geçmesiyle birlikte devrimci sol yapılanmalar içinde de kadın sorununa yönelik örgütlenmeler oluştu. Nisan 1970’de kurulan “Türkiye Devrimci Kadınlar Derneği” ve 1975 yılında kurulan “İlerici Kadınlar Derneği” bu örgütlenmelerden biridir. İKD, kadın sorununa sınıf açısından bakıldığını savunmaktaydı. Onlara göre kadın sorunu, sosyete ve burjuva kadınlarının elinde oyuncak edilmektedir. İKD’nin bu soruna daha gerçekçi yaklaştığını savunarak, tüm kadınlar için eşit işe eşit ücret, analığın toplumsal işlev sayılması, eğitimde, iş bulmada, mevkide fırsat eşitliği, kadınların toplumsal yaşamın her alanına aktif olarak katılması, ulusal ve uluslararası sorunların ifadelendirilmesine, çözümüne daha çok katkıda bulunmak, faşizme, gericiliğe karşı barışın ve demokrosinin ve bağımsızlığın bilinçli savunucuları olmak için tüm kadınları İlerici Kadınlar Derneği’nde birleşmeye ve dayanışmaya davet etmişlerdir. 28 Nisan 1979 yılında gerekçesiz ve süresiz olarak faaliyetten menedilmiştir. Tüm şubelerin kapatılmasına rağmen 1980 askeri darbeye kadar çalışmasını hız kesmeden sürdürmüştür. İKD, beş yıl boyunca kamuoyunda baskı oluşturabilmek için; çeşitli kampanyalar, mitingler, gösteriler, yürüyüşler, toplantılar, açık oturumlar, söyleşiler, paneller yaparlar. Ayrıca konser, tiyatro, film gibi etkinliklerde geliştirilir. En önemli dergileri “Kadınların Sesi” dir. Kadının çalışmasının önünde engel olarak duran çocuk bakımı için; her iş yerinde ve her mahallede kreş, doğum izinleri birleştirilmeli ve uzatılmalıdır, gündelikçi kadınların ssk kapsamına alınması, kadınlar için 20 yılda emeklilik gibi kampanyalar düzenlerler. Enteresan olan şudur ki İKD feminizme karşıdır. Bu karşıtlıklarını şu ifadeyle açıklarlar: “İKD’liler olarak feminizm diye bir şey olduğunu biliyorduk. Fakat feminist olmak burjuvaziye hizmet etmek demekti; çünkü feminist olmak kadınla erkeği ayırmak demekti. İşçi sınıfı mücadelesini bölmek demekti. Dolayısıyla feminizmin söylediği kadınların esas olarak kendi başlarına kurtulacağına dair o temel sözü ve feminizmin pek çok şeyden özgürleştiren yanı çok tehlikeliydi o zamanki komünistler ya da sosyalistler için.”(Feminizm, İletişim yay. 10.cilt sh.367) İKD, bizzat sol örgütlerce kimi yanlarıyla eleştirilmiştir. Aynı zamanda İKD, birçok sol franksiyonda yeni kadın örgütlenmeler içinde esin kaynağı olmuştur.
Askeri darbeden sonra ülkenin siyasetinin değişmesiyle birlikte feminizm de bu değişimden nasibini aldı. Darbe öncesinde sınıf temelli bir siyaset sahne almışken darbeden sonra kimlik temelli bir siyaset sahne aldı. Kimlik temeli siayset içinde de siyasal İslam ve Kürt özgürlük hareketi başat rol oynamaktaydı. Siyasal İslamcılarla Kemalistlerin devlet içindeki etkinlik mücadeleleri siyasetin ana eksenini oluştururken kendilerini laik, kemalist ve Türklükle tanımlayan Kemalist vatandaşlık anlayışı kökünden sarsıldı. Bu dönemde üç önemli gelişme Kemalist feminizmin doğuşunu etkiledi. Bunlardan ilki, laiklik-İslamcılık eksenindeki kutuplaşmanın kendini sivil toplum alanında göstermesiydi. Darbeden sonra Türkiye’de STK’laşma hızlı bir şekilde yükselişe geçmişken İslamcı’larda bu yükselişten nasibini almıştı. İslamcıların bu yükselişini dengelemek için 1989 yılında “Atatürkçü Düşünce Derneği” ve “Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği” gibi Kemalist örgütlenmeler kuruldu. İkincisi ise feminist aktivist ve akademisyenlerin Kemalist reformları eleştirel bir okumaya tabi tutarak Kemalist kadın hakları söyleminin egemenliğinin sarsılması oldu. Son olarak da 1985 yılında Nairobi’de gerçekleşen 3. BM Dünya Kadın Konferansı’nın ardından global toplumsal cinsiyet eşitliği gündemini resmen benimsemişti.
Kadın Dernekleri Federasyonu’nun devletle ilişkisi darbe sonrasında da devam ettiğinden olsa gerek Türkiye siyesetinde olan bir çok hukuksuzluğa, kanunsuzluğa sessiz kalmayı tercih etmişlerdi. Bu durum 1987 yılında başörtülü bayanların başörtüsü zulmüne karşı üniversite önlerindeki kitlesel eylemleriyle değişti. Kemalist kadın dernekleri bu noktadan sonra İslamcı siyesete ve onun bayrağı olarak gördükleri türbana karşı topyekün bir mücadele başlattılar. 1989 yılında Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği tarafından laikliğe saygı yürüyüşü yapıldı. Kemalist kadın dernekleri “Kadın Statüsü ve Sorunları Genel Müdürlüğü” bünyesinde birleştiler. Söz konusu Kürt kadınların sorunu veya müslüman bayanların sorunu olduğunda bir anda bütün siyasetleri silikleşmekte ve Kemalist düşünceye aykırı olan tüm diğer fikirlerin sorunları onları ilgilendirmiyordu. İlgilendirmemeleri şöyle dursun Kürt kadın derneklerine ve İslamcı kadın derneklerine de savaş açmış durumdaydılar. Kemalistlerin insan haklarından anladığı tek şey kendi taraftarlarının haklarından başkası değildi. Zira 28 Şubat postmodern darbesinde başörtüsü zulmüne bırakın sessiz kalmayı bizzat bu zulmün destekleyicileri oldular. Üniversitelerde kurulan ikna odaları tarihe kara leke olarak geçti. Nur Serter ve Necla Arat gibi Kemalistler bizzat bu ikna odaları sürecini yöneten Kemalist kadınlardı. Bu iki bayan da CHP milletvekili olarak parlementoda görev yaptılar. Kemalist kadın dernekleri için modern kadın tipi Kemalizmi benimsemiş, türkçü ve laik olan kadın tipiydi. Bu kategorinin dışında kalanlar ya ehlileştirilecek yani modernleştirilecek kitle yahut da bizzat savaşılacak kitleydi. Kemalist kadın dernekleri özellikle İslamcı siyasetle savaşında iki yolu kullandı. Bunlardan ilki, Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği eliyle üniversite okuyan kızları cemaatlerin elinden kurtarmak için onlara burs vererek bu kızların Kemalist olarak yetişmelerini sağladı. Bir diğeri ise düşük gelirli kadınları topluma karıştırma bahanesiyle onlara kurslar açtı ve mikro krediler sağlayarak düşük gelirli kadınların da Kemalizm ilkelerine bağlı kalmaları için mücadele etti. AKP iktidarı ile birlikte Kemalist kadın derneklerine fonlanan paralar kesildiğinden onlar da CHP’li belediyelerin bünyesinde meclisler kurarak kendilerine yer buldular. AB, Büyükelçilikler ve çeşitli ulusal yahut uluslararası vakıflarca verilen fon ve bağışlarla yine ihya oldular. Nilüfer Göle’nin dillendirdiği gibi kendilerini “Beyaz Türkler” olarak tanımlayıp modernliğin temsilcisi olarak nitelemektedirler.
1980 sonrası Türkiye siyaseti daha milliyetçi, solcu dili terketmiş yerini liberal düşünceye bırakmıştır. Bu durum haliyle feminizm konusunda da kendini göstermiştir. 1983 yılında isteğe bağlı kürtaj, “nüfus planlaması hakkında kanun” çerçevesinde belirli şartlara bağlı kalarak yasal hale getirilmiştir. Artık kadınlar daha yüksek sesle “Bedenimiz bizimdir” diye haykırmaktadırlar. Feminizmin Türkiye’deki öncülerinden sayılan Şirin Tekeli, Türkiye’de feminizmin 1970’lerde entelektüel hazırlık dönemini, 1980’lerde eylemlilik yıllarını ve 1990’larda örgütlenme aşamalarını yaşadığını ifade etmiştir. Türkiye’de feminist hareketi incelerken dergilerin önemi ve edebiyatta kadın söyleminin de ayrı bir başlık altında incelenmesi gerekmektedir. Zira bu alanlar feminizmin hem entelektüel birikim anlamında hem de geniş kitlelere sözünü duyurma anlamında önemli araçlardır. Mesela bu alanda Türkiye’de 1970 sonrası üç önemli dergi sayacak olsak “Elele”, “Kim”, “Kadınca” dergileri diyebiliriz. 1976 yılında Hürriyet grubu tarafından yayınlanmaya başlayan “Elele” dergisi kadın ve aile konusunda geleneksel ahlaki normları “çok da aşmayan!” bir dergi olmasına rağmen doğum yapmak üzere olan bir kadınla çırılçılak bir şekilde foto röportaj yapabilmiştir. Hatta doğum anını okuyucularıyla kare kare resimler çekerek hiç bir sansür uygulamadan paylaşmışlardı. Gelişim Yayınları patronu Ercan Arıklı’da stilist Necla Seyhun’un ve daha sonra yardımcısı olan Duygu Asena’nın editöryalliğini yaptıkları “Kadınca” dergisini kurdular. Bu dergi Elele dergisinden farklı olarak “kadını sadece aile ile birlikte varolmaktan kurtarmış!” farklı kadınlık hallerine, rolllerine odaklanan, cinsiyet ilişkilerine ve ataerkil yapıya başkaldırmıştır. Öyleki dergi doksanbin tirajına ulaştı. Necla Seyhun derginin bayağılaştığını düşünerek yerini Duygu Asena’ya bırakıp dergiden ayrıldı. Dergi bir yandan kadın hakları savunuculuğunu iddia ederken biryandan da kadını nesneleştiriyordu. Şöhretlerin hayatları albenili resimlerle süslenip sergilenirken kadınlara süblimasyon mesajlar da veriliyordu. Aile olma bağları gevşetiliyor, serbest aşk hayatları meşrulaştırılıyor ve fahişelik “sex işçiliği” olarak tanımlanıyordu. Duygu Asena bir gün bile kendisinin feminist olduğunu söylememiş ve eylemlerine katılmamış olsa bile feminizmi her kadının hayatına sokmayı başarmış bir kadın olarak da anılmıştır. Kadınca dergisi, Hıncal Uluç’un çıkardığı “Erkekçe” dergisinin kadın bedenini nesneleştirmekle suçlamasından ötürü Erkekçe dergisini kendi silahıyla vurmak için çırılçıplak bir erkek resmi paylaştı. Kapakta da “Erkeklere eşitlik tanıdık! Kadın-erkek eşitliği varsa, erkekler de soyunmalı” diyordu. Ercan Arıklı’nın iflasıyla birlikte Kadınca dergisinin de sonu gelmişti. Duygu Asena ise aynı minvalde yoluna Kim, Negatif ve Elit dergileriyle devam etti.
Kim Dergisi, Kadınca Dergisi‘nden daha ileri gidiyor ve evliliğin baskı aracı olduğu söyleniyor, bekaret kontrolünün kadınları aşağıladığını dile getiriyordu. Eşcinsellik henüz toplum tarafından lanetlenen bir şey olsa da toplumun eşcinselliğe bakışını yumuşatacak tarzda eşcinseller için “zararsız şekerlemeler” ifadelerini kullanabiliyorlardı. LGBT’leri destekleme işi ise yine son sıralarda olsa dahi yapılabiliyodu. Kim Dergisi kendinden önceki dergiler gibi “Beyaz Türkler”in dünyasına ait bir dergiydi. Laik, seküler yaşamı ön plana çıkaran ve hatta Tansu Çiller’i Sivas katliamı sonrasında laikliği koruyamamakla suçlayabilen bir dergiydi. 1998 yılında kapanana kadar kadınların siyasal alanda temsil isteklerini dile getirmekle birlikte, etnik kimliklerin tanınması yönünde de mücadele etmiştir. Aynı zamanda aile kurumunun yara alması, serbest ilişkilerin meşrulaşması, çıplaklığın görünür olması ve kadının nesneleştirilmesi gibi husular da marifetlerinden bir başkasıydı.
2000’li yıllara gelindiğinde ise artık dijital dönemin hız kazandığı bir süreç başlamış oldu. Facebook, Twitter, İnstagram, çeşitli bloklar, internette açılmış siteler vs. bir çok alanda feminizm boy göstermiştir. Dijital alanda politik bir direnç ve değişim oluşturmak maksatlı bu alanlar çok fazlaca kullanılmaya başlanmıştır. 2000’lerden sonra akıllı telefonların kullanlmaya başlanmasıyla birlikte artık internet ceplere kadar inmiş ve bir çok şey daha çabuk bir şekilde ulaşılabilir ve paylaşılabilir hale gelmiştir. Tam tersi olarak da internet, devletler açısından halkını daha rahat kontrol edebildiği bir mecra da olmuştur. Bu alanın kullanılmasının sebeblerinden bir tanesi de ekonomik olmasıdır. Matbu bir derginin maliyetiyle dijital bir derginin maliyeti oldukça farklıdır. Bu yüzden bir çok ekonomik zorluk yaşayan dergiler dijital kanalları kullanarak seslerini duyurmaya gayret etmişlerdir. Bu bağlamda 5Harfliler, Reçel Blog, Çatlak Zemin, Dijital Topuklar, Kadın Eserleri Kütüphanesi web sitesi, Amargi dergi, ve Feminist Politika dergisi internet ortamında faaliyet gösterenlerden bir kısmıdır. 2000’li yıllardan sonraki dijital feminizm aşaması geçmişte üstü örtük olan ve toplumsal normlara takılan eşcinsellik, LGBT+ gibi hareketleri daha görünür hale getirdi. Giderek toplum tarafından kanıksandı ve eşcinselliğin, trans cinsiyetin bir hak olduğu açıkça savunuldu. Böylece fuhşiyat toplum arasında çok hızlı bir şekilde yayıldı. Hatta İslami kesimlerce bile normal karşılanmaya başladığı gibi bu sapkınlıklar hak kategorisinde değerlendirilmeye başlandı. Eşcinsel derneklerin faaliyetlerini “özgürce” yürüttüğü ve daha geniş kapsamlı tabanlar oluşturduğu dönemlerde “İslamcı” diye anılan AK Parti zamanında oldu.
Türkiye’de İslami feminzim ayrıca bir başlık olarak incelenmesi gereken bir konu olarak karşımızda durmaktadır. Ne var ki bu yazı Türkiye’de feminist hareketin dar bir çerçevede tarihsel sürecine değindiği için bu konuyu uzunca anlatma imkanımız olmaz. Kadın haklarına dair yazı yazmış bir çok kadın İslami Feminist olarak anılsa da aslında bir çoğu kendisini feminist olarak tanımlamamışlardır. Mesela Yıldız Ramazanoğlu, Cihan Aktaş feministlik yerine İslami dünya görüşüne bağlı kalmayı tercih edenlerdendir. İslami feminizm söylemi daha çok dinin erkek merkezli yorumuna karşı bir söylemdir. Rabbin yalnızca Allah olduğunu erkeğin kadının rabbi olmadığını bu anlamda dinin, kadın ve erkeği eşitlediği iddiasındadırlar. Kadına karşı şiddete, ayrımcılığa, dışlayıcı pratiklere karşı bir duruş sergilemişlerdir. Tesettür, örtünme, kadına dayatılan roller, birey olarak kadın, kürtaj, çalışma hayatı, akademik kariyer, evlilik ve boşanma, annelik, kadının camiye girme hakkı gibi birçok alanlarda görüşler ortaya koymuşlardır.
Değerlendirme
Feminist hareket Osmanlının modernleşmeye başladığı dönemlerde Avrupa’dan esinlenerek Osmanlı’da konuşulmaya ve seslendirilmeye başlandı. Batı’nın aydınlanmacı düşüncesinin öncesinde ortaçağ skolastik düşüncesinde ve sonra da sanayi devrimiyle birlikte kadının değersizleştirilmesi ve yalnızca ucuz işgücü ve hazzın doyurulduğu nesne olarak algılanması neticesinde ortaya çıkan feminizm hareketi öncesi ve sonrası düşünülmeden Osmanlı’da sahiplenilmiştir. Osmanlı’nın yıkılmasıyla birlikte Türkiye Cumhuriyeti’nde aynı hızla bu düşünce sahiplenilmiş ve kadın Kemalizm düşüncesine göre Türkiye’nin modernleşmesinin bir gerçekliği, göstergesi olarak algılanmıştır. Bu anlamıyla tesettürlü, dinine bağlı bir kadın portresi eğitimi, sosyal konumu ne olursa olsun ezilmişliğin ve çaresizliğin resmi olarak algılanmıştır. Muasır medeniyete yakışan şeyin ise tesettüründen arınmış, bir aileye bağlı kalmaksızın kendi cinsel kimliğini yaşayabilen “özgür kadın” davranışı olduğu zihinlere kazınmaya çalışılmıştır. Tabii ki bu tartışmalar her devrin kendi kültürüne, siayasal konjonktürüne bağlı olarak şekillenmiştir. Aile bağlarının sıkı olduğu bir zaman diliminde tartışmanın şiddeti daha makul bir seviyedeyken giderek toplum yeni sürece de hazırlanmıştır. Artık zamanla tartışmanın boyutu ailede ezilen kadın olmaktan çıkmış, çoklu aşk, serbest ilişkinin savunulduğu düzeye gelmiştir. Kadın bedeni ve erkek bedeni hiç bir sansüre uğramaksızın alenen teşhir edilmeye başlandığı gibi kimi gazete, dergi ve sitelerde yaşanılan evlilik dışı cinsel deneyimler adeta ballandıra ballandıra anlatılmaya başlanmıştır. Bunlara karşı bir duruş ise modernlik karşıtı bir söylemle susturulmaya, bastırılmaya çalışılmıştır.
2000’li yıllardan sonra ise konu yalnızca kadın olmaktan çıkarak LGBT+ gibi gayri ahlaki sapkınlıkların normal karşılandığı ve yasalarca korunduğu bir düzeye gelmiştir. Bundan sonrası ne olur derseniz sanırım yıllardır tartışılan pedofili(çocuklarla seks)nin de artık yasal bir düzeye getirilerek zirveye ulaşmasıdır derim. İşin enteresan yanı toplumsal ahlakın yozlaşmasının en hızlı olduğu ve bu yozlaşmanın yasalarca berkitildiği dönem İslamcı olarakanılan AK Parti zamanında olmasıdır. Kadem gibi dernekler kurularak kadın için en tehlikeli yerin evi olduğu fikri bizzat “İslamcı”lar aracılığıyla söylenmeye başlanmıştır. Böylece evlilikler, aile bağları daha çabuk dönüşüme uğramış, kadının erkekle eşitliği kadının erkeğe üstünlüğüne ve kadın şiddetine evrilmiştir. Feminist söylemin en faydalı yanı ne diyecek olursak; kültüre bağlı kadın algısının dini bir algıymış gibi algılanmasının tartışmaya açılmış olmasıdır derim.
Elbette İslami gelenek içinde dine ait olmayan ama dindenmiş gibi yaşanan bir takım yorumları, açmazları tartışmalıyız. Tartışmak bir meseleyi daha iyi olana yükseltmeyi amaçlar. Salih olandan en salih olana doğru yüceltmelidir. Oysa feminist söylemin tarihsel sürecine baktığımızda kadını nesneleştirme ve toplumu yozlaştırma bağlamında zirveden aşağıya doğru çekmiştir. Henüz ülkemizde zemin bulmayan taşıyıcı annelik konusu da yasal zemine ulaşırsa eşcinsellikle beraber yeni bir insan bedeni köleliği ile tanışmış olacağız. Özellikle eşcinsellik, trans bireycilik dünyada olduğu gibi ülkemizde de fuhuş sektörünü önemli ölçüde domine etmektedir. Elbette bu fuhşiyattan para kazananlar hep keselerini doldurmakta hem de toplumsal yozlaşmanın mimarları olarak tarihe geçmektedirler. Bir insanı köleleştirmenin en önemli yolu ona sürekli özgür olması gerektiğinden bahsetmektir.
Kadının özgürlüğü tartışmaları geldiği nokta itibariyle kadını modanın, piyasanın, kozmetik şirketlerinin, tıbbın(estetik alanının) ve görünür olmanın(şık ve olduğundan farklı) köleliğine mahkum etmiştir. Kadını ve erkeği kendi bedeniyle barışık olmaktan çıkarıp fıtratından koparıp köksüz ve ulvi bir amaçtan yoksun bırakmıştır. Allah kadını ve erkeği yalnızca kendisine kul olarak yaratmışken cinsler önce birbirlerini köleleştirme sonra da kendilerini hazlarının kölesi yaparak tevhidi bozmuşlardır. Feminist söylem İslam’ın söylemi olamaz ve aynı minvalde asla düşünülemez. Zira feminizmin idealleriyle İslam’ın inşa ettikleri asla bir arada olamaz. İslam Allah’ı, O’nun göndermiş olduğu Kur’an’ı ve O’nu topluma yaşanır kılan Resulleri merkeze alarak düşünür ve yaşar. Feminizm ise bireyciliği, hazzı ve Allah’tan kopuşu, pozitivizmi merkeze alarak düşünür ve yaşar. Müslümanlar olarak tevhid merkezine bağlı olarak erkeğin ve kadının inşasında roller üstlenmeliyiz. Allah’ın razı olacağı bir topluluğun inşası için kadınıyla erkeğiyle birlikte elele vermek zorunluluğumuz vardır. Kadın ve erkek kendi fıtratına uygun olan fonksiyonları, iş bölümlerini yaparak sağlıklı nesillerin varolduğu bir gelecek inşa edebiliriz.