Bu eser, şayet kıymeti takdir edilebilirse sadece tüm fraksiyonlarıyla İtikadî Müslümanların değil, kültürel ve sosyolojik Müslümanların da daha iyi ve insanî bir toplum talep ve tasavvurlarına ciddî bir katkı sunabilir. Samimî inancımız odur ki, İslam’a ve Kur’an’a pozitivist umdelerle tevcih ettikleri itiraz ve inkarla iştihar ve tebarüz edenler, hatta bunu itiyad [alışkanlık] ve husumet hâline getirenler de eğer ilim haysiyetini ve hakikatini esas ve ilke ediniyorlarsa bu eserden azamî nispette istifade edeceklerdir.
Bu eser, aktüel bir tartışma olan deizm başta, Müslümanların geleceğini tehlikeye atma istidadını haiz pekçok netameli mevzu ve meselenin de ilacı işlevini ifa edecektir.
Her tanıtım, ihtisar[özet, hülasa] ve kritik, şahsî ve izafîdir. Bizim müellif ve eserine müteveccih ifadelerimiz mübalağaya yorulabilir, ancak bu kitap önyargısız bir şekilde dikkatlice ve bila-fasıla okunursa zannederim mucize ve gayb mevzuunda kafalarında istifham, tenakuz [çelişki] ve müphemiyet [belirsizlik] bulunanlar, bunların mühim bir kısmının izale olduğunu göreceklerdir.
Hikmet Zeyveli, isminden bahsedilmesinden hoşlanmayan, gündemde olmak istemeyen, aktüel tartışmalara müdahil olmayan, az ama çok sıkı yazan mühendis-subay kökenli bir İslam âlimi ve müçtehididir. Kendisi 80’li yılların ortasında Kur’an merkezli İslâmî hassasiyeti haiz gençler arasında ismi çok kısa sürede “efsane” haline gelmiş biridir. Mühendis bir binbaşının birkaç istisna hariç, o dönemki ilahiyat hocalarından daha çok ses getirmesinin burada tadadına lüzum duymadığımız muhtelif sebep ve amilleri vardır ancak en mühimi Kur’an ile Sünnet’i birlikte mütalaa eden çarpıcı paradigma ve perspektifi idi. Zeyveli bazı mecralarda yanlış bir şekilde mealci olarak da tanıtılmıştır ancak namuslu ve vicdanlı hiç kimse diyemez ki “Zeyveli hadisleri dışlamış, kıymet vermemiştir”. Sünnet ve hadise Zeyveli’nin verdiği kıymet hem kalbî hem de azamî idi. Zeyveli, Kur’an’ı ve aklı miyar [ölçü] ve mizan yapmak kaydıyla ama hadis külliyatına istinaden sahih zannedilen hadisleri cerh ve tadil etmiştir. Ayrıca Zeyveli, “mealciler” diye tavsif edilen taifenin rahatlıkla mevzu[uydurma] deyip hoyratça reddettiği pekçok hadisin aslında öz olarak vaki olduğunu, hakikatten bir parça ihtiva ettiğini, Peygamber Efendimize atfedilecek bir cihetinin bulunduğunu ama zaman içinde çeşitli saik ve sebeplerle tasarrufa tabi tutulduğunu iddia ve bununla iştihar etmiş biridir. Bu sebeple Ruşen Çakır, Ayet ve Slogan isimli eserde Zeyveli’nin farklılığını vurgulayarak munsifane [insaflı] ifadeler kullanmıştır.
Zeyveli mutedil çizgisini hep muhafaza etmiş, geleneğe istinat ederek ama onu irdeleyerek ince işçilik çıkarmış, gerektiğinde de hakikat için birilerini incitmekten, geleneği tenkidden de kaçınmamıştır. Belirgin kusuru az yazması, Allah vergisi zekâsı ve tahlil kabiliyetini esere dökmekte aşırı ihtiyatı ihtiyar eylemesidir.
Bu eserin insanlara ulaşmasına vesile olan KURAMER, zekâsı, analitik düşünme kabiliyeti ve söyleyecek sözü olanların temerküz ve iltifat ettiği bir müessesedir. KURAMER sadece bugüne göre değil 50 sene, 100 sene sonrasına göre hazırlık yapıyor.
Şimdi biz kitabı ihtasara gayret edeceğiz.
MUCİZE
Mucize, Peygamberlerin genelde inkârcıların talepleri üzerine peygamberliklerini ispat için gösterdikleri ve Allah tarafından yaratılan olağanüstü hadiselere verilen isimdir ve bu manada Kur’an’da geçmemektedir.
Mucize, toplumların ve insanların tabiat karşısındaki vaziyet ve malumatları çerçevesinde bir kıymet ve mana kazanır. Vukuu, sebep ve sonuçları hakkında hiç ya da gereği kadar malumat sahibi olunmayan harikulade hadiseler mucize olarak telakki edilmiştir. Yani bunlar, bir toplumun kendi kültür birikimleriyle izahını yapamadıkları olaylardır. Oysa bunlar ne kadar hâriku’l-ade olaylar olsa da hâriku’t-tabia yani tabiatüstü değillerdir. Volkan püskürmesi, med-cezir, kasırga, deprem, tsunami tecrübesini ilk yaşayan ve bunları herhangi bir din ya da peygamber ile ilişkilendirenler nezdinde bu hadiseler mucizedir. Ancak olağan dışı hadiseler izah edilebilir oldukça ve nedensellik ilişkisi belirlendikçe tabiat-üstü vasıflarını kaybederler. “Mevcut tecrübe ve gözlemlerimize aykırı düşmeyen, yani sebep-sonuç (nedensellik) ilişkilerini bildiğimiz olay ve olgular; başka bir ifadeyle, bilinen tabiat (doğa) kanunlarına aykırı düşmeyen olay ve olgular izah edilebilirdirler ve mucize sayılmazlar”. İzahı yapılamayan ve hâriku’t-tabia olmayan her hâriku’l-ade olayın tabiat kanunlarını ihlal etmiş olması gerekmez. Geçmiş devirlerde insanların mucize algısı ve izahını yapamadıkları olağandışı hadiselere mucize demeleri tabiat bilgileriyle doğru orantılıdır.
Siret, hadis, delail ve tefsir kitaplarında Peygamber efendimize atfedilen mucizelerin adedi, Asr-ı Saadet’ten günümüze geldikçe kümülatif (terâkümî) şekilde artmaktadır. Buhârî altı başlık altında toplam 50 kadar rivayet zikretmiştir.
Bunlar;
1-Suları bereketlendirmesi (parmakları arasında sular akıtması)
2-Yemeği/hurmayı/sütü bereketlendirmesi
3-Duasıyla yağmur yağdırması
4-Kendisinden ayrılmak istemeyen kütüğün inlemesi
5-Gelecekteki fitneleri ihbar etmesi (Yahudilerle/Türklerle savaş gibi)
6-Bir işaretiyle gökyüzündeki ayın iki parçaya ayrılması, şeklindedir.
Mucize rivayetlerine aşırı alaka göstermiş olan Buharî’nin (ö.256/870) aksine ondan daha evvel yaşamış sîret âlimi Musa b.Ukbe’nin (ö.141/759) Megâzî’sinde Buharî’nin mucizevî olarak naklettiği birçok olay ya tabiî bir anlatımla verilmiş ya da hiç bahis mevzuu olmamıştır.
Hikmet Zeyveli, mezkûr mucizelerin aslında ya olağan bir hadise olduğunu ya da hiç vuku bulmadığını yine rivayet külliyatına istinaden ispatlamaktadır. Biz sadece birini misal olarak vereceğiz.
Kamer Suresi’nde “Saat yaklaştı ve ay yarıldı. Onlar (her ne zaman) bir ayet görseler yüz çevirirler ve: (bu) süregelen bir kandırmacıdır, derler” buyrulmaktadır. Bu ayetin tefsirinde üç görüş ileri sürülmüştür.
1-“Ve ay yarıldı” ibaresi “iş vuzuha kavuştu, aydınlandı” demektir. Araplar da aydınlığa kavuşan bir iş konusunda bu deyimi kullanırlar.
2-Dolunayın doğuşuyla karanlığın yarılması (aydınlanması) anlamında.
3-Gerçek anlamda ayın yarılması. Ancak burada da iki görüş vardır:
a-Kıyametin gelmesi üzerine ayın yarılacağı. Bu, Hasan Basrî’nin görüşüdür. O demiştir ki: “Ay, şayet peygamber zamanında yarılmış olsaydı onu görmeyen kimse kalmazdı [bize âhâd(tek) rivayetlerle gelmezdi]. Zira bu, mucizedir; mucize karşısında insanlar eşittir [yani herkes, istese de istemese de görürdü].
b-Cumhurun görüşü. Onlar bu ibareyi zahiri manada ele alırlar ve ayın gerçekten yarıldığını söylerler.
Bu mucize güya, Hz. Peygambere küfreden Ebu Cehl’e öfkelenerek Müslüman olan Peygamberimizin amcası Hz. Hamza’nın imanının güçlenmesi için vaki olan talebi üzerine veya müşriklerin bir talebi üzerine vuku bulmuştur.
İbn-i Mesud kaynaklı rivayet şöyledir: “Biz Mekke’de iken -Hz. Peygamber Medine’ye hicret etmeden önce- ayın ikiye yarıldığını gördüm: Bir parçası Ebu Kubeys (dağı), diğer parçası es-Suveyda (dağı) üzerinde. (Müşrikler) dediler ki: Ay büyülendi. Bunun üzerine ‘Kıyamet yaklaştı, ay yarıldı’ ayeti nazil oldu.”
Olay Buharî ve Müslim’de [Sahihayn’da] üç raviden gelmektedir: Abdullah b.Abbas, Enes b.Malik ve Abdullah b. Mesud. Olayın, hicretten 5 veya 6 yıl evvel vuku bulduğu hususunda ittifak olduğuna göre birinci ravi Abdullah b.Abbas henüz doğmamıştır. Bu ravi hicretten üç yıl önce doğmuştur. İkinci ravi Enes b. Malik Medine’de, 5-6 yaşlarında bir çocuktur. Hicret esnasında 10 yaşındadır. Bu durumda her iki ravi olayın tanığı olamazlar. Bu rivayetler sıhhat bakımından zayıftır. Üçüncü ravi Abdullah b. Mesud ilk Müslümanlardandır ve olaya şahit olabilecek yaş ve konumdadır. Hadisçilerin sıhhat kriterlerine uygun ve müsned tek hadis kalmaktadır: Abdullah b.Meus’ud rivayeti.
Bu durumda;
1-Lafzî tevatür sözkonusu değildir. Rivayet ahad hadis vasfındadır. Yani birden çok kişiden değil tek kişiden rivayet edilmiştir. Tevatür, bir rivayetin çok kişi tarafından nakli ve tekrarı değil, bir hadisenin çok kişiden rivayet edilmesidir. Yani ayın yarıldığını gören en az 10-15 kişiden rivayet varsa, buna tevatür demek mümkündür. Ayın yarıldığını söyleyen bir kişiden 50 kişinin rivayeti mütevatir değil, ahad hadistir. Yani tevatür kaynaklıkta çokluktur, nakilde/aktarımda değil. Tevatürün anlamı da “Duyumlarla kavranacak bir alanda yalan üzerinde ittifak etmeleri aklen caiz görülmeyen bir kalabalığın verdiği haberdir”şeklindedir.
2- Rivayetlerde çelişki vardır. Enes b. Malik rivayetinde müşriklerin ayet (mucize) talebi mevcutken diğer rivayetlerde böyle bir talep yoktur.
3-Sahihayn dışındaki Abdullah b.Mesud rivayetleri dikkatle tetkik edildiğinde İbni Mesud’un dağı ayın iki parçası arasında gördüğü, bir parçasının dağın ardına gizlendiğini gördüğü, bir parçasının dağın ardına bir parçasının berisine gizlendiğini gördüğü, Hira’yı ayın iki parçası arasında gördüğü gibi farklılıklara rastlanmaktadır. Ancak Mina’da veya Mekke’de (Mescidu’l-Haram’da) bulunan bir insanın, akşam saatlerinde yeni doğmuş bir dolunayı Hira istikametinde görmesi veya parçalanan ayın Hira’nın sağında-solunda yer aldığını iddia etmesi, coğrafî ve astronomik açıdan mümkün değildir. Meğer ki, bunun için, ekliptik yörüngeyi değiştiren ayrı bir mucize iddia ve ihdas edilsin.
4-Bu görüşe tarihte de itiraz edenler olmuştur. Mesela Mu’tezelî olduğu için dışlanan ve maalesef mebzul sayıdaki eserlerinden hemen hiçbiri günümüze kadar ulaşmayan Nazzam (ö.231/845) “İbnMes’ud ayın yarıldığını ve kendisinin de bunu gördüğünü iddia etti. Bu, apaçık bir yalan olduğunda kuşku duyulmayacak bir iddiadır. Çünkü Allah sadece Abdullah b. Mesud’un veya beraber oldukları başka birilerinin görmesi için ayı ikiye yarmaz. Bütün insanlar için bir ayet, peygamber için hüccet, kulları için bir dayatma ve bütün ülkeler için bir burhan olarak ayı yarar. İnsanların geneli bundan nasıl habersiz kalabildi? Bu olaya neden tarih düşürmediler? Neden bu olay şairlerin şiirlerine konu olmadı? Bu olaydan dolayı neden hiçbir kâfir Müslüman olmadı? Neden bu olayı bir Müslüman, bir kafire karşı argüman (hüccet) olarak kullanmadı?” demiştir.
5-İbn Mes’ud rivayeti sebebini bilemeyeceğimiz bir şekilde uydurulmuştur. Mucize olarak ay yarılmışsa, bu olayın vuku bulduğu tarihten sonra nazil olan sûrelerde müşriklerin mucize talepleri devam edip dururken, neden geçmişte vuku bulan bu mucize onlara hatırlatılmamış ve başlarına bir kakınç yapılmamıştır? Neden “ayın yarılması vuku bulduğu halde inandınız mı ki, hâlâ mucize istiyorsunuz?” şeklinde bir itabda bulunulmamıştır?
6-Allah, mucize isteyenleri, inanmadıkları takdirde azapla tehdit ve tecziye etmiştir. O azapların tabiat-üstü olmayan ama gelenekte mucize olarak telakki edilen olağandışı hadiseler olduğu anlaşılıyor. Bu cezalandırmalarda mucize, vuku bulan hadiselerin tabiat-üstülüğünde değil Allah’ın takdiri ve zamanlamasındadır. Yoksa bunlar, bizatihi Allah’ın ayeti olan tabiata mugayir hadiseler değildir. Allah’ın elbette tabiat-üstü hadiseler yaratması da onun şanındandır. Ancak Tevrat ve İncil’de mucize telakki edilen bazı olağandışı hadiselerin tabiat-üstü olmadığı bugün ispatlanmıştır ve Hikmet Zeyveli bu eserinde Mısır’daki mucizeleri muhtelif kaynakların yardımıyla mükemmel bir şekilde ihtisar ve izah etmiştir. Bu kitapta volkan patlaması, denizin yarılması, kayadan su fışkırması gibi olayların vukuuna müteveccih bir şüphe izharında bulunulmamış, ancak bunların mahiyeti bihakkın tetkik ve tayin edilmiştir.
7-Kur’an-ı Kerim’de ilgili ayetler tetkik edildiğinde net bir şekilde görülecektir ki müşriklerin mucize talepleri sert bir şekilde reddedilmiştir.
8-Bu “mucize”nin “Ay tutulması” olduğu şeklinde de bir görüş mevcuttur. Tarihte taraftar bulamamış bu görüşü, Siyer Kronolojisi gibi çarpıcı ve hacimli bir esere imza atan fizikçi-ilahiyatçı Mehmet Apaydın da savunmaktadır. Zeyveli, Apaydın’ın astronomik izahlarını ikna edici bulamamıştır.
9-Ahmed Haşim’in de akrabası olduğu rivayet edilen ve bunu bizim tevsik edemediğimiz büyük müfessir Alusî-ki kendisinden bahsedilen kimi eserlerden anladığımız kadarıyla bazı konularda akıllara durgunluk verecek derecede zekâ tezahürü tespitlerde bulunmakta, buna rağmen tefsirinin tercüme edileceğine dair bir bilgiye de henüz ıttıla kesbedilememektedir- diğer görüşleri reddedip ayın gerçekten yarıldığını kabul etmesine rağmen olayın mütevatir olduğunda ittifak edilmemesinden dolayı “Ay”ın Hz. Peygamber zamanında gerçekten yarıldığına inanmayan birinin kâfir olmayacağını yazmıştır.
10-Ay’ın yarılması hususundaki cumhur [çoğunluk] görüşü birbirinden bağımsız olarak varılan kanaatler ittifakı değil, birbirinden yapılan nakillerin nesilden nesile geçmesiyle meydana gelmiş taklidler ittifakıdır. Zincirleme nakillerle oluşan sözbirliğinin tevatür anlamında kabul edilmesi düşünülemez.
GAYB
Peşinen söylemek gerekir ki, İslam tarihinde gayb meselesi, Hz. Peygamberden ziyade şeyh ve evliya olduklarına inanılan insanların durumlarını meşrulaştırma aracı olarak inanç esası haline getirilmiş bir olgudur.
Gayb, vasıtalı veya vasıtasız, duyularımızla ulaşamadığımız ve ilmî birikimimizle ihata edemediğimiz [kavrayamadığımız] alana denir. Gayb sahasının zıddı müşahede [gözlem] sahasıdır. Gayb, mutlak ve nisbî olarak ikiye ayrılır. Beşer imkân ve kabiliyetiyle dünyada hiçbir zaman ihata edilemeyen, Allah’ın zatının ve meleklerin mahiyeti, kıyamet, ahiret, cennet-cehennem ahvali mutlak gayba taalluk eder. İzafî gayb ise zaman, mekân, imkân ve kabiliyet farklarından dolayı ihatası ve ulaşılması kişiden kişiye değişen sahadır. Mesela doğumdan önce çocuğun cinsiyeti vahyin nazil olduğu Mekke toplumu için bilinemezken günümüzde bilinir haldedir. Meteorolojik veriler de böyledir. Bunlar artık gayb olmaktan çıkmıştır.
Gayb, mazi, hal ve istikbal için mevzu olabilir. Kur’an’da ihata edilebilir, imkân ve vasıta ile ulaşılabilir değilse bunu ancak Allah bilir ve vahiyle bildirir. Hz. Peygamber, beşer imkân ve vasıtalarıyla öğrenemediği gayb bilgisine ancak ayetle bildirilmişse muttali olur.
Hz.Peygamberin gaybı bilmediğine dair en kuvvetli deliller arasında onun Mekke müşriklerinin durumunu rapor etmesi için istihbaratçı tutmasını ve münafıkların sureta samimî hal ve beyanlarının hilafına kötü niyetli olduklarının ayetle ifşa edilerek haberdar edilmesini zikredebiliriz. Çünkü Cenab-ı Hak, Kur’an’da “Çevrenizdeki bedevilerden ve Medine halkından nifak üzerinde direnen münafıklar vardır. Sen onları bilmezsin, onları Biz biliriz” buyurmaktadır.
Daha da dikkat çekici olanı, Mureysî Gazvesi dönüşünde Hz. Aişe annemize ifk [zina iftirası] yapılmış, ancak geleneğimizde gayba dair hemen her şeyi bilen beşer ve tabiat üstü bir varlık olarak tasvir ve kabul edilen Hz. Peygamber, dedikoduları kati bir surette tekzib edememiş, çaresizlik içinde ashabıyla istişarede bulunmuş, hatta Aişe annemizi babası Ebubekir’in evine göndermiştir. Uzun müddet devam eden bu fecî ve ıstıraplı hal içinde, Hz. Peygamber, birgün kederinden hasta yatmakta olan eşine “Ey Aişe, senin hakkında bana şöyle şöyle haberler ulaştı. Eğer sen günahsız isen, Allah seni temize çıkaracaktır. Yok, eğer bir günaha bulaştı isen, Allah’tan mağfiret dile ve O’na tevbe et” demiştir. Şayet Peygamber efendimiz gaybı bilseydi, hem kendisi hem de Hz. Aişe bu kadar perişan olur muydu? Bir peygamber eşinin zina iftirasına uğramasının ağırlığı, bu ağırlığın derece ve şiddeti bugün bile beşer takatinin hayli fevkinde bir tahammül edilmezlikte olmalıdır.
Sonraki gelişmeler ise daha da çarpıcıdır. Hz. Aişe, masumiyetinin vahiy ile bildirilmesi üzerine şaşırmış, kendisini vahye konu olacak önemde görmediği için masumiyetinin rüya ile bildirileceğini zann ve temenni etmiştir. İstitrad olarak söylersek, kendisi -metluv [tilavet edilen] vahiy yerine alternatif olarak gayrimetluv [tilavet edilmeyen] bir vahiy değil- “sadık bir rüya” beklentisi içindedir. Bu durum metluv, yani iki kapak arasındaki vahiy haricinde bir vahiy olmadığına da bir delildir.
Peygamberimizin gaybı bilmediğine dair bir diğer güçlü delil de “Dırar Mescidi”dir. Medine’nin Kuba yakınlarındaki bir banliyösünde oturan Münafıklar, Hicretin 9.senesinde Tebük seferinden evvel Peygamberimize gelerek Peygamber Mescidi’ne gelişin zorlaştığı soğuk ve yağmurlu günlerde namaz kılmak için bir mescid inşa ettiklerini, Resulullah’ın da gelip ilk namazı kılarak burayı meşrulaştırmasını istemişlerdir. Geleneğin nerdeyse mazi, hal ve istikbaldeki her şeyi bilir şekilde tasvir ettiği Hz. Peygamber de münafıkların niyetinden haberdar olmadığı için haliyle bu teklifi kabul etmiştir. Oysa münafıkların niyeti ve gayesi bir klik oluşturmak, Müslümanları küfre, nifaka ve zarara düşürmektir; Hz. Peygamber bu durumu ancak vahiyle öğrenmiştir. İlgili ayetler şu şekildedir: “Zarar vermek, küfretmek, mü’minlerin arasını ayırmak ve daha önce Allah’a ve Resulüne karşı savaşanı gözetlemek için mescid edinenler ve ‘biz iyilikten başka bir şey istemedik’ diye yemin edenler (var ya), Allah onların şüphesiz yalancı olduklarına şahitlik etmektedir. Sen o (mescid)de asla (namaza) durma. Daha ilk gününden takva temeli üzerine kurulan mescid (Kuba Mescidi) senin kıyamına (namaz kılmana) daha layıktır; onda, arınmayı içten arzulayan insanlar var. Allah arınanları sever” (9/107-108). Bu ayetten sonra Hz. Peygamber birkaç sahabeyi oraya göndererek bu nifak yuvasını yıktırmıştır.
Tebük seferinde devesini kaybeden ve onu beşerî usullerle arayan Hz. Peygamber için bir münafık “kendisinin peygamber olduğunu ve gökten haberler aldığını söyleyen bir adam, devesinin yerini bilmiyor, hayret!” demektedir.
Hz. Peygamberin gaybı bilmediği her ne kadar muhakkak, münakaşa mevzu olmayacak kadar kat’î ise de bir misal daha vermek faydadan hâlî (boş) olmayacaktır.
Malum, Hz. Peygamber, aynı zamanda ululemr, yani devlet ve cemaat reisi olduğu için kaza[yargı] merciinin de en başıdır. Hz. Peygamber, gaybı bilmediği için haliyle haksız bir karar vermekten çok endişe etmektedir ve bu sebeple Müslümanlara şu hayatî ve ahlakî ikazı yapmaktadır: “Ben ancak bir beşerim. Ve siz, bazı davalarla bana geliyorsunuz. Mümkündür ki, bazınız (haksız olduğu halde) savunmasını (karşı taraftan) daha iyi yapabilir ve ben de dinlediklerime dayanarak (isabetsiz) bir hüküm verebilirim. Böyle bir durumda, kardeşinin hakkından kendi lehine bir şeye hükmettiğim (haksız) bir kimse, sakın onu almasın. Çünkü kendi lehine hükmettiğim (gerçekte) onun için ateşten bir parçadır” (Bu hadis Muvatta, Buharî ve Müslim’de geçmektedir).İstitrad [söz arasına girmek] kabilinden söylemek gerekirse bu hadis bugün Müslümanlara en lazım olan bir ilkeyi ihtiva ve ihtar etmektedir. Hiçbir Müslüman kanunların boşluğundan veya müdafaa zafiyetinden istifade ile hak yemeye çalışmamalıdır. Aldığı yüklü miktarda bir borcu bu borç ilişkisi sırf yazılı usule tabi tutulmadığı için inkâr eden bir Müslüman kendisi aleyhine açılan bir davada yemin de ettiği takdirde davayı kazanacaktır. Ancak ahiret ve cehennem azabı inancı olan bir Müslüman böyle bir inkâra teşebbüs ve cesaret etmeyecektir.
Hikmet Zeyveli, İmam Ebu Hanife’nin konu ile ilgili bir görüşüne de yer vermektedir: “Kalplerde olanı Allah’tan veya Allah’ın kendisine vahyettiği bir peygamberden başkası bilemez. Vahiy olmadan, kalblerde bulunanı bildiğini iddia eden, Âlemlerin Rabbinin ilmine sahip olduğunu iddia etmiş olur. Kalblerde ve hariçte, Allah’ın bildiğini kendisinin de bildiği iddiasında bulunan kimse büyük bir cürüm işlemiş, cehennem ve küfrü hak etmiş olur.”
Kendi yaşadığı dönemde vuku bulan gaybî hadiseleri bilmeyen Hz. Peygamberin geleceğe dair gaybı bilmesi evleviyetle[haydi haydi] zaittir. “De ki…Ve ben gaybı bilmem” şeklinde pek çok ayetle bu husus net bir şekilde ifade edilmektedir. Yani peygamberimiz vahiyle bildirilmediği müddetçe hem yaşadığı dönemdeki dünya hayatına ait geleceği hem de ahreti bilmemektedir. Bu sebeple peygamberimiz vefat etmiş bazı sahabinin imanına şahit olduğunu ancak ahretine kefil olmadığını sadece o sahabe hakkında hayır ümit ettiğini ifade etmiştir. Çünkü peygamberimiz “Vallahi ben peygamber olduğum halde, bana ve size ne yapılacağını bilmem” demektedir [bkz. Buhari, K.91,B.27]. Hatta öyle ki, Peygamberimiz Uhud şehitleri için “Bunların lehinde [Allah katında] şehadet ederim” deyince Hz. Ebubekir “Ey Allah’ın Resulü, biz de onların kardeşleri değil miyiz?” diye sorar, bunun üzerine Hz. Peygamber de “Doğru, fakat benden sonra neler yapacağınızı bilmiyorum ki” diye cevap verir[bkz. Malik, Muvatta, K.2, B.14, nr.32]. Yeri gelmişken naçizane ilave edelim ki, Peygamberimiz şayet gaybı bilseydi vefatından sonra birbirini hunharane şekilde katledecek, vahşet derecesinde kıtal ve katliam günahına düçar olacak ashabını etrafına toplar, isim vererek “ey filancalar, sen, sen, sen…Benim ahirete irtihalimden sonra birbirinize kılıç çekeceksiniz, sakın ola bunu yapmayın, yoksa ahiretinizi tehlikeye atarsınız” diye sert ve şedit bir ikazda bulunurdu. Fakat ilerleyen zamanlarda kanlı boğuşmaların tarumar ettiği İslam topraklarının hazin vaziyeti çok sayıda rivayetin uydurulmasına yol açmıştır. Bu rivayetlerin bihakkın gözden geçirilmesi gerekmektedir ve Zeyveli’nin kitabı bu yolda atılmış çok ciddî bir adımdır. Sünnet ve hadislere merbutiyeti müsellem birinin geleneğe ve hadis külliyatına istinaden rivayet ve gelenek tenkidine girişmesi ilgi ile ve yakinen takip edilmesi elzem bir gayret ve ameliyedir.
Zeyveli, gaybî ihbarlara dair malzemelerin büyük bir kısmının geç dönemde yazılmış eserlerde yer aldığını, geriye doğru gidildikçe bu eserlerin daha az mübalağalı ve mucizevî haberler ihtiva ettiğini pek doğru bir şekilde tespit ve ifade etmektedir. Zeyveli hem muhteva hem de adet olarak Nuaym, Beyhakî ve Taberanî’nin eserlerindeki mübalağalı ve mucizevî rivayetlerin Buharî veya Müslim’in eserlerinden çok olduğunu söylemekte ve Şiblî Numanî’nin bu vadideki “Bundan da anlaşılıyor ki tahkikat ne derece ta’mik olunursa[derinleştirilirse] mübalağalı hadislerin adedi o kadar azalır” tespitine atıfta bulunmaktadır.
Zeyveli üstadın da benzer şekilde tespit ve ifade ettiği üzere, Hz. Peygamberin gaybı bildiğine dair bila-istisna hepsi uydurma ya da eksik, hatalı, mübalağalı aktarma olan rivayetlerin arka planında Hz. Peygambere Kur’an hilafına yüce bir mevki ve mertebe tayini gayreti mevcuttur. Bu, fart-ı muhabbet tavrı ve telakkisinden öte bir durumdur. Bu gayrete göre Hz. Muhammed sadece son peygamber değildir; en kıymetli, en fazıl, en zeki, en kahraman, en âlim, en kuvvetli bir peygamberdir. Son peygamber olmak, tüm yüceliklerin, şan ve şerefin, imtiyazın temerküzü ve cem’ine de sebeptir. Hâşâ iş kimi zaman öyle bir raddeye getirilmiş ki Peygamber efendimizin cinsel gücü bile emsali na-mesbuk bir imtiyaz olarak dillendirilmiştir. Bilhassa sonradan Müslüman olmuş toplumların da katkısıyla Hz. Peygamber, yerde değil gökte olan, beşer-üstü bir varlık olarak mütalaa edilmiştir. Vahyin nazil olduğu dönemdeki insanların peygamber algısında da bu vardır; çarşıda-pazarda dolaşan, yiyen-içen bir peygamber, insanlar için sanki biraz basit, sıradan telakki edilmektedir ancak Kur’an bu telakkiyi kınamaktadır. İlginçtir, Kur’an bu algıyı kınarken Mekke’nin fethinden sonra heyet göndererek Hz. Peygambere bey’at edip Müslüman olan Bahreynli Abdu’l-Kays kabilesi, Resulullah’ın vefat haberini aldıktan sonra “Eğer Muhammed peygamber olsaydı ölmezdi” diyerek irtidat etmiş, yani dinden çıkmıştır. Gariptir, kimi tasavvuf ve tarikat çevrelerinde de Hz. Peygamber’in ölmediği, canlılara tasarrufta bulunmaya devam ettiği inancı yaygındır.
Peki, bu kadar çok gaybî haberin uydurulması ne ile açıklanmalıdır? Bu rivayetlerde hiç doğruluk payı yok mudur? Şüphesiz ki gaybî haber ve rivayetlerin çoğunda Hz. Peygambere izafe edilir bir cihet mevcuttur. Ancak bunlar zamanla aslî halini kaybetmiş ve gaybî bir mahiyet kazanmıştır. Geriye kalanların bir kısmı hepten uydurma, bir kısmı da ilgili bulunduğu hadisenin şahidi durumundaki bir kimsenin sözü iken Resulullah’a izafe edilen sözlerdir. Ebu Hüreyre’ye isnad edilen ve Buharî’nin de rivayet ettiği “Siz Türklerle savaşmadıkça [Kıyamet] saati gelmez” hadisi şeksiz-şüphesiz ve hepten uydurmadır. Çünkü Emeviler döneminde Türklerle savaşılmış ve kıyamet de kopmamıştır. Türklerin İslamiyet’i kabul etmeleri bile bu hadisin nasıl bir uydurma olduğuna delildir.
Peygamberimizin hayattayken Haricilerin geleceğini haber verdiği ve onları adeta lanetlediği şeklindeki hadis de yine uydurma olmasına rağmen onda doğru bir öz vardır. Bu hadiste Hz. Peygambere nispeti mümkün bir cihet, öz mevcuttur ancak, Hz. Ali’yi ve onun Haricî katliamını mazur göstermek için öze ilave ve tasarruf söz konusudur. Hz. Ali, Nehrevan’da bir rivayete göre 4 bin Hariciyi kılıçtan geçirtmiştir. Bu, büyük bir katliamdır [Zeyveli kitlesel imha tabirini kullanmaktadır] ve yine rivayetlere göre Hz. Aişe dâhil pek çok kişi, ilk etapta bunu kınamışlardır. İşte bu durumu mazur göstermek için mevcut bir öze ilave edilmiş, özle oynanmış ve vak’a gaybî bir mahiyet kazanmıştır.
Başkasına ait olup da Hz. Peygambere nisbet edilen söze misal olarak da şunu gösterir Zeyveli: “Resulullah(s) buyurdu ki: ‘Fitneler vuku bulacak. O fitnelerde oturan, ayakta durandan; ayakta duran, yürüyenden; yürüyen, koşandan daha hayırlı bir konumdadır. Kim onlara [fitnelere] doğru giderse helakle karşılaşır. Onlardan bir melce veya kurtuluş yolu bulabilen hemen sığınsın.” Bu rivayet, bazı tarih kitaplarında yakın muhteva ile Ebu Musa el-Eş’ârî’ye atfedilmektedir. Şöyle ki, Hz. Ali, ileride Cemel olarak anılacak savaşa hazırlanırken, oğlu Hasan ile Ammar bin Yasir’i asker devşirmek için Kûfe’ye gönderir. Kûfe halkı da bir süre önce Hz. Ali tarafından azledilen eski valileri Eşari’nin görüşüne başvurur. Ebu Musa, ötedenberi Hz. Ali’nin hazırlıklarının çok vahim neticeler [fitneler] doğuracağına inanmaktadır. Bu sebeple mescitte Kûfe halkına şöyle hitap eder: “Ey insanlar, beni dinleyin!..Bu, sonu nereye varacağı belli olmayan bir fitnedir. Kılıçlarınızı köreltin, mızraklarınızın demirlerini atın, yaylarınızı kırın ve evlerinizin köşelerine çekilin. Ey insanlar! Bu fitnede uyuyan ayaktakinden, ayaktaki koşandan…daha hayırlı bir konumdadır.” Ebu Musa bu konuşmayı yaparken Hasan ve Ammar konuşmaya müdahalede bulunup Ebu Musa’yı alaşağı ettikten sonra minbere çıkıp halkı orduya katılmaya davet etmişlerdir.
Hazindir, Hz. Peygamberin gayb karşısında durumu bahsettiğimiz gibiyken kendilerini şeyh, evliya olarak tanıtan veya böyle tanıtılan insanların gaybı bildikleri, hatta mezarda dahi tasarrufta bulundukları iddiası, sanki iman esası halini almıştır. Mezkûr hurafelere göre bu şahıslar peygamberden bile üstte, adeta yarı-ilah bir konumdadır. Daha da hazini, bu hurafelere ve şahıslara inanacak her yaşta, muhitte, meslekte, mevki-makamda, mezhepte, meşrepte ve tahsilde insanlara rastlanmasıdır.
Hasılı gabya dair rivayetlerin senet ve metin bakımından sahihliği net değildir. “Sübut ve delaleti kat’i olmayan bu kabil rivayetleri delil alarak, subûtu ve delaleti kat’i olan Kur’an ayetlerinin zahirine aykırı akide oluşturmanın ilmî ve İslamî bir yönü olmasa gerektir. Her biri teker teker zannî bir karakter taşıyan rivayetlerin yüzlercesi bir araya getirilse-hele itikadî konularda- yine de kat’i bir nâs niteliğinde görülemez.”
Son olarak şunu vurgulamakta fayda var: Kur’an-Sünnet ilişkisi ve uyumunda çok dikkatli olunmalıdır. Sünnet’i Kur’an’ın önüne geçirme, Kur’an’ı Sünnet’e tabi kılma söylemi çerçevesi ve hududu çok iyi tayin edilmesi gerekli bir sözdür. Kur’an’ın vahiy olduğuna ashab, ilmî ve aklî delillerden ziyade emin sıfatını haiz Peygamberimize itimat ile inandı. Bu bakımdan Kur’an ve vahiy peygambersiz mütalaa edilemez. Sünnet, peygamberimizin Kur’an merkezli yaşayışıdır. Hadisler, Sünnet’in karşılığı değil, bir parçası, bir unsurudur. Hadis ile rivayet aynı şey değildir. Şayet hadisleri merkeze alarak Sünnet’i Kur’an’ın önüne geçirirsek mucize ve gayb rivayetlerini sahih addedip Kur’an’ı vahiy gayesine mugayir bir kitap haline getiririz. Miyar ve mizan her zaman Kur’an ve onun mesajı olmalıdır. Ebu Hüreyre’yi kurtarmak adına onun kaynaklık yaptığı ve Türkleri kıyamet alameti addeden rivayetleri sahih kabul edersek Kur’an’ı Sünnet’e göre anlamış olmaz, bilakis onun mana ve mesajını tahrif etmiş oluruz.
Not: Evliyaullah Allah dostu demektir. Yani Kur’an’a ve Sünnet’e uygun inanan, düşünen, yaşayan ve Allah yolunda hizmet eden insan demektir. Tek keramet budur. Hikmet Zeyveli’nin bu kitabı mahza bir keramettir. Bu kerametten sair “Allah dostları”nın istifade etmeleri umulur.
İsmail Küçükkılınç