اَفَمَنْ زُيِّنَ لَهُ سُٓوءُ عَمَلِه۪ فَرَاٰهُ حَسَناًۜ فَاِنَّ اللّٰهَ يُضِلُّ مَنْ يَشَٓاءُ وَيَهْد۪ي مَنْ يَشَٓاءُۘ فَلَا تَذْهَبْ نَفْسُكَ عَلَيْهِمْ حَسَرَاتٍۜ اِنَّ اللّٰهَ عَل۪يمٌ بِمَا يَصْنَعُونَ
“Kötü işi kendisine süslenip de, onu güzel gören kimse mi? Şüphesiz ki Allah dilediğini saptırır, dilediğini doğruya erdirir. O halde onlar için üzülüp de kendini helak etme. Allah onların yaptıklarını biliyor.” (35/Fatır, 8).
Kötü İşi Güzel Sanmak
Kur’an insanları, dünya hayatının aldatıcılığına ve Allah ile aldatanların aldatıcılığına karşı uyarıyor. Şeytanın insanın düşmanı olduğunu bildirerek, insanın da şeytanı düşman edinmesini istiyor. (Fâtır, 5-6). İnsan dostunu-düşmanını tanımaz ve tek taraflı olarak hep ‘saf’ rolünü oynarsa, ciddi bir aldanışla aldanmış demektir. Allah’ın, dilediği kimseleri saptırmasını da burada aramak gerekir. Allah yeterince uyardığı halde, gerçek düşmanlarını düşman edinmeyen ‘saf’ insan, dalaleti hak etmiştir.
İnsanın kötü işinin kendisine süslü gösterilmesi, yine kendi cehaleti gereğidir. İlim’den pay almış kimseler, hangi amelin salih, hangisinin fasit ve kötü olduğunu bilirler. Allah’ın terbiyesi ile yetişmiş bir mümin, kötü amelini asla salih görmez. İnsan, şeytan ve dostlarının (hizbuşşeytan) kendisini etki altına alması neticesinde, iyi ile kötü, hayır ile şer, tevhid ile şirk değerlerini karıştırır. Yeryüzündeki bütün ifsatlar, bütün zulümler ve ilhadlar böyle işlemiyor mu? Bilhassa kendilerini sureti haktan görenler bu aldanışa maruzdurlar. Nuh kavmi ve Mekke halkı kendi yandaşlarını, onları Allah’ı tek ilah edinmeye davet eden elçilerine karşı, ilahlarına daha bir sıkı bağlanmaya çağırıyorlardı. Eğer sebat göstermeselerdi, az kalsın elçilerin kendilerini saptıracak olmalarından duydukları korkuyu paylaşıyorlardı. Çünkü kötü işleri kendilerine süslü gösterilmişti, nefisleri, şeytan ve adamları vasıtasıyla.
Kişinin, kötü amelini salih ve güzel sanması, gittiği sapıklığı hidayet addetmesi, cehaletini hak bilmesi ne derin bir sapıklıktır. ‘Cehli mürekkep’ dedikleri işte budur.
Allah insanları kendi iradelerine rağmen, dalalete veya hidayete mecbur etmekte değildir. İnsan ya dalaleti kendi cehaleti gereği satın almakta ya da kendi çabasının Allah’ın yol göstericiliği ile buluşması neticesinde hidayeti elde etmektedir. Allah’ın meşru kılmadığı yaşam tarzlarını, nebilerin hiçbir şekilde icra etmediği siyaset modellerini meşru-mubah sayan anlayışlar, kötü amellerinin kendileri için süslü gösterilmesini kendi elleriyle sağlamış olmaktadırlar. Tevhid-şirk mücadelesi tam da bu noktada yaşanmaktadır. Allah insanın karşısına hak vasıtaları olduğu gibi, bâtıl vasıtaları da çıkarmaktadır. Haram ile helal, meşru ile gayrı meşru bu dünyada birlikte vardırlar. Haramı değil helali, gayrı meşruyu değil meşruyu, pis olanı değil temiz olanı seçmek insanın yaratılışının en büyük gerekçesidir. Bu seçimi insan yapacak ve seçiminin de bir adı olacaktır: Ya hidayet ya da dalalet. Allah’ın insanı hidayet etmesinin ya da dalalete düşürmesinin anlamını burada aramak gerekir.
Bu çerçevede düşünürsek, son Nebî olarak Muhammed (sav) hakikati bütün açıklığı ile ve kusursuz olarak tebliğ etmişti. Bu tebliğe rağmen hala sapıklık yolunu seçenlere karşı artık üzülmemesi, kendini heder etmemesi gerekiyordu. Çünkü Allah insanların her yaptıklarını bilmektedir. İnsanın, İslam’ın en açık-seçik tebliğine rağmen, kendi kötü işlerini iyi/güzel/hak ve adalet sanmasını Allah tabi ki bilmektedir. Bu durumda kendisini, aldatıcıların, Allah ile aldatanların aldatmalarına açık tutan insan kendi kaderini kendisi tayin etmiş bulunmaktadır. Nebî (sav)’in bunların durumlarına üzülmesi, hakikate haksızlık, kendi tebliğini de değersizleştirmek gibi olabilirdi.
Burada net olarak ortaya çıkmış bir husus vardır ki, günümüzdeki gibi, nübüvvetin hitama erdiği dönemlerde İslam tebliğinin, Nebilerinkine uygun bir tarzda ve nebilerin ciddiyetiyle yapılmış olması büyük bir ihtiyaçtır. Böylece, hem tebliğcilerin Allah katında bir mazeretleri olur, hem de kötü amellerini güzel sanan sapkınlar Allah’ın gazabını hak etmiş olurlar.