1994 yılı Haziran ayında İktibas’ın 186’ıncı sayısında ilk bölümü yayınlanan söyleşi, 24 Ocak 1995 tarihinde Özkan’ın vefatı ile 193. sayıda sona ermişti.
Ercümend Özkan’ın müddet-i hayatı içinde ancak 32 sorusunu yanıtlayabildiği işte o röportaj:
Soru 1 — Hayatınız düz bir çizgi değil. Bunu bilen, biliyor. Hırçın, inatçı ama neş’e dolu bir insansınız. Bir başka söyleyişle, kendi içine sığmayan, durgun bir göl olmaya asla razı olmayan, ovadan ovaya, dağdan dağa fakat yatağından taşmadan akan coşkulu, öfkeli, ödünsüz bir ırmak gibisiniz. Yaşıtlarınızdan emsalini göremediğimiz barışçıl bir kavgacısınız.
Ölüm kaç defa ciddi anlamda kapınıza gelip dayandı. Ama siz soyut mağaralar oluşturup içine kapanmadınız. Göçmen kuşları gibi, müjdeci güvercinler gibi, avını arayan şahinler gibi hâlâ uçup duruyorsunuz.
Sizce nedir ölüm? Gerçekten soğuk, yabanıl, egzotik bir fenomen midir? “Ölen bedendir, ruh ölmez” ikilemine ne diyorsunuz?
Ercümend Özkan: Aynı istikamete doğru seyreden bir aracın yerin engebeli oluşundan ötürü zaman zaman görünmez olup, zaman zaman giderek gözden uzaklaşsa da gidişini sürdürdüğü gibi doğruya doğru seyrim hiç duraksamadan devam etti ve ediyor, gördüğünüz, bildiğiniz gibi… Buna da sanıyorum ‘hayatınız düz bir çizgi değil’ deyimi kullanılmaz. Olaylardan mücerret, eşyadan soyutlanmış, yaradanı ile alakası bulunmayan bir varlık değildir ki insan tek düzelik onun için kaçınılmaz bir olgu olsun. Aynı yöne doğru seyreden bir aracın zaman zaman yolun yapısı gereği rampalar, yokuşlar çıkışı, zaman zaman inişlerde, vitesi boşa alarak seyretmesi gibi bir olay düz olmamakla nitelendirilemez.
Hırçın değil, kaynayan, fıkırdayan, fıkır fıkır sevecen ve her türlü varlıkla güzel ilişkiler kurabilen biriyim. Beni ben yapan ana özelliğim ise olsa olsa güzeli, doğruyu sever ve ona ulaşmak için her şeyi göze alır oluşumdur denilse yeridir. Biliyor musunuz ki ben henüz 9-10 yaşlarında iken bir-iki yaş küçük, birkaç yaş büyük emsalimiz sayılacak çocuklarla Mucur’da, İsmet İnönü’nün jandarma hakimiyetiyle kimselere soluk aldırmadığı yıllarda 1947-48’lerde mahallemizin çeşmesinden su almaya gelen gelin ve kızlara laf atan jandarmaları tedib için aramızda bir örgüt kurmuş ve yaşımıza da bakmadan zaten sayısı 10-12’leri geçmeyen ve teker teker kasaba dışındaki cezaevine nöbete giderken bağlar-bahçeler arasından geçmek zorunda bulunan bu jandarmaların kafalarına çuvalları geçirmiş ve eşşekler sudan gelene kadar dayaklar atmıştık. Bu örgütümüzün sonradan öğrendiğim meşhur “hılful fudul”a ne kadar benzediğini yıllar sonra İslam’ı ana babadan öğrendiklerimizden değil, kitablardan öğrenmeye başladığımızda öğrenmiştim. Hilkatimiz gereği ırzımızı ‘İsmet Paşa’nın jandarmalarından’ korumaya yönelik bir örgütlenme idi bu. Jandarmaları bu işten vazgeçirene, su almaya giden gelin ve kızlara laf atmaktan alıkoyana kadar da sürdürmüştük. Faili meçhul bir ırz koruma örgütü idi sanki bu. O devirler bir tek jandarmanın koca bir köyün ahalisini önüne katıp Mucur’a getiren ve at tavlasına kapattığı yıllardı. Hikayesini duyanlar olmuştur; şöyle anlatılırdı. Günün birinde köylerimizden birine bir kaymakam gelmiş. Muhtar başta olmak üzere bütün köylü atla köye gelen Kaymakam’ın yanında toplanmışlar. Lakin o güne kadar kaymakam görmeyen, hatta işgal kuvvetleri askeri gibi hükümetler tarafından kullanılan yine bu memleketin evlatları jandarmalara tanınan hadsiz hesapsız yetkilerle köylüye etmediğini bırakmayan ve susta durduran jandarmalarla, Kaymakam arasındaki mulayemet farkına bakarak Muhtarın veya güngörmüş bir köylünün Kaymakam’a “Ne kadar okudun da kaymakam oldun?” diye sormasının ardından “Keşke biraz daha okusan da jandarma olsaydın!.” dediğini anlatırlar köylerimizde… Bu köylerden ve köylülerden hiçbirinin de bir ‘Kürt’ köyü olmadığını, zira Mucur’da ilaç için bile bir tek Kürt bulunmadığını, Kürtçülüğü de, Türkçülüğü de bir marifet sayan kardeşlerimizin kulaklarında kalsın için anlatıyoruz. Türkiye Cumhuriyeti, kendi halkına karşı, halktan topladığı askeri-jandarmasından diğer sınıflarına kadar tümünü-kendi milletine karşı işgal kuvvetleri askeri gibi kullanmasıyla tanınmış, kendi halkını sindirmek için elinden geleni yapmış, düşünceyi ‘idam etmiş’ bir hükümet olarak kuruldu ve ilk onbeş sene ile, onu takib eden 12 yıl boyunca bu niteliğinden eksilmedi, arttı. Tam tamına 27 yıl boyunca (1920-1950 arası) Stalin’in Rusya’sından baskı uygulamasında fazla farkı bulunmadığını bilenler, o dönemleri eleştiri dışında bırakabilmek için çiftçi mallarını koruma kanunu cinsinden filan kişiyi koruma kanunları çıkardılar. Hem de kimler çıkardı biliyor musunuz? Başbakanken hovardalığı dillere destan olan, öldükten (öldürüldükten) sonra da başımıza ‘evliya’ kesilen Adnan Menderes’in ezici çoğunluğa sahib olarak, kendinden öncekilerin yerine halef olan Demokrat Parti hükümeti çıkardı bu ‘koruma’ kanununu… Hem her türlü haltı yiyeceksiniz, hem de halt yediğinizden bahsedenleri, yediğiniz haltları dile getirmek isteyenleri cezalandırmak için kanun çıkaracaksınız. Böylesi bir şey herhalde Sovyet Rusya’sı ile Türkiye Cumhuriyetinde görülebilen bir şey olmalı..
Meşhur bir siyaset bilimcinin dediği gibi “Bir ülke yabancı kültür etkisine girmiş ve kendi dünya görüşünden uzaklaşmış, ona güveni kalmamışsa artık o ülkenin sömürüldüğünü kimse farkedemez. Bu sömürü süreklilik kazanır ve kimse bu devamlılığı farkedemez.” diyor. Atatürk’ün, İttihatçıları takibeden ve onlardaki İslam unsurlarının bir dirhemini bile bırakmayan uygulamaları bu ülkeyi içinden çıkılmaz durumlara getirdi ve bu hal giderek ivme kazanıyor. Şu içinde yaşadığımız günleri düşünmeniz yeterlidir.
Sorunuzun biraz dışına çıkar gibi oldu isek de tanınmamda önemli ipuçları niteliği taşıyacak yaptıklarımı ve gözlemlerimi aktarmakta, okuyucuyu aydınlatmak açısından zaruret gördüm.
Evet, gerçekten kendi içine sığmayan, kalıbı kendine küçük gelen bir tab’ın, bir fıtratın sahibi olduğum hep söylendi küçük yaşlarımdan beri… Hayatta haset nedir tanımadım, tatmadım. Yanımdakilerde gördüm ama kendimde zerresine rastlamadım. Herkes için istedim kendim için istediklerimi, herkesin iyi olmasını, birlikte iyi olmayı istedim durdum. Geride bıraktığım 57 yıl da bunun romanıdır diyebiliriz.
Dünyada insanları biri diğerine nisbetle nisbetsiz bulduğum oranda da olsa iki ana kategoride gördüm. Birincisi, dünyanın bütün işlerini bitirmeyi sanki kendilerine görev vermişler gibi yaşamaya çalışanlar, ikinci ve ezici çoğunluğu ise kendilerine şu dünyada hiçbir iş verilmemiş gibi yaşamayı yaşam sayan ve sananlar. Tabii ki çok genel iki kategoriye ayırdığım bu insanlar kendi aralarında belki binlerce çeşitle çeşitlendirilebilir, bir hiyerarşiye, bir sıraya konulabilir.
Yukarıda da söylediğim olayı gerçekleştiren Mucurlu çocukluk arkadaşlarımızdan kimileri dünya değiştirdi. Kimileri ise hâlâ bu satırları okuyacak sağlığa sahip olarak yaşamlarını sürdürüyor.
Hayatımda kimselere küsmedim, kırıldım, üzüldüm lakin asla küsmedim, küsemedim. Kendime küsmek gibi algıladım başkalarına küsmeyi ve ilişki kesmeyi…
Evet ölüm kaç defa, evet hem de kaç defa… En sonuncu ikisi de 94 Şubatında hastanede tedavi gördüğüm sırada oldu, kapıma gelip dayandı sizin deyiminizle. Benim deyimimle de “Ahirete gidip geldim son bir ay içinde hem de iki defa… Şaka ile diyorum ki kapıda bekleyenin listesinde adım yazılı olmadığından geri çevirdiler diyorum. Ölümü hem önemsiyor, hem çok ciddiye alıyorum. Lakin inanınız ki yaşamak kadar önemseyemiyorum. Zira amacı bulunan bir yaşamın ölümden iyi olduğunu düşündüm durdum hep. Hatta istiyorum ki sağlıklı olmak kaydı ile mümkün olsa idi iki asır daha yaşamak isterdim. Zira Allah’ın kullarına bir şeyler vermek, vermeye çalışmak, Allah’ı razı ederken kullarını da razı etmek, kullarını razı ederken Allah’ı da razı etmek kadar bir taşla vurulabilen iki kuş olur mu ki bu kuşlar kuşların en büyükleridir. Bir lahzanızı boşa geçirmemek, iş değiştirerek dinlenmek, boş kalmayı amaçsız kalmak gibi görmek hayatımın tümünü kapsadı desem yeridir.
Şayet ölümden korkup, soyut mağaralar gibi mekanlar oluşturup içine kapanacak olsaydım işte o zaman ölürdüm. Amaçsız bir yaşamın anlamı olmadığından başka bir şey düşünmedim hiç. Hele de eşi-menendi bulunmayan Allah’ı razı etmek gibi bir amacın sahibi bulunmak, kullar için ne yapsa âlâsını bulamayacağı bir amaçtır. Yaşanmaya değmez mi böylesi bir amaç için. Ölmeye değmez mi böylesi bir yaşam için!
Sizce nedir ölüm diyorsunuz? Ölüm, bizleri yaradanın buyurduğu gibi cesetlerimizin ölmesi, hayatiyetinin sona ermesi ve ruhumuzun bir başka beden içinde bütün insanların -inanan inanmayan hepsi dahil- yeniden diriltileceği güne kadar Allah’ın bildiği mekanda bekletilmesi olayıdır. Ki ne müddet yattıklarını, kabirlerde yatırıldıklarını hatırlayamayan bu insanların birbirleriyle konuşmalarından örnekler veren Allah kitabında “Bir kısmı bir gün yattık, diğer bir kısmının da bunlara hem cevap hem de itirazen hayır daha az kaldık, kabirlerimizde yatırıldık” dedikleri günlerdir. Evet ölüm bir gerçektir, lakin yalnız beden için toprak olmadır. O’ndan gelenlerin O’na dönüşünün adıdır. Ne egzotiktir, ne bir yok olmadır. Ne de anlamsız bir şeydir. Yaradanın gücünün belirtilerin(ayetlerden)dendir. Zaten Allah olmasa ve bilinçsiz bir şeyin sonucu yaşıyor olsa idik ancak ölmenin de yeniden dirilmenin de bir anlamı olmazdı, olamazdı. Her şeyin en ince bir şekilde hesaplanıp, yoktan var edildiği ve O’nun dilediği gibi cereyan ettiği bir kainatta yaşıyoruz. Bu yüzden yaşamamız bir anlam ifade ediyor. Aksi halde vaktiyle ‘Dehrî’lerin, dünlerde de marksistlerin söylediği ve sandığı gibi bizi ne ‘zaman’ denilen Allah’sız anlaşılması imkansız bir olgu, ne de varlığı vacib (spontane) sanılan ‘madde’ yaratmış değildir. Zira tabiatları itibariyle zaman da, madde de yaratılmaya muhtaç şeyler olup, yaratıcı olabilmeleri tabiatlarına aykırıdır.
Sorunuzun cevabı çok daha geniş verilebilir. Lakin bir röportaj sınırları içinde kalmaya çalışarak cevapladığımızdan bu kadarla yetindim.
Soru 2 — “İnsan bildiklerinin toplamıdır” denilmiş. Ne kadar biliyorsak o kadarız. Nedeni genelde insanlar birilerinin izdeşi olmayı seçmiş. Kendi kendisinin efendisi olmak bu kadar zor bir şey midir?
Ercümend Özkan: İnsan bildiklerinin toplamıdır sözünü kim söylemiş ise eksik söylemiş. İnsan bildiklerinden yapabildiklerinin toplamıdır denilse daha isabet edilmiş olurdu. Nâfî bilginin insanı insan eden esas unsur olduğu gözden kaçırılmadan konuya bakılırsa bizim tamamlama ve yeniden tarif etme ihtiyacını duyduğumuz tanım daha kapsamlı ve geçerli görünmektedir.
Ne kadar biliyorsak o kadarız değil; bildiklerimizden yaptıklarımız kadarız demeyi de bu bağlamda daha doğru buluyoruz.
İnsanların ezici çoğunluğu orta hilkattedir. Pek azı ortanın üstünde ve yine pek azı onun da üstündedir. Elbette analarımızın karnından bir şey bilmez halde çıkarıldık. Lâkin anamızın kucağından başlayarak edindiğimiz bilgiler, bunların eğriliği-doğruluğu ve hayatımıza geçirilmişliği, kazandığımız kişiliğin oluşmasını sağlamaktadır. Efendi, hükmeden anlamına söyleniyorsa -ki biz öyle anlıyoruz- ve efendisiz yapılamıyorsa insan için en iyi efendi Allah’tır. Onu yaratan ve her şeyini yaratandır. İnsanlar çok daha az şey borçlu bulunduklarını efendi edindiklerine göre, her şeylerini borçlu bulunduklarını efendi edinmekten daha isabetlisi ne olabilir!
Kendine özgü olabilmek gayret isteyen, muhakeme isteyen, kendini eleştirmeyi isteyen velhasıl öncelikle kendine özgü olabilmeyi istemekle mümkündür. İsteyeceksiniz, isteğiniz istikametinde gayret göstereceksiniz ve alacağınız sonuç kişiliğinizi oluşturacaktır. Herhangi bir olay, herhangi bir dış tesir sizin kişiliğinizi oluşturmakta bizatihi bir rol oynamayacak, yalnızca kendiniz olmayı hedefleyeceksiniz.
İnsan kişiliğini düşüren şey onun düşük değerleri gerçek değer ve sürekli değer sanması ve bu düşük değerlere bağlanmasının sonucudur. Şayet yüksek değerlere sahiplenir ve bu değerleri kişiliğinizin oluşmasında inşa malzemesi olarak kullanırsanız bu takdirde ortaya kendini yaratandan başkasına kul olmayı aşağılık sayan onurlu bir kişilik çıkacaktır. Bu seçimi yapmakta başkalarının tavsiyeleri olabilir, insanın bu tavsiyelerin doğrularına kulak vermesi kadar doğal bir şey de yoktur. Başkalarını dinlemek, başkalarına kulak vermek herhalde kişiliksizlik demek değildir. Bilakis başkalarındaki doğrularla kendindeki doğruları birbirine ilave etme imkanı kazandırır. Böylesi bir hal başkasının kulu olmak anlamına gelmez.
Bütün mes’ele tercihinizle ilgilidir. Zira insan seçtiklerinin ürünüdür. Mevki, makam, menfaat, şehvet, şan, şöhreti seçenlerin, bu seçimlerinin ürünü olduğu gibi, yalnızca Allah’a kul olmayı seçenler de bu seçimlerinin ürünü olacaklar ve kişilikleri böylece oluşacaktır. Bu seçimi Allah’a kul olmaktan yana yapmak fıtrîdir, insan doğasına hepsinden daha yatkındır. Lâkin yine insanın yaratılışında bulunan aceleciliğin sonucu uzun vadeli çok alacak sahibi olmaktansa kısa vadeli veya peşin ama az alacaklı olmayı tercih edegelmiştir insan. Bu sebeble de kendisine kısa vadede veya peşin verene kendini satmakta, uzun vadeli fakat çok verenden kendini uzak tutmaktadır. Bu tercihi insan tabiatına ve eşyanın doğasına uygun olarak uzun vadeli de olsa büyük menfaatlar veren, kısa vadede dahi kişilik sahibi olmayı sağlayan değerlere teslim olmak, kişinin başkasına kul olmasını önleyici en emin yoldur. Ki bu yol vahye teslimiyet yoludur.
Sorunuzu bana yönelttiğinize ve benden kendi cevabımı istediğinize göre kendisinin efendisi olmak, doğruların efendiliğini kabul etmekle mümkün olduğuna göre asla güç, zor bir iş değildir. Bana bu iş hiç zor gelmedi. Başkalarına nasıl oluyor da zor geliyor doğrusu bunu da anlamakta güçlük çekegelmişimdir. Bana hiç zor gelmedi, zorlansaydım herhalde vazgeçebilirdim diye düşündüğümde de bunun mümkün olmadığını gördüm. İnsanı, hayata bağlılığı ve uğruna yaşamaya değer bulduğu değerler yaşattığına göre, uğruna yaşanılacak yüksek değerler bulundukça yaşam da yaşamaya değer olmaya devam edecektir. Böylesi bir yaşamın da hazzı, zevki bir başka şeyle gerek derecesinin yüksekliği, gerekse yüksekliği bakımından kıyaslanamaz bile…
Soru 3 — Tarih daha çok dindarlarla dindarların kavgasına tanıklık ediyor… Herkesin kendi dininin adamı olması gerekirken bu böyle olmuyor. Hep kategoriler oluşturuluyor. Molla, ulemâ, müctehid, aydın, entel v.s. Madem ki İslam’ın açıklaması Kur’an, bu Kitap da herkesi sorumlu tutmakta, öyleyse bu sınıflandırmalar, bu adlandırmalar ne oluyor. Tüm bunlar halkı büyüleyerek, aklını kuruntularıyla örtüp kendi istekleri doğrultusunda örgütlemek için midir?
Ercümend Özkan: Tarihin daha çok dindarlarla dindarların kavgasına tanıklık etmesinin temelinde yatan, gerçek dinî değerlerin insanlar tarafından hep en yüksek değerler olarak algılanmasının sonucudur. En büyük fedakârlıklar, en büyük değerler uğruna gösterilir. Bu kadar doğal bir şey de olamaz. Bu konuya ikinci sorunuzun cevabında da esas itibariyle değinmiştik.
Her insanın kendi dininin adamı olması gerektiği halde kategoriler oluşturulması, molla, ulema, müctehid, aydın, entel v.s. gibi sınıflamalara tabi tutulmasının temelinde aslı bulunmayan çok tanrıların dinlerinde, bu din ile insanlar arasındaki ilişkileri, ibadetleri belirleme ihtiyacı bizatihi ilahlar olmadığından onlar tarafından konulmamış fakat bir takım kimseler çıkıp bu kuralları belirlemeye çalışmış ve halk üzerinde de etkinlik sağlamışlardır. Bu insanlara, bu ilişkileri düzenleme yetkisini kendisinde gören insanlara ‘ruhbân’ denmiştir. Bu işle görevli olmayanlara ise laik dendiğini bize tarih kitapları açık açık anlatmaktadır.
Aslı olan tek tanrıdan gelen dinin mensupları ile Allah arasında yalnızca açıklayıcı olarak elçiler bulunagelmiştir. Fakat bu elçiler asla birer rahib olmamışlar, olmaları da yasaklanmıştır. Ruhban olarak algılanmalarına set çekilmiştir. Bu sebeble ne Adem ruhbandır, ne İbrahim ne de Muhammed (s.a.s.) ruhbandırlar. Bunların Allah ile kul arasında hiçbir farklı mevkii yoktur. Diğer insanlardan seçilmiş oldukları gibi, diğer insanlar gibi de hesaba çekileceklerdir, imtiyazlı değillerdir. Masum da değillerdir. Masumiyetleri yalnızca elçi oluşlarından kaynaklanmaktadır. Allah’ın kendilerine insanlara bildirmeleri için gönderdiği mesajın topluma iletilmesi sonucu toplumda kabul edenler ve etmeyenler arasında çıkan ayrılıkta ayrımcı-nifakçı olarak suçlanmaları karşısında Allah, bunları (elçilerini) nifakçılara karşı savunmakta ve nifak diye nitelediğiniz şey, yani sizlerin kabul etmediğiniz fakat bizim elçi olarak gönderdiğimize vahyettiğimiz şeylerdir. Bunlar da elçimize ait değil bizzat bize aittir. Nifakla suçlayacaksanız, Beni suçlayınız, elçiye zeval yoktur, onu neden suçluyorsunuz, buyurmaktadır Allah. Geleneksel olarak anlaşılageldiği gibi peygamberler isteseler de günah işleyemezler, yanlış yapmaz ve yapamazlar anlamında değildir masumiyet. Yunus aleyhisselamın kendisine yüklenen yükü kısa bir süre için de olsa sırtından yıkıp hayatını yaşamasına verilen cevap onun kendini balığın karnında bulması olmuştur. Allah Kur’an’da “Biz insanlara soracağız, peygamberlere de soracağız” buyurmaktadır açık açık…
Müslümanlar arasında asla kabul görmemesi gereken ruhban kavramı ne yazık ki vahyin mesajını doğru dürüst algılayamamanın ve sair uyduruk dinlerin etkisi altında kalmanın doğurduğu zaafın sonucudur. Bundan dolayı da esef de etsek bu kavram yaşamaması gereken tevhidî vasatta bile yaşar olmuş hayat bulabilmiştir.
Ruhban taşıdığı anlam itibariyle tevhide tamamen aykırı olduğu halde, alim, fazıl, basiret sahibi, feraset sahibi, en yüksek gayreti gösteren anlamında müctehid gibi kavramlar esas itibariyle tevhide aykırı değildir. Tevhid dini bizzat böylesi kavramları tanımlamaktadır. “Hiç bilenle, bilmeyen bir olur mu”nun anlamı nedir? Bilene bilim adamı veya alim, bilmeyene de cahil (bilmeyen) denildiğini yine Kur’an’dan öğreniyoruz. Her bilenden bir fazla bilenin bulunduğunu söyleyen Kitabımız bilenle bilmeyeni ayırdeden Kur’an bizlere bu gibi farklılıkların bulunduğunu bildirmektedir. Lakin bu farklılıklar insanların iktisablarıyla (kazanımlarıyla) elde ettikleri şeyler olup asla birinin diğerine üstünlük sebebi sayılmayacak, ücreti yalnızca Allah’tan beklenecek ve bu iş için başkalarından ikinci bir ücret beklenmeyecektir.
İnsanların içinden fazla bilgili, basireti fazla olanlar, daha akıllıların çıkması normaldir ve tarihin bütün zamanlarında ve coğrafyanın bütün mekanlarında bu görülmüştür. Hiçbir devirde ve coğrafyada insanların tümü akıllı, tümü akılsız veya yarım akıllı olmamışlar her devirde ve mekanda yaşayan insanların bir kısmının aklı çok fazla, bir kısmının biraz daha az, bir kısmının (büyük bir kısmının) normal, bir kısmının normalin altında olduğu görülmüştür. Bu gerçek, peygamber zamanında da günümüzde de değişmemiş ve böyledir. Bu sebeble şunu belirtmekte zaruret vardır ki, bilgili olan bilgisiz olana, çok bilgili olan az bilgili olana hükmetmemelidir, arzularını kabul ettirme, dayatma hakkını kendinde görmemeli, yalnızca ikna etmeye çalışmalıdır. Çünkü fikirler dayatmakla değil, ikna ile kabul edildiklerinde iyi ürün verirler. Bu cümleden olarak Kemalizmin Türkiye’de laik-demokrasiyi dayatmasının iyi sayılacak hiçbir ürünü alınamamıştır. Zira dayatılmış, zor kullanılarak kabul ettirilmek istenilmiştir, İslam ise akidede zoru asla kabul etmemektedir. Kimsenin inancını zorla bir standarda dayamak mümkün değildir, doğru da olmayıp suç sayılır İslam’da…
Bilinmelidir ki herkes -aklı olan herkes- Kur’an’dan sorumludur. Zaten sorumlu olmayacak derecede akıldan yoksun olanlar bu Kitabın muhatabı değildirler. Öyle ise ve peygamber devrinde bütün dünyası Mekke kadar olan nice insan bu Kitabı anlamış ise bugünkü insanların daha iyi anlayabilmek için geçerli gerekçeleri bulunmaktadır. Zira daha çok şey bilmektedirler, ufukları daha çok açıktır, dünyadan, başka ülkelerden, başka şeylerden haberleri vardır. O günkü birçok insan belki birkaç koyun ile birkaç deveyi biliyor, çadırda yaşıyor ve devenin, davarın sütünü içiyor, belki ömründe bir kez olsun herhangi bir seyahat yaparak dünyada başka yerlerin de bulunduğunu bilemiyor, ancak başkalarından öğrenebiliyordu. Bugün çok daha fazla insan dünyayı geziyor, ülkesini geziyor, görüyor, düşünüyor ve değerlendirebiliyor. Evet iki deveyi gütmesine güvenemedikleri insanlar o devirde Kur’an’ı anlamışlar ise bugün daha çok anlayabilirler. Zira Kur’an Allah’tan gelmesine rağmen kulların ortalaması düzeyinde gönderilmiş bir kitabdır ki ‘anlayasınız diye, anladığınız (Arabça) ile gönderilmiştir’ buyurulmaktadır. Zaten çok nadir insanın anlayacağı, bir aristokrasinin anlayacağı bir Kitab olsaydı bu takdirde İslam bir aristokratlar dini olur, halkın çoğunluğu olan büyük kitle İslam’la muhatab olmazdı ki Kur’an bunun tam tersini söylüyor ve sürekli olarak “Eyyühennâs…- Ey insanlar!…” diye hitab etmektedir. İnsanların tümü aristokrat olmadığına, entel olmadığına, dahi bulunmadığına göre bu hitab kaçınılmaz olarak aklı olan herkesi kapsamına almaktadır.
Elbette bilenin bilmeyene üstünlüğü olacaktır. Bu üstünlük emir sahibi olmada, görüşlerine başvurmada kendini gösterecektir. Hiç bilenle bilmeyen bir olur mu, elbette ki olmaz.
Sorularınız güzel ve cevaplamaktan doğrusu haz alıyorum. Diğer sorularınıza da cevaplarım devam edecektir. Toplam 33 sorunuzun çok özellikli olması da ayrıca memnun etti beni. Gelecek sayılarda Allah izin verirse onların da cevapları yayınlanacaktır, ilgilenenlere duyurulur.
Soru 4 — Bizim geleneğimizde nedense gülmek, mizah, espritüel olma yadırganıp adetâ ayıplanmakta.. “Ağır ol molla desinler, kadınlar gibi gülüp durma, v.s. Yerinde gülmek ve ağlamak, insanın en doğal yanı değil midir? Öyleyse bu karşı oluşlar da neyin nesi oluyor?
Gülmek, güldürebilmek inceliğin, ayrıntıyı görebilme becerisinin yani aklın bir verimi değil midir? Siz de çok espritüel birisiniz. Biliyorum ki gülmeyi beceremeden aklın üzerine örtülen ağırlıkları nasıl silkeleyip atacağız? Ne dersiniz?
Ercümend Özkan: Geleneklerimizin böyle olmasında molla takımının-ruhban sınıfının başlıca rolü bulunduğunu söylemekte hiçbir beis görmüyorum. Dikkat edilirse tevhid dininde böylesi şeylere yer yok iken, tevhid dinini bozan, şirk dinine çeviren diğer dinlerde hıristiyanlık, musevîlik, budizm, maniheizm ve benzeri dinlerde din adamlarına dikkat ederseniz hemen bütün bu dinlerde suratları asık, ağlamaklı, perhizli, kendine eziyet eden (riyazet), dünyadan kopmuş, dünya nimetlerinden nefislerini uzak tutmanın sonucu fıtratlarını bozmuş insanlar görürsünüz. Bir lokma, bir hırkacıdırlar. Kendilerini manastırlara kapatarak hayatın evlilik dahil hemen bütün nimetlerinden mahrum bırakmışlar ve insanlıktan çıkmış durumdadırlar. Ve hepsi de çook ciddî (ağır) insanlardır. Böylesi ağırlığı, molla densin için İslam’a sokanlar da bu dinlerden İslam’a gelenler ve bu dinlerin İslam’a getirip soktuğu pisliklerdir. Bunu açık açık söyleyebilmemizin sebebi peygamberimizin yaşantısıyla ilgili olarak elimizde bulunan sarih bilgilerdir. Nitekim peygamberimiz gerçekten Allah’ın elçisi olduğu halde, Allah’ın Kur’an’da buyurduğu gibi bizler gibi bir insandır. Bu insan acıkmakta, uyumakta, yemekte, içmekte, unutmakta, yanlış yapmakta, yanılmakta ve yanıltılmaktadır. Bu insan gülmekte, ağlamakta, şaka yapmaktadır. Bu mollalar gibi aslâ o diyette ve ağırlıkta (!) değildir. Bunlar kendilerini, fıtratlarını bozmuşlar iken, peygamber kendini bozmamış, fıtratını korumuştur. Bu haliyle bizlere örnek gösterilmiştir. Baya da şakacı olduğu ile ilgili elimizde malumat bulunmaktadır. Rivayetlerde onun nezih bir şekilde insanların kadın ve erkeği, genç ve yaşlısı ile şakalaştığını, dişleri görünene kadar güldüğünü bize intikal ettiren haberlerle doludur hadis kitabları… Fakat hadis kitablarına rağmen bu molla takımına ne olmuş, nasıl olmuş da böylesine asık suratlı, ağır (!) olabilmişlerdir. Peygamber olarak kabul ettiklerini bildirdikleri kimseye, bu halleri ile aslâ benzememektedirler. Zaten hangi halleriyle benzemektedirler ki.. Kendi görüşlerini veya imam kabul ettiklerinin görüşlerini Allah’ın da, resulünün de önüne getiren, hem de bunu Allah adına yapanların, deve misali neresi doğru ki bu işleri doğru olsun.
Evet peygamberimiz gerçekten, bir gerçek insan idi ve insanların en sevimlisi, en nezihi, davranışları ve düşünceleri en uygun olanı idi. Çünkü O, Kur’an’ı ahlak edinmişti. O kişi, yani peygamberimizde gülmemek, asık surat, somurtkanlık mollaların anladığı manada ağır olmadığı için mollalık yoktu. Bunu sonrakiler icad ettiler.
Peygamber gülerdi de, şakalaşırdı da.. Ağlardı da, düşünürdü de… Unuturdu da, yanıldı da, yanıltılırdı da (Bîri Maûne olayları ve benzerleri hatırlansın). O normal bir insan idi ve öyle kaldı hayatının sonuna kadar. Hiç kendini bozmadı, havalara girmedi mollalar gibi… Asık suratlı olmadı din görevlileri gibi.. Ağladı da (oğlu İbrahim’in ölümünde), güldü de şakalar yapıldığında ve şaka yaptığında…
Gülmek, ağlamak, şaka yapmak, espritüel olmak insan fıtratında bulunan bir gerçek iken bu yaratılışın ayrılmaz parçalarını köreltmeye çalışmak insanın fıtratını bozmaya çalışmasıdır ki bu hâl bizâtihî haramdır, günahtır.
Gülmenin de, ağlamanın da, şaka yapmanın da, takılmanın da elbette hududları vardır. Bu hududlar İslam’ın hoş görmediği alanların başlangıcıdır. Mübah olan her şeyi yapmak mümkündür. Şakada yalan olmamalı, aldatma bulunmamalı, gülme de elbette ölçülü olmalıdır. Biz müslümaniar hayatı gerçekleriyle yaşamalıyız. Hayatı sun’îleştirmemeliyiz. Böyle yapanların hayattan zevk alabildiklerini de sanmıyorum doğrusu..
Ben hayatım boyunca şaka da yaptım, güldüm de, oynadım da.. Yıllardır vakit bulamamakla birlikte millî oyunlar oynadım, tiyatro yaptım. Bundan 35 sene önce Z. Gökalp’in Alparslan isimli manzum piyesini Türkocağı’nda sahneye koydum, rejisörlüğünü yaptım ve kostümlerini seçtim, aynı zamanda başrolünü oynadım. Okudum, yazdım, güldüm, güldürdüm, ağladım, ağlattım, heyecanlandım, heyecanlandırdım. Velhâsıl insan olarak, normal bir insan olarak insanın yapabileceği her şeyi yaptım ve yapıyorum. Kasılmanın âlemi yok, kasılmak bir hastalıktır, hem de ruhî bozukluk gösteren bir hastalık. Kasıntı, özellikle müslümana yakışmaz, âlimine, cahiline, kadınına, erkeğine yakışmaz.
Başka dinlerin İslam’a taşıdığı bu “ağır ol molla desinler, kadınlar gibi gülme” türünden hastalıklardan da kurtulmamız gerekiyor.
Soru 5 — Biliyorsunuz, Allah insanları birbirlerinin tıpkısının aynısı olsun diye yaratmadı. Görünüşlerimiz farklı olduğu gibi zihinsel işlevlerimiz de kuşkusuz farklı olmalı. Yani herkes kendine benzemeye çalışmalı. Birbirine koşulsuz öykünmek ‘intihardır’ diyorum, yani kendi kendini yok etmek. Yargıma katılır mısınız?
Ercümend Özkan: İnsanlar Allah karşısında görecekleri muamele bakımından, iltimas edilmeyecekleri itibarla bir tarağın dişleri gibi eşittirler gerçekten. Bu eşitlik söylediğimiz gibi, görecekleri muamele bakımından olup, akliyet, kaabiliyet, basiret, ferâset, yetenek, dayanıklılık ve benzeri insanların birini diğerinden ayıran özellikler bakımından insanlar aslâ birbirlerinin aynı değildirler, olmamışlardır da.
Bir insan bir başkasını örnek alabilir. Fakat bu örnek alış, onun kopyası olmak şeklinde yanlış anlaşılmamalıdır. Allah bizlere peygamberimizi ‘güzel bir örnek’ olarak tavsiye ediyor ve gösteriyor. Lakin her şeyiyle onun gibi olmayı değil, genel çerçeve içinde söylersek Kur’an’ı ahlak edinmesi bakımından örnek almamızı istiyor ve hedef gösteriyor. Yoksa onun gibi gülelim, onun gibi ağlayalım, onun gibi kabak yemeğini sevelim, onun gibi yürüyelim türünden bir örnek almadan söz edildiğini hiç sanmadım, sanmıyorum da… Zaten böylesine örnek almamız istense idi, her birimiz bir diğerimizin kopyası olur ve tek kişilikli bir toplum olurduk ki bu hem mümkün değildir, hem de isteyen olmamıştır. Peygamberin gününde yaşayan ve has müslüman olanların da hiçbiri bir diğerinin kopyası değil idi. Herkes, tabii akıllı olan herkes, Kur’an’ın çizdiği daire içinde kendi kişiliğini belirliyor ve şekillendiriyordu ve sonuçta kendisi oluyordu. Başkası da olmak istenmemiştir insanlardan… Ne Ebu Bekir’den peygamber, ne peygamberden Ebu Bekir gibi olması aslâ istenmemiştir. Zaten onlar da böyle bir şeyi akıllarından bile geçirmemişlerdir. Bize son vermesi, yani intihar demektir. Aynen katılıyorum görüşünüze.. Allah insanların ne hayatlarına, ne de kişiliklerine son vermelerine müsaade etmemiş ve aslâ hoş görmemiştir. İntihar eden Allah’tan ümidini kesen olarak anlaşılır. Lâkin kişiliğine son veren yani gerçekten yaşadığı halde intihar eden de Allah’ın kendine mahsus bir kişilik vermediğini düşünen ve başkasına benzeyerek, başkasının tıpkısı olarak var olabileceğini düşünen biri olarak algılanmalıdır.
İnsan kendi kişiliğini herkes için geçerli gerçekler çerçevesinde oluşturmaya bakmalı ve farklı kişiliği ile temayüz etmelidir. Bu konuda da kendini zorlaması yine kişilik bozukluğuna sebeb olduğundan zorlamamalıdır kendini, olabildiği kadar kendisi olmaya çalışmalıdır. Bu iş öyle bir şeydir ki ne çok sıkmaya, ne de serbest bırakmaya gelir, ikisinin arasında bir yerde bulabilir insan kendini…
Soru 6 — Hani “Her yiğidin bir yoğurt yiyişi vardır” denilmiş. İyi de denilmiş. Siz hangi konumlarda daha verimli düşünürsünüz? Sırtüstü mü, oturarak mı, yoksa yürüyerek mi?
Ercümend Özkan: Evet insan belki hangi halde düşündüğünün bile farkına varmadan düşünür. Ben şahsen düşünürken yatıyor muyum, oturuyor muyum, yürüyor muyum bunu düşünmem. Siz sordunuz da düşünmeye başladım. Belki de her halde düşünüyorum. Ayakta, otururken, yürürken sürekli olarak düşünürüm. Zaten kafam için için bir işlev yapmıyorsa o kafayı taşımanın ne anlamı var diye düşünürüm. Kafam gitmiş yerine bir kelle gelmiş gibi huylanırım doğrusu.. Evet sürekli olarak düşünürüm. Ölçer, biçerim, düşündüklerimi yanımda kim varsa ona açarım, düşündüğüm hususlarla ilgili olarak onun neler düşündüğünü öğrenmeye çalışırım. Şayet benim düşüncemdeki yanlışlıkları fark etmemi sağlayacak şeyler işitirsem hemen ona göre düşüncemi düzeltirim, eksiklerimi fark ettirecek bir şeyler dinlersem düşüncelerimi tamamlamaya çalışırım. Bunu, kendisini dinlediğim küçücük bir çocukla konuşarak da yaparım. Kimisi tersinden kimisi düzünden düşündürür beni… Yani olmaması gereken ve olması gereken açısından düşündürür beni işittiklerim. İstişare sonucu insan mutlaka daha isabetle düşünebiliyor. Zaten her bilenden bir fazla bilenin bulunduğu dünyamızda, o fazla bilenin bildiğini kendi bildiğinize katmanın ve bir daha fazla bilen olmanın yolu da istişaredir.
Kısaca söylersem doğrusu herhalde düşünürüm, düşünüyorum. Yazarken düşünürüm. Bilmem nerede bile düşünürüm. Düşünmediğim hâlim galiba uykumdaki halimdir diyebilirim.
Soru 7 — Bir bilge ‘En büyük yalnızlık, yazılarıyla bir arada bulunmaktır’ diyor. Siz kendinizi en çok hangi zamanlarda yalnız hissedersiniz? Hiç içinizde dayanılması zor ıssızlıklar yaşadığınız oldu mu?
Ercümend Özkan: Yalnızlık duygusunu hatırlayabildiğim kadarı ile çocukluktan gençliğe geçiş dönemlerinde bazı günler yaşadığım olmuştur. O yılların Türkiye’sinde fikir idâm edilmiş, düşünme bitkisinin soyu kurutulmuş. Yalnızca yiyor, içiyor, tuvalete gidiyor ve atalarınızı üzerinde yürür bulduğunuz yolda yürümeyi en büyük meziyet biliyorsunuz. Herkes gibi ben de mutlaka anne-babamın diniyle din’lenerek büyüdüm. İhtiyacını bilmeyene her şey yetermiş, bize de yetiyordu. Zira Kur’an o yıllarda Arabçası okutulması belletilen bir kitabtı, ama ne belletme. Elif bâlisin be, cimdallısın ce.. türünden bir harfi belleyeceğiz diye her harf için bir mısra ezbertilerek okutulan arab alfabesini yalnızca okumayı öğrenmek bile çok pahalı idi. Zira hem okutan hocayı hapsediyorlar, hem de okuyan öğrencilerin velilerini içeri alıyorlardı.
Daha sonraki yıllarda, gençliğin biraz daha oturduğu yıllarda —hele de ben hep çalışarak okudum— okudukça çalıştım. Bu sebeble hayat benim için daha farklı idi. Bir kerre alınterimle geçiniyordum, şimdiki büyük mücahidler (!) gibi başkalarının eline bakmıyordum. Bu hâl bile yalnız başına benim kişiliğimi bulmamda büyük olumlu rol oynadı.
Bazen insanın acaba yılların mahsulü olarak elimizde ne var diye kendine sorduğu oluyor. Acaba yalnız mıyım, tek miyim dediğiniz oluyor. Fakat bu soruyu sorar sormaz sormamam gerektiğini de anlıyor ve yalnızım cevabını vermiyorum, veremiyorum. En güzel bir birliktelikle Allah’la beraber olmayı düşündüğünüzü, bunun için uğraştığınızı düşünüyor ve ferahlıyorsunuz. Yeniden enerji sahibi oluyorsunuz. Sonuç olarak insan, amaçlı insan kendini en azından amacı ile birlikte hissediyor ve yalnızlıktan kurtuluyor. Sanıyorum yalnızlık Allah’ın dışında amaçsızların kaçınılmaz kaderidir.
Ayrıca da galiba biraz dayanıklıyım ki dayanamadığım yalnızlıklarım olmadı. Baş ettim Allah’ın yardımı ile… O’na sığındınız mı yalnızlığınızı da hissetmiyor, yalnız kalmıyorsunuz.
Yukarıda sualinizde verdiğiniz bilgenin sözünü de doğrusu pek bilgece bulmadım. Bu tür bilgelerin İslam düşüncesinden uzak bilgeler olduğu, söyledikleri sözlerinden belli oluyor.
Defalarca siyâsî polisçe gözaltına alınıp sorgulandığımı hatırlıyorum. Öylesine üzeriniz boşaltılıyor ki bir tek toplu iğnenin bile bulunmasına müsaade edilmiyor. Aç ve susuz bırakılıyorsunuz. Isparta polisi bunu yapmıştı bana 1983 Şubatında.. Lâkin yukarıda da belirttiğim gibi, Allah’a sığınmaya, O’nu içimde hissetmeye çalıştım ve bu tür bir yalnızlığı bile yendim.
Uzun yıllar çalışıp uğraşıp bir şeyler meydana getirmek istersiniz ama emekleriniz elinize gelir ya.. İşte o zaman belki yalnızlığı, yenilmeden tattığım oluyor. Boyun eğmiyorum, lakin içimin derinliklerinde hissediyorum. Bir arpa boyu yol alamadığınızı düşündürtecek manzaralar muhakkak ki insanı etkiliyor, ortada yapayalnız, tek, kimsesiz, sahipsiz kaldığınızı içinizde duyuyorsunuz. Güçlü bir kişiliğe sahib olma, amaçlı bir kişiliğin sahibi olma ve başka tür yalnızlıkları yenmeye yetiyor Allah’ın yardımı ile..
Kısaca son cümlenize cevap verecek olursam inanınız dayanılması imkansız yalnızlıklar yaşamadım, zor yalnızlıklar yaşadığımı da sanmıyorum, hatırlayamıyorum bile… Bu bile yaşadığımızı gösteriyor sanırım.
Soru 8 — Kuşlar nasıl uçmayı öğrenir, gördünüz mü? En azından görmeyi merak ettiniz mi? Hiç uyuyan kuşları gördünüz mü?
Ercümend Özkan: Özel olarak kuşlar nasıl uyuyor veya uçuyor diye bir araştırmacı gibi bakmadım. Lâkin şuraya veya buraya bakarken uçmaya çalışan kuşlar (kuş yavruları), uyuyan kuş gördüm ve bunları anlamaya çalışarak seyrettim. Belgesellerdeki gibi değil elbette. Zaten benim yaşımda, üstelik de Mucur gibi doğasını yaşayan bir kasabada doğmuş, büyümüş birisi için kuşun her çeşidinden, hayvanlara kadar içli-dışlı idik hayatımızda. Öküzlerimiz, arılarımız, koyunlarımız, ineklerimiz, düvelerimiz, danalarımız, kuzularımız, keçi ve oğlaklarımız vardı. Bunlarla yetinmez güvercin de beslerdim. Güvercinler kadar güzel hayvanlar görmedim desem yeridir. Belki fazla içli dışlı olmaktan böyle düşünüyorum, ama gerçekten renk renk güvercinlerim, çakşırlı yakışıklı, gubaran güvercinlerim, takla atan güvercinlerim, başkalarının güvercinlerini de çatımıza alıp gelen güvercinlerim vardı. Yakından alakadar oldum o devir Anadolu insanının alakadar olduğu gibi… Ben onların renklerine, teleklerinin güzelliklerine, edâlarına, yürüyüşlerindeki nezafete bayılırdım. Halâ güvercinleri güzellikleriyle mukayase ederim desem mübalağa etmiş olmam. Kahverengi-beyaz, lacivert-beyaz, tümüyle süt beyazı, tümüyle lacivert akıl almaz maharet sahibi güvercinlerimin uyuduklarını da yavrularının uçmaya uğraştıklarını da epeyce gözledim, gördüm. Yalnız güvercinleri mi, hayır, ibibiklerden, kargalara, kartaldan çaylağa Mucur coğrafyasındaki erişebildiğimiz, yakından gözleyebildiğimiz bütün kuşlara karşı ilgim ve gözlemim oldu. Karıncaları seyreder ve ibretle düşünürdüm. Yuvasına götürmeye çalıştığı bir buğday tanesini nasıl binbir güçlükle, dere, tepe demeden sırtladığını, aşırıp yükünü sırtından düşüre düşüre yoluna devam ettiğini, karınca yiyenleri seyrederdim. Onlardaki çalışma azminin galiba kimsede olmadığını sonradan öğrenmiş olmalıyım. Karıncalar biliyor musunuz ki dünyanın en güçlü hayvanları imişler. Kendi ağırlıklarının yedi misli yük taşıyan tek hayvan türü olarak sonradan öğrendim karıncaların fillerden de çok güçlü, hem de birkaç kat güçlü olduğunu…
Vazgeçmeden, ısrarla, üzerine gide gide, düşe kalka o kuş yavrularının uçmaya nasıl uğraştıklarına biraz bakmak kendisinin de bir daha bir daha denemeyle bir yerlere varabileceğini düşündürten bir ibret vesikasıdır. İçgüdüleriyle yaşama kendilerini adapte etmeye, tabiatlarında mevcut özellikleri kullanabilmek için gösterdikleri gayreti doğrusu çoğu insanın gösterdiğini sanmıyorum. Gösterse idi dünya daha bir yukarılarda olurdu. Seviyesi yükselirdi.
Uyuyan kuşların uykularında nasıl dengelerinin bozulmadığı epey merakımı celbetmiş, dikkatle onları izlemiştim. Üstelik de halkın tilki uykusu dediği cinsten bir uyku ile nasıl uyuduklarını güvercinlerimden serçe kuşlarına kadar gözlemişimdir.
Size bu arada yine hayatın, doğal hayatın içinde yaşayan halamın -ki çoktaan öldü, Allah mağfiret etsin- 85 yaşına gelmiş kocası, oğulları ve torunlarıyla, torun çocuklarının yaşadığı Mucur’un Acıöz’ünde kendilerinin evlerinde geçen bir olayla ilgili dinlediklerimi büyük bir heyecanla anlatmak istiyorum. Zira aynı heyecan ve taaccüb ile dinlediğim bu olay beni doğrusu bir yaşıma daha getirdi.
Bahçe içindeki evlerinin önünde akşama doğru otururlarken, evin önündeki çıkıntının tavan bölümünde yuva yapmış kırlangıçlardan söz etti. Yuvasında yavrularının bulunduğunu gördüğünü söyledi eniştemin oğlu.. Bir akşam diyor, bir baktım ki kırlangıcın yavrusuna doğru bir yılan yavrularını yemek üzere girmek üzere… Ana kırlangıç o avı, uçakların kendisinden esinlenerek yapıldığı o ana kırlangıcın yuvasına geldiği ile uzaklaştığı bir oldu ve yılanın yavaş hareketleriyle kıyası kabul olmayan hızla tekrar yuvasına döndü ve yılan yuvasına, yavrularını yutmaya giremeden yetişti. Biraz, pek kısa bir zaman sonra yılanın damdan yere düştüğünü gördük. Yılan ölmüştü. Büyük hayretler içinde nasıl olduğunu anlamaya çalıştık. Gördük ki yılanın ağzında bir eşek arısı var. Nereden ve nasıl bulup getirdi ve yılanın ağzına soktu ise, bu arı yılanı sokarak ölümüne sebeb olmuş ve kırlangıç yavrularını yılanın yutmasından kurtarmıştı. Evet gerçekten çok ilgi çekici ve gözlenmediği için daha nicelerinden habersiz kaldığımız bu tür olaylar başlıbaşına insanı düşündürecek, aklını kullanmasında yardımcı olacak nitelikte şeylerdir. Hayat tümüyle ibret alınacak, üzerinde düşünülecek olayların toplamı değil midir?
Evet gördüm, gözledim kuşların uyumalarını, uçmaya çalışmalarını, takla attıklarını, başka kuşları pençelerine almak için nasıl daldıklarını, sonradan öğrendiğim gözlerinin görme gücüyle üç bin metreden yerdeki bir böceği, solucanı bile görüp inişe geçerek onları pençesine alıp kaldırdığını bir kartalın, saksağanları, ibibikleri, serçeleri, bülbülleri, saka kuşlarını, sığırcıkları, alıcı kuş dediğimiz şahin, kartal ve benzeri kuşların en küçük örneğini çok gördüm, baktım, baktım ve düşündüm. Bunların yuvalarını gördüm, yavrularını gördüm, yumurtalarını gördüm, yuvalarına sadakatlarını gördüm. Zira çok doğal bir ortamda kuzu güderek, bağda, bahçede domates biber, patlıcan, bamya, soğan, sarımsak yetiştirerek, ekin eken ve biçen, döven süren rençber-memur bir ailenin çocuğu olarak geçti gençliğim. Dedem yüz üzerinden yüz bir rençber idi. Bağımız bahçemiz, tarlalarımız vardı. Mucur’un en güzel bağı bizimki idi. Gülleriyle kimseler başedemezdi, yarışamazdı. Öylesine meraklı bir insan idi ki inanınız, Mucurluların da hatırlayanları bilirler, bir armut ağacında 17 çeşit armut vardı. Büyük bir ağaçtı ve dedem onun her dalına bir başka armut aşılamıştı. Ben bile çeşitli aşılar yapardım. Bağımız, üzüm bağımız, ne kadar çeşitli üzümlerimiz vardı. Güz mevsiminde bozar pekmez, köğtür v.s. yapardık. İç Anadolu’nun yüksek yaylalarından birinde yerleşik Mucur’da sabahın ayazında bacaklarımızı gıcır gıcır yıkar ve şırahna dediğimiz, sonradan aslının şırahâne olduğunu sandığım, tabaka büyük taşlardan çimentonun da yardımı ile yapılmış bir metreküplük bir hazneye dökülen üzümleri çiğner ve şırasını çıkarırdık. Bu şıralar, ateşin üzerindeki büyük bağ leğeni denilen leğenlere dökülür, beyaz toprak ve yoğurt da karıştırılarak pekmez yapılırdı. Ekşi pekmez değil ama tatlıları ve balbaşı, kara pekmez gibi başka çeşitleri böyle yapılırdı. Şıraya gelen özellikle de eşek arıları oramızı buramızı sokar, şişirirdi. Fakat doğanın içinde biz arı sokmasından da korunmanın yolunu öğrenmiştik. Zira onları ürkütmez, rahatsız etmezseniz doğrusu durup dururken pek sokmadıklarını telaşlı halimizi görüp bize durumu açıklayan büyüklerimizden öğrendik. Yuvası ile oynarsan ne yapar yapar seni bulur ve sokar arı..
Evet bu sorunuzun cevabını biraz uzattım galiba. Ama ben, yaşım yaşantım gereği doğanın kirlenmediği, kirletilmediği, insanımızın henüz Osmanlı’dan aldığı ile kaldığı, laik cumhuriyetin kirliliklerinden etkilenmediği daha doğrusu bu pisliklerin daha Mucurlara kadar uzanamadığı yılların genciyim. Biz o dönemlerin son yıllarını, bugünkü dönemin de ilk yıllarını hayatında birleştirmiş kimseleriz. Lâkin bu yalnız yaş ile olan iş değildir. Aynı yaşı yaşadığı halde aklını çevresine tanımaya ayırmamış kimseler için geçerli değildir benim anlattıklarım, insanın öğrenmesi için meraklı olması gerekiyor. Öğrenmenin tek saiki -itici gücü- var galiba o da meraktır. Meraklı iseniz öğrenirsiniz, değilseniz varamazsınız, çevrenizi, eşyayı, insanları gerçekleriyle tanıyamazsınız.
Evet kuşların uçmaya çalışmaları, uyumaları ve daha nice şeyleri seyretmek, üzerinde düşünmek benzeri bulunmayan duygular uyandırır insanda ve insan, insan olduğunun hazzını duyar. Tavsiye ederim insanlara çevresine ilgi göstersinler, eşyayı, hayvanları, insanları tanımaya, tetkik etmeye çalışsınlar. Kaybolmasınlar, kendilerini kaybetmesinler. Zira kendini kaybedenin kendini bulması çok zor oluyor, belki de kaybedilmiş halde kalıyor. Tabiattaki yerinizi biliniz. Konumunuzu öğreniniz. Hani coğrafya olarak bir insanın önce kendi yerini bulması, bilmesi gerekir ya, yolunu bulabilmesi ve varması gereken yere varabilmesi için, işte öyle.. Önce kendi yerinizi tesbit edeceksiniz, neredesiniz? Sonra nerede olmalısınıza sıra gelecektir. Kişiliğiniz, kimliğiniz bakımından da böyledir gerçek.
Soru 9 — Çok, dava adamı olmayı dilinden düşürmeyenleri görmüşsünüzdür. Bunlar söylemlerinde genellikle somut umacılar oluşturup onlara saldırıp dururlar. Şahsen bunların kavgası bana yapay geliyor, yani güven vermiyor. Şunun için; insan her şeyden önce birey olmadan varacağı hiçbir yer yok. Öyleyse insan ne yapıp edip önce bir ‘BEN’ olmaya çalışmalı… ‘BEN’ olmadan nasıl ‘BİZ’ olunur? Neden İslam geleneğinde ‘BEN’e bu kadar saldırılmış?
Ercümend Özkan: Biz de kendimizi iyi-kötü bir dava adamı saydığımız veya olmaya çalıştığımız için çalışma alanımızdaki kimseleri de iyisiyle kötüsüyle yakından tanıma gereği duyduk ve tanımaya çalıştık. Zira yolumuzun üzerinde sefer yapan başka vasıtalardı bunlar da. Böyle olunca da yıllarca bunları tanımak, yakından tanımak ve elde edeceğimiz bilgi ve gerçeklere göre kiminle nereye kadar olunabileceğini öğrenmeye çalıştık. Zira bu yolda yürümenin gereklerini iyi-kötü öğrendik, yılların içinden gelerek… Dışarıda kahraman, içeride tavuk, dışarıda arslan, içeride pisi yavrusu (kediler bildiğiniz gibi türünün en küçük örnekleridir ve bunların yavrusundan da daha küçük örneği yoktur kedigillerin) dışarıda şahin, içeride serçe kuşu olanlarla geçti yıllarımız. İçeride ve dışarıda bunlardan neler görmedik kimleri tanımadık ki… Zaten benim en belirgin özelliklerimden biri de insanları hele de ileri gelen bilinenleri pek yakından tanıma, öğrenme merakımın olmasıdır. Herkesin en kolay yapabildiğini sandığı fakat maalesef pek nadir insanın başarılı bir şekilde yapabildiği insan tanımayı yakından, uğraşarak öğrendim. Elbette ki mutlak manada alınmamalı bu sözüm…Mutlak manada kulunu yalnız Allah tanıyabilir, başkası değil; Örneğin Resulullah bile gelip kendisine dinini kabilece öğrenmek istediklerini söyleyen ve yanlarına verilecek öğreticileri yedirip içireceklerini, misafir edeceklerini söyleyen kimseleri ve maksatlarını anlayamamış, yanılmıştır. Bu verdiği kimselerin bir tuzağa düşürüldüklerini onlardan birkaçının yaralı olarak Medine’ye gelişinden sonra öğrenebilmiştir. Bu bakımdan başkasını tanımak, insanın kendini tanıması gerçekten pek kolay bir iş de değildir, öyle olduğu da görünüyor.
Yaşamamıza rağmen İsmet İnönü’yü, Adnan Menderes’i, Ömer Nasuhî Bilmen’i, Said-i Nursî’yi, Nihal Atsız’ı, Alparslan Türkeş’i, Nejdet Sancar’ı, Osman Yüksel Serdengeçti’yi, Necib Fâzıl Kısakürek’i, Osman Bölükbaşı’nı Mustafa Özeren’i ve 1 No’lu şakirdi Fethi Gemuhluoğlu’nu, Hamdullah Suphi Tanrıöver’i, İlk Meclis’te İskenderun Mebusu olan Sermet Efendi’yi, M. Zahid Kotku’yu, Erbakan’ı, Tahsin Demiray’ı, Turgut ve Korkut Özal kardeşleri ve adı anılamayacak kadar kimseyi pek yakından tanıdım. Bunların hepsi de benden en az 15-20 yaş, bazıları da kırk elli yaş daha büyük kimselerdi. Çekinmedim, yaklaştım ve yakından tanıdım. Hamdullah Suphi Tanrıöver’i, Şevket Râşit Hatiboğlu’nu ki bunların hiçbirini benim yaşımdakiler ve hele de bunların İslam’la yakından ilgilenenleri asla tanımazlar, yakından tanıdım. Hepsini saymaya gerek yoktur. Tahsin Demiray’ı da tanıdım. Pakistanlı Hamidullah’ı ve Bangladeşli Fazlurrahman’ı da tanıdım. Ayetullah Şeriatmedârî’yi, Beni Sadr-ı Ayetullah Humeynî’yi de tanıdım. Yalnızca Humeynî ile bizzat görüşemedim, yakından defaatla dinledim. Bütün bunlar bende çağrışımlar yaptı, bildiklerimi gözden geçirmeme vesile oldu. Ölçüp biçtim, yeniden yeniden yaptım bunu ki daha imbikten geçirilmiş fikirlerin sahibi olayım. Birinci Büyük Millet Meclisi azalarından İskenderun Meb’usu Sermet Efendi’yi tanıdım 1956’larda, yani kırk yıl önce, konuştum, konuştuk ve gerçeklerin hiçbir zaman kaybolmayacağı, gerçeklerin tabiatında yaşama kaabiliyeti bulunduğu gerçeğini ondan öğrendim daha çocuk yaşımda, 18’lerindeydim.
Bu tanıdığım kimseler içinde kendini dava adamı sayanlar bulunduğunu herkes bilir. Zira verdiğim isimler herkesin tanıdığı isimlerdir. Yakından tanıdığım bu insanların hele de bazılarının gerçekten ruhi dengelerinin bozuk olduğunu gördüm, çok iyi hatırlıyorum.
Bu bahsettiğiniz dava adamları aslında davanın ne olduğunu bilmeyen, düşünce ve tavırlarına hakim olmayan, çerçevesini bile çizememiş, bazı kırık-dökük şeylerle yola düşen biraz da Donkişot tiplerdir. Hele zaman içinde bunların büyük kısmı kafayı yemektedirler. Zira mevcutlarıyla içine girdikleri işin zorluğu bunların zaten ince tenekeden şaselerini eğiyor, büküyor ve perişan oluyorlar. Dayanıklılık doğru düşünmek, tutarlı düşünmek ve düşündüklerini gerçekleştirmeye yeterli olmakla mümkündür. Zira bir dava büyük bir şey olduğu gibi, onun yolu da uzundur, maraton koşusu gibi bir ömür boyu sürer ve bu mesafeye soluk yetiştirecek insan ister. Çocuk işi değildir dava adamı olmak… Ciddiye alınması gerekir ki ciddiyetiyle yürütülebilsin yoksa komediye dönüşür ve yürüyenini rezil eder, gülünç hale getirir dava yolu…
Tutarlı düşüncesi olmayanlar ruhî eksiklikleri sonucu ‘umacılar’ oluştururlar. Gerçeği görmeyenler, hayal ile yaşarlar. Uydurdukları hayallerindeki umacılara hücum ederek tatmin olmaya çalışırlar. Böylesi tatminler gerçek tatmin olmayacağı için de bunu yaptıkça daha da hastalanırlar, giderek halleri belki bir akıl hastanesinde sona erer.
Ben olmak çok önemlidir. Ben olmadan gerçekten biz olunamaz. Lâkin bunun da bir kriz noktası vardır. Bu noktada takılınıp kalınırsa, bu nokta aşılamazsa işte bu hal de insanı bitiren ve her şeyinden eden hallerden biridir. Ben olunmalı ve ben aşılmalıdır ki ben olmanın yararı görülsün ve benliği aşmanın bizliğe giden yoldaki yararına kavuşabilsin. ‘Ben’e çokça saldırılmasının altında yine Benlik yatmakta ve elindeki imkanları başkalarına vermek istemeyenlerin engellemesi olarak Benlik karşımıza çıkmaktadır. Ayrıca tasavvufun burada İslam dışılık olarak taşıdığı benliğin de tâ kendisi olan yolu, istemediklerinin eline bir şeyi vermeme hasedi, Allah’tan çok kendine râm olmuşlara el verilmesi, halife tayin edilmesi müslümanlar arasında asırlardan beri bir yandan İslam’ın kerih gördüğü benliği (haram sayılan gurur anlamında) yaşatıp büyütürken, kişinin kendisi olabilme yolundaki gayretlerin sonucu ortaya çıkacak olan gerçek benliği engeller olmuştur. Hitler’in toplumunda nasıl herkes kendisi değil bir Hitler olmuşsa, işte tasavvufçuların dininde de herkes kendisi olamaz, olmasına imkan verilmez ve ancak şeyhin istediği gibi olabilir. Şeyhin istediği gibi olmak ise eğilip, bükülmek, tam tamına kul olmak anlamındadır. Deforme olmuş insan, eğilip bükülmüş insan artık insanlığından uzak insandır, benliğinin sahibi insan değildir. Kişilik sahibi değildir, olmayı da göze alamaz. Teşebbüs etse ilk hamlesinde sürçer kalır. Büsbütün kötü olur. Böylesi insanlardan(!) oluşan bir toplumun ise yüksek performans göstermesi, bulunduğu yerlerden daha yüce ve yüksek yerlere varabilmesi mümkün değildir, giderek çöken, tükenen bir toplum olur ki müslümanların geriye dönülüp bakıldığında uzun asırları bu çöküşün tarihi olarak görülür. Sonuçta da bugün bulunulan yere gelinir. Yani öylesine büyük boşluklar doğar ki bu boşluğu tabiat affetmez ve başka şeylerle doldurur. Kendi ellerimizle boşalttığımız İslam’ın yerini her çeşitten küfrün aldığını açıkça görmüyor muyuz?
Sorunuzda değindiğiniz husus önemlidir ve bunun öneminin anlaşılması oranında içinde yaşadığımız toplum bugünkü halinden kurtulur ve daha yükseklere çıkabilir. Bunun önemi şimdilerde pek anlaşılmış görünmemekle birlikte önümüzdeki günler akılların başlara geleceğini umduğumuz günler olarak bu süreci yaşayacağımız inancını taşıyorum. Evet ‘Ben’ olmaktan korkmamalı, Bencil olmaktan korkulmalıdır. Ben olunmalıdır ki Biz olunabilmelidir. Fert, fert olmadan toplum kitleleşemez sağlıklı bir toplum olamaz.
Soru 10 — Biri yanınıza sokulup “Ne zaman güneşi uyandıracağız?” deseydi ne derdiniz?
Ercümend Özkan: Sen kendine bak, ben zaten bu işi yapmaya çalışıyorum. Madem ki sen de aynı şeyi düşünür olmuşsun, haydi düşünce ve gayretlerimizi birleştirelim ve ‘Güneşi uyandırmayı daha da hızlandıralım’ derdim. Bunun için uğraşıyorum ya… Uğraşımı, uğraşısına katmak isteyen, uğraşısını uğraşıma katmak isteyen beri gelsin için otuzbeş yıldan beri uğraşıyorum. Çok mesafeler aldığımız kanısındayım. Bizim uğraş metodumuz sünnetullaha uygun olan metod olduğu için tıpkı yeni doğan bir çocuğun ana dilini gramerinden başlayarak öğrenmeyip, önce kulak dolgunluğu ile başlamasının giderek ana-baba, abla-ağabeyin ağzına bakarak ses çıkarmasına, yüz ifadelerinin oluşmasına yapılan katkıları insiyâkî olarak algılayan bebek günün biri gelir ve ana dilini -annesinin dilini- öğrenmişliğin belirtileri ile gözönüne çarpar. Önce kelimeler, sonra kısa cümlecikler, daha sonra da akıllı akıllı cümleler kurmaya yönelir. Hepimiz ana dilimizi böyle öğrendik. Bundan böyle de böyle öğreneceklerdir bütün bebekler.
Elli yıl önce ilkokulda yazıyı öğrenirken, ana dilimizi değil, bildiklerimizi yazı ile ifade etmeye çalışır ve ağzımızdan çıkanları belli işaretlerle öğrenmeye çalışırken, yaptıklarımız sadece harf denilen belirli şekilleri tanımak, bunların birbiri ardına yazılışını ve birlikte çıkardıkları sesleri bellemek ve cümleleri de okumak şeklinde cereyan ediyordu çalışmalarımız. Daha sonra ortaokulda, hayatımızda duymadığımız bir başka dili, fransızcayı da öğretmeye başladılar. Fransızca, ara sıra turistlerden bazı kelimelerini duyduğumuz ama anlamadığımız bir dil idi. O yılların Türkiye’sinde henüz Osmanlı sonrası Fransız modası devam ediyordu. Hemen bütün okullarda veya okulların en az % 90’ında Fransızca okutulurdu. Almanca ve hele de İngilizce çook sonraları okullarda yaygın olarak okutulmaya başlandı. Fransızcayı öğretmeye çalışırken öğretmenlerimiz gramerinden, fiil çekimlerinden, bu çekimlerin ezberlenmesinden, şahıs zamirlerinden ve bunları ezberletmekten işe başlarlar ve böyle sürüp giderdi. Üç yıl ortaokulda, dört yıl da liselerde haftada bilmem kaç ders yabancı dil okuduğumuz halde liseyi bitirdiğimizde ‘Nasılsın, neredesin, kimsin, şu kaça’ v.s. türünden küçük soruları aşan şeyler öğrenmemiştik. Bu derslerden sınıflarımızı da geçerdik.
Sonradan anlıyorum ki dil öğrenilmesinde metod yanlışlığı yapılıyordu. Dil öyle bizlere öğretilmeye çalışıldığı gibi öğrenilmiyordu. Dili en iyi öğrenme metodu doğal olan herkesin ana dilini öğrenme metodu idi. O da önce kulak dolgunluğu edinmek, sonra küçük ifadeler kullanabilmek, daha sonraları düşüncelerini veya algılamalarını ifade edebilmek şeklinde olmalıydı. Yıllar sonra da olsa bu metodun gerekliliği anlaşıldı ve okulların birçoğunda da ana dil öğrenme metodu yabancı dil öğrenme metodu olarak benimsendi ve uygulamaya konuldu. Bunlarla anlatmak istediğim şey şudur: İş, işin içinde öğrenilir esas kaidesinin anlamını anlatmaya çalışıyorum. Doğal olarak ‘Güneş, nasıl uyandırılırsa, öyle uyandırmaya’ çalışalım. Bu işler zorlama ile olmaz, her işin bir tabiatı vardır ve tabiatına aykırılığı hiçbir iş kabul etmez. Yapılacak şey, düşünceleri ve gayretleri birleştirmektir. Bu doğallıkta seyreden disipline bir çalışma ile ‘güneş uyandırılabilir’ diyor ve dediğimizi yapmaya çalışıyorum. Ve bu vesile ile de diyorum ki “Haydi!… Güneşi birlikte uyandırmaya çalışalım.”
Soru 11 — Bir ateisti bütün bir samimiyetinizle hiç anlamaya çalıştığınız oldu mu? Tabii vasat bir ateisti…
Ercümend Özkan: Türkiye şartlarında hele de bizim gençlik yıllarımızda şartlar insanların ‘Ben ateistim’ demesine, diyebilmesine pek elvermediğinden doğrusu bir ateistle karşılaştığımı söyleyebilmem pek mümkün görünmüyor. Ara sıra, örneğin Basın Haber Ajansı olarak ilişkimizin bulunduğu Devlet Tiyatroları Genel Müdürlüğü’nde. Opera ve Bale Genel Müdürlüğü’nde fatura tahsili için gittiğimde bazı kimselerle karşılaşmış ve bunlardan birinin ağzından böyle bir ifade duymuştum. Konuşmaya çalıştı isem de yaşı da benden büyük olan bu adamın söylediklerine sahib çıkabileceğini görmedim ve konuşmak, arkasını getirmek istemedi. Durup dururken böyle bir ifadede bulunmadı. Ben bulunduğum her yerde şöyle veya böyle müslümanlığı gündemde bulundurmayı bilmişimdir. Hiçbir ortam beni bu konudan uzak tutamamıştır. Yine aynı şekilde müslümanlığı gündeme getirdiğimde bu şahsın Ben Allah’a inanmıyorum dediğini ve ona peki öyleyse var mı, yok mu konuşalım dediğimi ve konuşmayı sürdürmeyi isteyen tarafın ben olduğumu gün gibi hatırlıyorum. Sanıyorum bundan 33 yıl önce idi…
Çocukluk yıllarımızda yakınlarımız da dahil özellikle de köylü çocuklarını yoksulluklarından yararlanarak eğiteceğiz diye Köy Enstitüleri’ne götürdüklerini bilirim. Geleneksel olarak müslümanız diyen bu köylülerin çocuklarının üç kuruşluk ekmek için bu Enstitüler’de ne hallere getirildiğini de görmüşümdür. Zira hemen hepsi dinden, imandan habersiz, hatta dine de, imana da karşı çocuklar olarak yetiştirilir ve köylerine ‘Mürşid’ olarak gönderilirdi, Toprağı sürmeyi de, koyun gütmeyi de, marangozluğu da, atları nallamayı da bütün köylüye öğretmek üzere yetiştirilen bu ‘Mürşid’leri köylü ukalalıklarından dolayı hemen dışlayıverdi ve bünyesi dışına attı bunları, kendi çocukları oldukları halde… Zira öylesine kendilerine güvenli, öylesine burunları havada idiler ki hiçbir köylü bunların, bu hallerine dayanamıyordu. Bu yüzden de dışladı bunları. İşte bu Köy Enstitüsü akrabalarımızı da yakından tanımış ve onlarla daha çocuk yaşlarda tartışmıştım. Ama öylesine bir tartışma idi bunlar. Fakat yine de karşımızda duramadıklarını görüyor fakat onları yollarından da çeviremiyorduk. Kompleksli, aşağılık psikolojisi içinde yaşayıp hayatları sona erdi bunların…
İsmet İnönü’nün millî şefliği dönemleri özellikle Millî Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel ve onun hatırladığıma göre Orta Öğretim Genel Müdürü Hasan Tonguç’un başını çektiği bu dinsizlik, ateizm eğitimi herhalde bu halkı laikleştirmek için tutulan bir yol idi ve köylüden başladılar. Zaten asırlardan beri köylü eğitilmiyor, el yordamı ile tecrübelerinden yararlanarak İslam’dan da kendine sinmiş özellikleriyle yaşıyordu. Misafirsever idi, iyilik severdi, hayrı hiçbir karşılık beklemeden yapardı. Kendi üretir, kendi tüketir ve fakir fukarayı görüp gözetirdi. Bu Enstitülüler, köylünün elindeki bu özelliklerini de alıp, onları tümüyle özelliksiz hale getirmek istediklerinden köylüler bunlara metelik vermedi.
Çook daha sonraki yıllarımda 1968’lerde Ankara Merkez Cezaevi’nde verdiği bir konferansta marksizm propagandası yapmışlığı nedeni ile koğuşumuza getirilen meşhur marksist Mihri Belli ile 3 buçuk ay koğuş arkadaşlığı yaptık. Fakat asla böyle konulara girmedi ve konuşmadı. Zira cezaevlerinin bile bu konularda ne denli ‘Allah’ına söyletmeyenler’le dolu olduğunu, yıllar öncesinde, 1951’li yıllardan girdiği cezaevlerinden yakından biliyordu. Bana açıkça böyle söylememesine rağmen ben böyle tahmin ediyordum. Hatta kendi konferansını Türk Solu dergisinde yayınlayan Abdülvahhab isimli bir ODTÜ öğrencisi ile tartışmamıza, konuşmamıza bile tahammül edemiyor ve ‘Herkesin fikri kendisinin, burası cezaevi…’ diyordu. Mihri Belli, Kalkavanların kızı marksist Dr. Sevim Tarı ile evli idi ve yıllarca onunla birlikte cezaevlerinde yatmıştı.
Kısaca söylemek gerekirse gerçekten karşımda öyle birini bulamadım konuşmak için desem yeridir. Belki de benim kesin tutumum, karşımdakinin konuşmasını güçleştiriyordu, nereden bileyim… Ciddi bir karşılaşmam olmadı herhangi bir ateist ile… Zaten çoğu kez kendim Allah var mı, yok mu diye gündeme getirir ve konuya böyle başlardım. Bu sebeble de olsa kimse benimle ‘Allahsızlığı’ konuşmadı, konuşamadı… Hukuk Fakültesinde konuşmak isteyen birkaç aklı evvel çıktı ise de hazır cevaplığım ve tutarlı sözlerimle konuyu kesmek zorunda kaldılar. Yıllar ellilerin son, altmışların ilk yılları idi…
Sorunuza gelirsek herhangi bir ateist karşıma çıkmadı ki onu anlamaya, dinlemeye imkan bulabileyim. Hem her zaman ateistlerin kompleksli olduklarını gördüm, ezilmişliklerini gördüm. Yaşantısının iyi gitmediğini ve bunu fatura edecek yer aradığından Allah’a fatura ederek kendilerini kurtaracaklarını sandıklarını gördüm. Ateizmin temelinde yatan nedenlerin acizlik ve acizliğin faturasını başkasına çıkarma eksikliğinin yattığını söyleyebilirim. Şu veya bu sebeble cemiyetten dışlanmış, küçük görülmüş, beceriksiz, ezik kimseler arasından çok ateist çıktığı sizin de dikkatinizi çekmiyor mu?
Allah var demenin faturasını ödemekten korkanların fatura ödememek için Allah yok demeleri kadar basit görüyorum konuyu… Ne olsa Allah’ın sünnetinde hemen perçeminden yakalayıp ateşe atmak yoktur. Kısa olan ömürlerinin bitmeyeceğini sanıyorlar ve ‘Dehrî’ler gibi hareket ediyorlar ve onlar ‘zaman’ ile her şeyi açıklamaya çalışırlarken, bunlar da ‘madde’ ile açıklamaya çalışıyorlar. Yaratıcıya sığınacak yerde O’nun yarattığına sığınmakla da bir yere varılamayacağını görmeleri gerekirdi. Ama kimi gözler kör, kimi kulaklar sağır, kimi kalbler galiba mühürlü olmalı ki sonuçta kimileri hâlâ aynı yolda yürümeyi sürdürmek istiyorlar…
Daha 16 yaşlarında iken memleketim olan Mucur’da, Mucur’a ne zaman göçmüş iseler göçmen olarak gelmiş bir ailenin birbirinden farksız üç oğlundan biri ile kahvehanelerde bu konularda münakaşa ederdim. Yaptığım açıklamalar, izahlar kendisine tatmin edici gelirdi ki namaza başlardı. Benden hemen hemen 15-17 yaş büyüktü. Nasıl ki derdim, insanlar olmazsa insan elinden çıkma, insanın yaptığı bir şey de olmazdı; mesela şu Mucur’da insanlar yerleşmiş olmasa idiler, burada insan eliyle yapılmış ne bir bağ, ne bir bahçe, ne de bir ev bulunmazdı. Öyle ise Allah olmasaydı, kainat da olmazdı gibi teşbihlerle anlatmak istediğim şeylere açıklık getirmeye çalışır ve muhatabımı ikna ederdim veya en azından bana karşı söyleyecek bir sözü kalmaz, susardı.
Öyle özel olarak olmasa bile zaman zaman Allah’ın varlığını anlatma gereği duymuşumdur küçüklükten beri… Daha sonraları ise bunu bir sistemin temeli olarak binlerce insana ders olarak verdim, anlattım, tanıştım ve inandıklarının ne olduğunu bilerek inanan insanlar oldular ve bugün Türkiye’de onbinlerce insanın seviyesinin belirli bir düzeye gelmesinde bizim nâçizâne gayretlerimiz ve bunları Allah’ın yardımı ile bereketlendirmesi vardır. Doğrudan veya dolaylı olarak yetiştirdiğimiz insan sayısı yalnız Ankara’da 5 binden fazla üniversite öğrencisi olmuştur. Memur, işçi ve halktan insanlar ise bunlara eklenmelidir.
Soru 12 — Edebiyatın bence en güzel çalışmaları ‘Deneme’ türüdür. En az bağımlı olanlar bir yerde denemeciler diye düşünülüyor. Bu yargıya katılır mısınız?
Ercümend Özkan: İnsanın kendini ifade edebilmesi bakımından ‘denemeler’in daha rahatlıkla yazılan yazılar olduğu doğrudur. En azından kimseye-görücüye çıkma derdiniz yoktur. Ben yazıyorum ama deneme mi oluyor, hikaye mi, roman mı doğrusu bunları düşünmeden yazıyorum. Yazdıktan sonra kimileri hatırat, kimileri makalelerin, kimileri de genel olarak yazıların çok akıcı, insan başlayınca bitirmeden edemiyor diyorlar. Sanıyorum bu özelliğimi tabiliğimden alıyordur yazılarım. Gerçekten hiçbir kuralı göz önünde bulundurmadan, hiçbir şeyden sakınmadan yazarım. Öylesine ki bir halk şairinin, bir zaman eline sazını alıp döktürmesi gibi ben de sazım olan küçücük daktilomu elime alıp, başına geçince kaç sayfa yazarım bilmiyorum. Hele de böylesi sorulara cevap verme konusunda galiba epeyce birikimliyim de… Ayrıca beni yazı yazarken en çok sıkan şey yazıyı yazma akışkanlığımın engellere takılmasıdır ki bu engeller yazının içinde değindiğim hususlarda delil gösterme, not düşme şeklindeki durumlardır. Bunları arayarak yazımı yazıp bitirmek istersem sürünür ve birkaç günde bitmez olur. Bunun için o akışkanlığımı engellememesi için o alıntıları, delilleri veya notları yaklaşık ve hatırımda kaldığı şekliyle alırım ve yazmayı sürdürürüm. Ne zaman yazı biter ondan sonra bu dipnotların, delillerin, alıntıların kaynaklarını arar, bulur ve sonra bunları yazıya eklerim. Böylece yazıdaki insicam asla kaybolmaz, akıcılığı hiç bozulmaz. Duraklama olmayınca çok akıcı oluyor yazılarım. En azından ben öyle hissediyorum. Lâkin çok çeşitli kimselerin de bana bizzat ifade ettikleri gibi gerçekten akıcılığından bahsettikleri gibi yazılarımı okumaya başlayınca bitirmeden edemeyenlerin sayıları herhalde epey çoğa benziyor.
Herhangi bir yere hesab vermeyecek, başınıza buyruk yazacaksınız. Doktora tezi olmayacak yazdıklarınız. Böyle olunca da somurtkan olmaktan çıkıyor. Doğal olarak ne birikmişse kafanızda o çıkıyor elinizden veya ağzınızdan… Yemek yemek gibi, su içmek gibi tabii bir şekilde oluyor bu işler. Siz adına deneme diyorsanız ben de denemenin insanı en az bağlayan bir yazı türü olduğunu söyler ve size katılırım. Şu anda da yaptığım galiba deneme olmalı…
Soru 13 — Adamın biri ‘Aylaklığa övgü’ diye bir kitap yazmış. Aylaklık gerçekten övülmeli mi ayrı bir konu. Fakat günümüz toplumlarında özellikle Batı toplumlarında insanlar saatlere ayarlı durmadan çalıştırılıyorlar. Bu tavırlarda insanın doğasına aykırı bir yan görüyor musunuz?
Ercümend Özkan: Aylaklık şayet herhangi bir sorumluluk taşımamaksa bu anlamıyla aylaklığa kesinlikle karşıyım ve hoş görmem. Şayet aylaklık kendinizi dinlemek, düşündüklerinizin ve yaptıklarınızın muhasebesini yapmak ve bundan sonra daha iyiye, daha doğruya yönelme sürecinin bir parçası ise bu takdirde bunu överim, övmekle kalmam yaparım, yani aylak aylak dolaşırım da… Fakat halk arasında söylendiği gibi ‘Aylak, aylak, eli boş dolaşıyor. Hiç sorumluluk taşımıyor’ anlamına gelen aylaklığın kulağından tutar bükerim. Zira bu anlamda hayatta bir günüm bile geçmemiştir. Hele de hayatımın anlamı iyice belirdikten sonra böylesi aylaklığa metelik vermediğim gibi metelik verenlere de metelik vermedim, sevemedim onları, müsamaha ile karşılayamadım. ‘İt taşlayıp geziyor’ denilen cinsten basite aldığım, önemsemediğim ‘Avrat yok, akıl yok’ anlamının kapsamında gördüm böylelerini…
Batı toplumlarına gelince insanın kendini dinlemesine fırsat vermeyen ve bir makina duyarsızlığı ile hareket eden insanları insanlıklarından çıkmış görürüm. Yakından müşahade ettiğim de budur Batıda… Her şeyleri var fakat huzurları, hayattan aldıkları bir zevkleri olmayan, adı insan olan yaratıklar haline gelmiş ve anlamsız hayatları ile nereye varacaklarını kendilerinin bile bilmedikleri, bilmeyi de düşünmediklerini gördüm yakından. İnekleri bile ineklikten çıkarılmış batı toplumlarında özellikle Hollanda’da inek ahırlarındaki inekleri uzun uzun seyrettim. Ahır sahibleri ile beraber seyrettim. İnanınız hormonlarla inekliklerinden edilen ineklerle, dünya görüşü kısırlıklarının sonucu inekleşmiş insanları gördüm. Nasıl yaşadıklarını, hayattaki amaçlarının ne olduğunu sordum ve dişe dokunur bir cevap da alamadım. Yolları yaratıcılarının çizdiği yoldan ayrılmış, belki de hiç o yoldan gitmemiş bu insanlara acımak duygusundan başka bir şey hissetmedim. Zira gerçekten acınacak durumda idiler. Anlamsız bakışları tıpkı hormonla büyütülmüş ineklerinkine benziyor inanınız. Makinayı bulmuşlar, makinayı kendilerine benzeteceklerine kendileri makinalara benzemişler ve makinalardaki duygusuzluğu, zaman içinde, makinaların başında edinmişler. Belki de şuur altlarında bu böyle olmuş, fakat hiç kimse de onlara bu nasıl iştir dememiş sanki… Zira sürüp giden yaşamları bunu gösteriyor.
İnsan doğa için değil, doğa insan içindir. Allah Kur’an’da da buyurduğu gibi eşyayı insanların emrine musahhar (amâde) kılmıştır. Bu sebeble tabiattaki eşyadan yararlanmak, eşyanın tabiatındaki özelliklerden yararlanmak ve hayatı daha kolay kılmaktır insanın yapacağı. Verilen dünya nimetlerinden hem kendisi hem de başkalarını yararlandırmaktır insandan beklenen. Lâkin Batı alemi bunu yapmamış, yapamamış ve başkalarını sömürmüş ve giderek ahlak haline getirdikleri bu yaşam tarzı kendi insanının da sömürülmesine hiç ses çıkaramaz olmuşlardır. Bir yerde ‘Bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler’ anlayışı öncelikle kendi insanını ezerek geçme ve kendi insanını engelleyerek yapma şeklinde bir hırsa dönüşmüş ve acımasızlık Batı’nın ahlakı olmuştur.
Eşya insan içindir ve insan eşyadan, eşyanın özelliklerinden yararlanacaktır. Lâkin asla eşya gibi duyarsız olmayacak, kendini eşyaya benzetmeyecek, eşyaya kendi hususiyetlerini kazandıracak iken, bunun tam tersi yapılmış ve insan eşyalaştırılmış, makinalaşmıştır. Duygusuzluk da eşyanın ana özelliği olduğundan eşyaya benzeyen insan da duygusuzlaşmış ve bugün dünyayı da kirleten kendi yaşadığı ortamı da yaşanmaz hale getiren hilkat garibesine dönmüştür. Kendi elleriyle, kendi kafasıyla bunu becermiştir. Çevresini kirletenlerin öncelikle kendilerinin, kafalarının kirli oldukları dikkatlerinizi çekiyor mu? Çekmiyorsa çeksin, bakın çevrenize çevreyi en çok kirletenler, çevreden en fazla, daha fazla yararlanacağız hırsı taşıyanlar değil midir? Daha iyi yaşam uğruna mevcut yaşamı da tehlikeye sokanlar bunlar değil midir?
Sorunuza dönersek açıkça deriz ki ‘aylaklığa övgü’yü vurdumduymazlık, sorumsuzluk olarak anlıyor ve insanım diyenlerin bu hallerden tiksinmeleri gerektiği kanısını taşıyorum. Kendini dinlemek, günlük, aylık, yıllık iç muhasebesini yapmak ise insanı insan eden sürecin vazgeçilmez safhalarıdır. Ve bunların aylaklıkla uzaktan yakından ilişkisi yoktur diyorum.
Soru 14 — Bütün çağlarda insanlar, medyumlara, tarotlara, cindarlara yani büyücülere hep rağbet edegelmişler, etmekteler de… Bunun sizce gizi (sırrı) nedir?
Ayrıca kendini müslüman olarak sıfatlayan çoğu insan, bir tür büyücülük olan tarikatlara neden bu denli koşmaktadır? Oysa bu büyücü başlarının ne ülkeleri bazında, ne de uluslararası, insanların yararına olabilecek gözle görülür bir buluşları, eserleri falan da yok. Öyleyse bu rağbet niye?
Ercümend Özkan: Bunun temelinde yatan ana sebebin insanların aczi olduğu inancında ve müşahedesindeyim. Kolaycılığın bir ürünüdür bu gibilerin peşine takılmak. Beceriksizliktir nedeni, başarısızlıktır. İçlerinde ve daha ziyade de başlarında çok becerikli kimseler bulunmakla birlikte bunlar alt tabakaları sömürmek, istedikleri istikamete çekmek ve alt tabakanın sırtında gezmek ve kolay yaşamak için bulunurlar.
İnsanoğlu acizliğinin, zayıflığının sonucu tarih boyunca hep eliyle yaptığı, gözüyle gördüğü, dokunabildiği ilahları (putları), göremediği, elleyemediği Allah’a tercih etmişlerdir. Allah tarafından gönderilen peygamberlere rağmen buna rağbet etmeleri acizliklerinden başka bir şeyle açıklanamaz. İnsanın aceleciliği de acizliğinin ana özelliklerindendir. Sabırsız insan, gözleriyle gördüğü, elleriyle dokunabildiği ilahlara, önlerine düşen ruhban sınıfının kandırması sonucu düşüyor ve bir daha da çıkamıyor. Zira gaybî tehditler, cennetin anahtarlarını ellerinde bulundurmalar, aforozlar, zinhâr’lar hıristiyanında, müslümanında maalesef çok tanrılı dinlerde olduğu gibi yaygınlaşmış hatta kimi yerlerde esası teşkil eder hale gelmiştir. Yanlışlar, yanlarında çok kimsenin bulunması ve uzun zamanlar sürüp gitmesi sonucu doğru gibi algılanıyorlar ve “elde var bir” şekline dönüşüyor iş. Ve insanlara yanlışlarını günün birinde söyleyen çıktığında ise ilk cevap “Bu kadar insan yanılıyor da filan mı isabet ediyor?” gibi basit halk mantığının ürünü olan cevapla karşınıza çıkıyor ve çevresine bakıyor böyle derken de… Çevresinden güç alırsa daha bir yiğitleniyor ve kendisine doğruyu söyleyene karşı daha bir sağlamcı imiş gibi davranıyor. Toplumun önünde bulunanlar bütün hesaplarını halkın kabul ettiği şeylere bağladığından ve bu temele dayandırdıklarından öncelikle doğruya yeni olsun eski olsun onlar karşı çıkıyorlar ve halkı arkasına alarak size karşı koyuyor. Buna lügat anlamıyla ve tam manasıyla DEMAGOJİ denildiğini kitablar yazıyor olsa da halk demagojinin ne olduğunu nereden bilecek, zaten yüzeysel bir düşünce ve yaşam biçimini sürdürüp gidiyorken ve alıştığından da yeni işittiği doğrular kendini yokuşa sürdüğünden zor geliyor ve içgüdüleriyle hareket ederek vazgeçiyorlar veya göze alamıyorlar yokuşa doğru gidebilmeyi… Hep kolaylık, alışmışlık insan için yönlendirici olagelmiştir.
Büyücülerin, tarotlara başvuranların, gaybtan haber veriyorum diyenlerin peşine takılanlarla, kendini ilah ilan edenlerin ve insanları Allah yerine kendilerine kul edenlerin hepsi çıkarlarını düşünenler ve insanların sırtından geçinenlerdir. Belki yaptıklarını doğru bilerek yapıyorlar. Lâkin özellikle de İslam adına bu tür işleri yapanların dönüp bir de dinleri olduğunu söyledikleri İslam’ın Kitabına bakmaları ve yaptıklarını onunla sağlamalı değil midirler? Bunu yapmıyorlar. Allah açık açık ayetlerini belirttiği halde bunlar o açık ayetleri örtüyorlar, anlaşılmaz yapıyorlar ve çevresindeki insanların sırtından geçinebilmeyi sürdürmek için kendilerinin anlayabildiğini söyleyip duruyorlar. Allah, dinini kullarına kolaylaştırdığı halde bunlar Allah’ın dinini insanlara zorlaştırıyorlar, merasimlere boğuyorlar. Ve giderek tamamen farklı bir dinin sahibi oldukları gibi, arkalarındaki insanları da İslam dışı farklı bir dinin, Allah katında din sayılmayacak bir dinin sahibi yapıyorlar. Bu sebeble de önlerinde kendileri olmak üzere arkalarından gidenleri de cehenneme sürükleyip götürüyorlar. Zira bu tür işlerde akıl kesinlikle devre dışıdır. Akıl devre dışı kalınca da geriye ne kalıyor? Duygular, içgüdüler gibi hayvanlarda da bulunan bazı nitelikler. Bunlarla da eğri ile doğruyu ölçebilmek mümkün değildir. Bilmedikleri işin ardına düşenler, karanlığa taş atanlar bunlardır. Ve yaptıklarının hiçbirinin gerçekle uzaktan yakından ilgisi bulunmamaktadır.
Akıl olmayınca insanın dini mi olur, başka bir şeyi mi? Aklı olmayanları muhatab ve mes’ul kabul etmeyen İslam’a rağmen Allah’ın akıl verdiklerinin de akıllarını devre dışılığa iten tarikatlar insanları hayvanlaştırıyorlar. Allah’ın akıl verdiği kimse, tuttuğu yolun gereği aklını devre dışı bırakırsa -ki tarikatlarda böyle yapılıyor- bunun hesabını asla veremez. Ve imtihanı kaybeder. Verdiği akıldan uzak kalmaktan Allah’a sığınırız.
Soru 15 — Türkiye’de bir “Japon Modeli”dir adeta dillerde türkü olmuş. Gerçekte bunların insanın özgürlüğüne ilişkin esinlenecek neleri var? Çok çalışmaya güdülenmiş bu insanlar, yani bir tür çağdaş köleliğin iflah olmaz zavallıları değil mi? Yaşamanın amacı durmadan başkalarına ekonomik fark atmaya çalışmak mı?
Bu anlayışın içinde insanın özgürlüğünü örseleyen amansız bir yanlışın olduğunu söyleyebilir miyiz?
Ercümend Özkan: “Japon Modeli” olarak isimlendirilen model herkesin bilmesi gerektiği gibi yalnızca çalışmaya dayalı ve çok üretmek ve ucuza mâletmeye dayalı bir modeldir. Buna ulaşmak için insanlar karıncalar gibi çalışırlar, çalışırlar, çalışırlar. Durmadan, dinlenmeden çalışırlar. Sonuç olarak ülke ekonomisi dış ticaretinde fazla verir, hayat seviyesi yükselir ve yeni buluşlar üretimi artırmak ve daha ucuza mâletmek içindir. Bütün bunlar asla insanın insan olarak ihtiyaçlarını düşünen ve göz önünde bulunduran şeyler değildir. İnsan, sanki bir üretim aracıdır ve ne kadar çok üretirse o kadar çok insan olurmuş gibi bir anlayış Japon modelinin özünü teşkil eder.
Japon Modeli gerçekte batı modelinin, daha çok çalışmaya dayanan ve daha çok üretmeyle sonuçlanacak bir taklidinden ibarettir. Batıda da insan unsuru öncelikli unsur olmayıp, insanın yalnızca ekonomik ihtiyaçları bulunan bir varlık (homoekonomikus) olarak algılanmasıdır ki gelişmeler insan için olacağına, insan gelişmeler uğruna feda edilmiş ve fıtratına aykırı olarak geliştirilmek istenilmektedir. Sonuçta insan ekonomik bir varlık olarak algılanmış ve yalnızca bu gözle görülür olmuştur. Bunun sonucudur ki insan, insanî özelliklerinden uzak kalmış, bu özellikleri unutmuş ve biri diğerinin kurdu olma yolu açık tutulduğundan gerçekten de birbirini yer olmuştur. Lese pase, lese fe (Lasse passe, laisse faire) insanın ipini koparmasının bir diğer adıdır. İpi kopan, koparılan insan artık zaptedilemez olmuştur. Yeni kıtalar keşfetmiş, doymazlığı ile adeta domuzlar gibi yiyeceğinden on mislini de heder ederek dünyanın dengesini bozmuştur. Pek kısa zamanda mevcut servet bir avuç insanın elinde toplanmış ve büyük kalabalıklar muhtaç duruma düşürülmüşlerdir. Marksizmin de menşeinde yatan sebeb budur.
İnsanı insana bırakan, insanın elinden gelenleri insan için kullanan, insanı daha da insanlaştırmanın yolunu tutan sistem elbette ki insan fıtratına uygun olan sistemdir. Mal ve servet insan içindir, insan mal ve servet için değildir. Lakin batı dünyası insanlığa bunu unutturmuştur. Japonlar da batıya karşı koyabilmek için bu modeli benimsemişler ve batıdan daha çok çalışarak insanını adeta makinalaştırmışlardır. Bu cümleden olarak Japon Başbakanı geçenlerde batılılar için “Onlar Ağustos böceği gibidirler” demişti. Buna cevap veren Fransa başbakanı ise Japonlar için “Japonlar karınca gibi çalışmayı bilirler, başka bir şeyi değil…” diye cevap vermişti. Batıda giderek azalan çalışma üretimi düşürürken, eğlenmeye sarf edilen para daha çok gelire ihtiyaç duyuruyor. Sosyal sigorta sistemleri ülkelerin varlıklarını tehdid ediyor. Zira çalışmadan kazanmak, nerede ise çalışarak kazanmaya tercih edilir durumdadır ve yöneticileri bu durum epeyce düşündürüyor. Sosyal sigorta sistemlerine yeni bir şekil vermeyi hatta esastan değiştirmeyi düşünüyorlar. Çalışanların kendilerine bırakılmak istenilen yarınları düşünmek fikri ağır basıyor.
Kısaca belirtmek gerekirse Japon Modeli, esas itibariyle imrenilecek bir model değildir. İnsan elbette ki üretmelidir. Ürettiğini kaliteli üretmelidir. Üretilenden daha çok insanın nasiblenmesi için üretmelidir. Üretilenden elde edilenlerin belirli bir takım insan arasında tedavülü için değil, daha çok insan arasında tedavülünü sağlayacak şekilde ve kadar üretmelidir. Lakin bilmelidir ki üretim insan içindir, insan üretim için değildir. İnsan çalışma hayatının ürünlerinden de yararlanacaktır. Hayat bir bütündür ve ekonomik yanı ile bir bütündür. Hayatın hiçbir yanını ihmal etmemek ve bütün yanlarıyla hayatı kavramak ve anlamak suretiyle hayata sahib çıkmak gerekir. Hayatın amacı asla üretmek değildir. Hayatın amacı asla şehvet değildir, mülkiyet, makam sahibi olmak değildir. Lakin bunların hepsinin hayatın içinde kendilerine has yerleri vardır. Herhangi bir şey, gereğince değerlendirilmez ise mutlaka aksaklık verir. Gereği kadar değerlendirmek adalet iken, gereğinden az veya çok değerlendirilmesi de dengeyi bozar ve istenilen sonuçtan insanı uzaklaştırır. Ekonomiye verilen değer ile şehvete verilen değer elbette ki insan ihtiyaçları boyutunda olacaktır. Herhangi birinin diğeri aleyhine veya lehine değerinin artırılması dengesizlik doğurur ve bu dengesizlik insanı saptırır ve fıtratından uzaklaştırır. Bütün bunlar insan için, insanın hayattan haz alması için Allah tarafından verilen özellikler iken, bu özelliklerin değerli kullanılmayışı hayatın tadını kaçırır ve kaçırmaktadır.
Japon Modeli özenilecek bir model değildir. Makinalaşmış insanlar üreten bir sistem olup, yalnızca eti ve sütü için beslenen Hollanda inekleri gibi eti ve sütü bol olur ama inek bile inekliğinden çıkar bu modelde… Nitekim Hollanda’da ahırlarda yaptığımız incelemelerde, anlattıklarımızı bizzat gördük. İnsanların kaderi ise inekleşmek veya inekleştirilmek olmamalıdır. Batı ve Japon modeli, insanı inekleştirmektedir. Tabiatı bozulan insan ise önüne dökülen yemi yemekten ve altına oturana kendini sağdıran bir varlık olmaktan öteye geçememektedir.
Soru 16 — Karşı cinse açık olmamış birilerinin büyük adam olmasını mümkün görüyor musunuz? Allah’a aşık olmak nasıl bir şey? “Bir olmak, birbirinde erimek, Allah’da yok olmak” deli saçmaları mı? Bir hastalık sonrası sayıklamaları mı? Yoksa kötü cinlerin çaşıtları(casus)nın kafa bulması mı?
Ercümend Özkan: Cinslerin birbirilerini tanımamaları, birbirlerine insan olarak ayrı cinsler olmalarına rağmen bakamamaları, elbette ki bu durumdaki insanların dengelerinin bozukluğunun işaretidir. İnsan erkek veya kadın olarak biri diğeri ile konuşamaz, soramaz, anlatamaz, anlayamaz ve anlaşmayı beceremez ise mutlaka rahatsızlıklar çıkar ve çıkmıştır da… Bu sebeble kadın-erkek ilişkilerinde insan fıtratına uygun davranışlar, cinslerin birbirlerini insan olarak tanımalarına imkan verecek şekilde yürütülmeli ve sağlıklı bir şekilde de sürdürülmelidir.
Yukarıda söylediklerimizi biraz daha açar ve hayata uyarlarsak örneğin bir erkeğin bir kızı beğenmesi ve onunla hayatını birleştirmeyi istemesi kadar doğal bir hal olmazken, yine bir kızın da beğendiği erkekle hayatını birleştirmeyi istemesi ve bir hayatı ortaklaşa sürdürmeyi istemesi kadar doğal bir şey yoktur. Buna karşı çıkanlar insan doğasına karşı çıkanlardır, bu doğayı anlayamayanlardır. Fakat bilinmelidir ki insan haysiyeti karşı cinslerin haysiyetlerini korumak kaydı ile birbirleriyle ilgilenmelerine imkan tanımaktadır. Bu yapılmaz, geçici hevesler uğruna ümitler, vefalar, iyilik duyguları yok edilirse bu takdirde hayatı boyunca unutması mümkün olmayan rahatsızlıklara sebeb olunmuş ve yaşam huzur verebilecek bir şey iken huzursuzluğun kaynağı haline getirilmiş olur. Nazik bir konu ve ilişkiler nezaket isteyen konulardır.
Sorunuzdaki başlığa gelirsek doğrusu tabiatının gereğine aykırı davranarak büyümüş veya büyütülmüş bir cinsin büyük adam olabilmesini pek mümkün görmüyorum. Her peygamber seçilen kişinin, içinde yaşadıkları ortamda kendilerine vahiy gelmeden önceki hayatlarında ve vahiyden sonraki hayatlarında kadın-erkek münasebetlerinde bir olağanlığın bulunduğunu görüyoruz. Peygamber seçilen hiç kimsenin daha önce -vahiyden önce- bir rahib hayatı yaşadığı asla söylenemez. Elbette ki yaramaz bir hayatın sahibi olduğu da söylenemeyeceği gibi. Örneğin Hz. Muhammed, kendisine vahiy gelmeden de insandı ve erkekti. Fakat içinde yaşadığı toplumun çoğunun uymamasına rağmen iyi bildiği ve bulduğu özelliklerle özellikli idi. Zina o toplumda çok yapılıyor olmasına rağmen yine aynı toplumca kerih görülüyordu. Hiç değilse kimse kendi kızının, hanımının, halasının, bacısının, teyzesinin fahişe olmasından razı olmuyordu. İçki çok insan tarafından içilmesine rağmen tıpkı şimdiki toplumumuzda olduğu gibi yine içenler dahil ezici bir çoğunluk içkiyi kerih görüyordu. Yalanı, akrabayla ilişki kesmeyi iyi görmeyen toplumda yetişmiş bir insandı. Kadınlarla ilişkisi de olacaktı elbette, evlenecekti diğer normal insanlar gibi… Öyle de yaptı ve evlendi. Belirli terbiye sahibi ailelerde olduğu gibi büyükleri önayak oldular ve iki tarafın rızası ile de bu evlilik gerçekleşti. Hatice ile evlendi ve beş çocuğu oldu. Evlilikten önce olduğu gibi evlilikten sonra da toplumda bol miktarda yapılan zina ile ilişkisi bulunmadı. Mut’a nikahı da yapmadı. Yalnızca nikahlanarak aile kurdu ve kadın-erkek ilişkisi cinsel boyutlarıyla da başladı. Bu doğaldı, doğal olanı böylesi idi zaten…
Büyük adam olmuş ve kadınlarla ilişkilerinde çarpıklıklar bulunan nice insanı da tanıyor dünya… Fakat bunların büyük adamlıkları dengesiz, ters, çelişkili ve tüm hayatını etkileyen çarpıklıklarla dolu olmuştur ve bu halleri toplumlarının da faturasını ödediği, hem de yüksekçe ödediği sonuçlar doğurmuştur. Napolyon’un, Baltacı Mehmed Paşa’nın isimlerini tarih zikrediyor bu anlamda… Elbette daha çok sayılabilecek isimler mevcuttur ama bizim işimiz bunların isimlerini sıralamak değildir burada.
Allah’a âşık olmak konusuna gelince, bu tabir Kur’an’ın hiçbir yerinde anılmayan, adı bile geçmeyen bir tabir olup, zayıf olan insanlar arasında erkekle-erkek, kadınla-erkek ve kadınla-kadın arasında yaşanılan bir haldir. Kadın-erkek arasındaki aşk, haram işlenilmemesi ve helal yollardan birleşmesi kaydı ile olabilen şey ise de, sapıklık olarak erkek ile erkek ve kadın ile kadın arasındaki aşk açıkça bir sapıklıktır. Tüm cihan bunu böyle kabul etmektedir.
Aşk, âşık olanın aklını başından alır, iradesine tahakküm eder, âşık olduğunun hiçbir kusurunu, âşık olana göstermez, âşık olduğu her ne yaparsa onu hoş gösterir bir akıl hakimiyetsizliğidir. İslam literatüründe “Allah’a âşık olmak” gibi bir tabir bulunmamaktadır. Fakat bir ayrı din olan tasavvuf için bu tabirin anlamı İslam için tevhid ne ise, o mesabededir. Aşık olduklarını söyledikleri Allah’ın emir ve nehiylerini tersyüz ederler, O’nu dinlemezler ve bütün nazlarını Allah’a dayatırlar. Daha da öteye giderek Kainatın yönetimini Allah’ın elinden alırlar ve üçler-yediler-kırklar, kutb ve kutb’ul Aktab adım verdikleri baş âşıklara devrederler. Bütün bunlar küfürdür ve İslam’la uzaktan yakından alakası bulunmayan şeylerdir. Bu deyim başka dinlerden İslam’a taşınmış bir gayr-ı meşruluktur, şeriat dışılıktır.
Allah kitabı olan Kur’an’da benimle birlik olun, bende eriyin ve sonunda ben Allah’ım deyiniz buyurmamakta bilakis sürekli olarak kulları olduğumuzu unutmamamız gerektiğini ve kendisini razı etmekliğimiz gerektiğini vurgulamaktadır. Allah’ı razı etmekle, Allah’la bir olma, Allah’ta yok olmanın arasında uzaktan yakından bir alaka yoktur, olamaz da… Sorunuzdaki deyimler eğer bir kasıt eseri değilse mutlaka deli saçmalarıdır. Zira bunları normal bir aklın kabul etmesi mümkün değildir. Ayrıca ve önemli olarak da Allah’ın Kitabı ölçüleri koyuyor ve eğriyi-doğruyu belirliyorsa -ki öyledir- bu kitabta da böylesi şeylere rastlamam mümkün değildir. Ya tevhid dini olan İslam bozulmak istenilmiş ve böylesi anlayışlar taşınmıştır veya ahmaklığın ürünüdür bunlar, İslam’ın ürünü olamaz. Kur’an böylesi bir şeyi hiç zikretmez iken, peygamberden de çok zayıf dahi olsa bu nitelikli herhangi bir söz nakledilmemiştir. Velhasıl ipe-sapa gelmez deli saçmalarıdır bunlar.
Cinlerin işi olup olmadığını da bilmiyor ve bu konuda karanlığa taş atmak istemiyorum, bilmediğim işin ardına düşmekten kaçınıyorum.
Soru 17 — Hani Hz. Ali’ye atfedilen bir söz vardır: “Bana bir kelime öğretenin kırk yıl kölesi olurum!” diye. Siz bu sözde bir ‘Hin’Iik seziyor musunuz? Bu sözle anlatılmak istenileni başka nasıl ifade ederdiniz? Olumlu anlamda..
Ercümend Özkan: Şayet bu söz gerçekten söylenmiş ise bu sözün sahibi bir kelime için kırk yıl kölesi olacağına dair söz verdi ise, bütün doğruları öğreten Allah’a kulluk etmekten, Allah’a köle olmaktan başka yapacak bir iş bulamazdı. Kimi sözler vardır ki jan-janlı sözlerdir ve görünüşlerindeki parlaklık birçok ahmağı yanıltır. Bu söz de daha ziyade insanları sömürmek isteyenlerce kullanılmış ve istismar edilmiştir. Tasavvuf erbabı ise bu sözün zahiri anlamından yararlanarak insanlara kendilerini ilahlar-rabler olarak kabullendirmişler ve insanların sırtlarından inmemişlerdir. Mollalar da bu sözün zahiri anlamına dayanarak insanları karın gurultularına uymaya, bunları ilim zannettirmeye çalışmışlardır. Şayet insanlar kendilerine doğru olarak bir kelime öğretenin kölesi olacaklar veya olmaları gerekiyorsa bu takdirde yalnızca Allah’a kulluk-kölelik etmekten başkalarına kölelik etmeye vakit bulamayacaklardır. Yok kendilerine bir kelime öğreten olarak insanlara kölelik edeceklerse hayatları boyunca Allah’a kulluk-kölelik etmeye vakitleri kalmayacaktır.
İnsanlar bazı doğruları kabul görsün için mübalağa sigasıyla arzetmektedirler. Bunun sonucu da bu sözü işitenler gereğinden fazla bu türden sözlere saplanıp kalmaktadırlar. Nasıl biyolojik beslenmede ‘denge’ söz konusu ise, fikrî beslenmede de yine ‘denge’ söz konusudur. Bu dengelere dikkat etmeyenlerin ‘dengesizlikleri’ görülür ve insan için bu dengesizlikler hiç de istenilen şeyler değildir, olmamalıdır.
Bu sözle anlatılmak istenileni Allah kitabında en güzel şekilde belirttiğinden öyle ifade etmeyi tercih ederim. Allah diyor ki: “Sözü dinleyip de doğrusuna kulak verenler yok mu? Onlar için ne güzel yerler hazırlanmıştır.”
İnsanlar bir güzeli, bir iyiyi ifade ederken mübalağa etmeyi âdet haline getirmişlerdir. Onlardan sonra gelenler ise bu mübalağaya takılarak bütün düşüncelerini bu ve benzeri sözlere endekslemişler ve düşünmekten kendilerini alıkoymuşlardır. Mübalağa, insanın düşünürken önünü kesen büyük engellerden biridir. Zaten bir yerde mübalağacılık ile yalancılığın arasında bir akrabalık yok mudur!. İnsan orta yolu terk etmemeli ve her türlü yanlıştan uzak durmaya bakmalıdır.
Öğreten, doğruları öğrettiği oranda saygıya değer olmalıdır. Bu saygı doğruya gösterildiği için sahibi de bundan nasibini alabilir. Lakin yalnızca öğreten gibi bir genelleme yapılması halinde insanlara eğri-doğru demeden her şeyi öğretene saygı duymak gerekir ki böylesi saygı eğri bir saygıdır, yanlış saygıdır. Doğru sayılır lakin eğri de sayılırsa, bu takdirde doğru ile eğrinin eşdeğerde olduğu sonucu ortaya çıkar ki hayatın anlamı tersine döner. Buna imkan vermemenin yolu, işitilenleri dinlemek fakat yalnızca doğrularına (hak sözlere) kulak vermek, bunları kabullenmek olmalıdır saygıya değer olan. Eğriyi-doğruyu tanımayanlar için kendilerine ne öğretilirse tümünü kabullenmek kendilerini yok etmekle eşanlamlıdır.
Soru 18 — Tabu nasıl oluşur? Allah da tabu olabilir mi? İnsanlık tarihinde hiç kendini -genel geçer olarak- kâfir, müşrik, münafık, putperest olarak niteleyen toplumlar olmuş mudur?
Ercümend Özkan: Tabu’yu ansiklopediler “Polinezya dilinde ‘tapu’, kutsaldan ‘babou’ fransızca olarak alıyor ve kutsal olduğu için dokunulmaması gereken bir eşyanın veya varlığın, yapılmaması gereken bir eylemin özelliği” olarak veriyor ve “Dinî bakımdan ters veya yasak olan hareket” diye de devam ediyor.
Gerçeğinin ne olduğu bilinmeden herhangi bir şeyi kutsal sayma ve bu kendisine izafe edilen kutsallığı sonucu onu eleştirmeme, niceliğini anlamaya çalışmama ve sonuç olarak karşılaşılan gerçekler, kendisine izafe edilen değere ters düşse bile bu gerçekleri reddedip, kutsallık izafe edilen eşyayı kutsamaya devam etme, dokunamama, yerinden etmeme ve yıllanmışlığa bırakılma olarak da anlaşılabilir tabu.
Tabu, düşünmemenin sonucu olarak oluşur. Peşin kabuller sonucu oluşur. Kabul edilecek şeyin ne olduğunu, nasıl olduğunu anlamaya ihtiyaç duymadan onunla ilgili olarak önceden edinilmiş kabullerin kabulü ile oluşur. Sorgulamamanın sonucu oluşur tabu.. Bu açıdan ele alındığında kendisine saygı gösterilmesi gereken bir şey dahi tabulaşabilir, zira bu şeyin niceliği anlaşılmadan, üzerinde düşünülmeden kabullenilmesi o şeyi tabulaştırır. Tabulaştıktan sonra da artık üzerinde düşünülmeyecekler sınıfına girer ve şeyin tabuluğu sürer gider. Müslümanlar arasında ‘Mezheb’in tabulaşması gibi.. Üzerinde durulsa ve ne olduğu anlaşılsa aslâ tabulaşmayacak olan nice kavram, kurum ve kuruluşun tabulaşması, kendisi ile ilgili düşünce yokluğunun sonucudur. Düşünmeden kabullenilen tabulaşır.
İnsan dinini bile -o din hak din olsa da- tabulaştırır. Bugün İslam dünyasındaki manzara bundan başka değildir. Tâ çocukluktan başlayan sorgulama yasağı, sorgulandıkça doğruluğu test edilecek ve sağlaması yapılabilecek olan İslam’ı insanların gözünde tabulaştırmıştır. Küçücük çocuğun annesine ‘Anne!. Allah nerede?” diye sormasıyla başlayan sorular, daha başlangıçta ‘Sus!. Öyle sorular sorulur mu? O her yerde..’ gibi kısa cevaplarla geçiştirilir ve ileri gidilmesi engellenilir. Kaldı ki insanlar çocuk çağlarından itibaren düşünmeye, anlamaya çalışma fıtratı ile doğarlar. Lakin bu doğallık, aile içinde bozulmaya önü tıkanmaya ve değiştirilmeye çalışılarak, fizikî olarak gelişen, büyüyen insanın aklının da büyümesi engellenmiş olur. Aklının büyümesi engellenenlerin ise tabuları çok olur. Düşünceden mahrum olanlar tabuları kolay kabul ederler. Ve hemen her şeyi tabulaştırmaya yatkındırlar. Zaten bu iş öyle bir iştir ki düşünmeme sonucu insan hurafe küpü olur, bu hurafeleri tabulaştırır ve bu tabular yönetir o kişinin hayatını..
‘Tabular nasıl oluşur?’ sorunuzun peşinden eklediğiniz ‘Allah da tabu olabilir mi?’ sorusu doğrusu konuyu tamamlayıcı olmuş. Kimsenin aklından bile geçmemiştir belki Allah’ın da tabu olabileceği, tabulaştırılabileceği.. Ama yaşanan hayatta çoğu kimsenin kafasındaki Allah tabulaşmış Allah’tır. Zira ne gerçeği bilinmekte, ne de gerçeğine uygun olarak bilinmektedir. Allah Kur’an’da kendisinden bahsederken ‘Bilinmeyi istediği gibi bilinmekten razı olacağı’nı buyurmakta iken, nice insanın, hem de müslümanım diyen, yani Kur’an’a (vahiylere) teslim olduğunu belirten ‘insanların kafalarındaki Allah, Kur’an’dakilerden farklıdır. Bu farklılık insanın kuruntusu ile oluşmuştur. Kuruntuların gerçekle ilgisi yoktur. Gerçekle ilgili bulunmayan şeylerin de kaçınılmaz olarak dokunulmazlıkları gündeme gelir. Ya zaafından korktuğunuz şeyi tartışmaya kapatırsınız veya bilmediğiniz şeyi. Tartışmaya, anlayıp kavramaya kapattığınız herhangi bir şey de giderek tabulaşır ve üzerinde kimsenin fikir yürütemediği, düşünmek dahi istemediği bir şey haline gelir ki tabu diye biz buna diyoruz.
Düşünülerek anlaşılabilecek ve anlaşılarak kabullenilecek bir şeyin üzerinde düşünmez ve anlamaya çalışmaz iseniz o şeyin kabulünü veya reddini bilinçsiz olarak yapmış olursunuz ve sonuçta ister kabulünüz olsun, ister reddiniz olsun konuyu tabuluktan çıkarmaz. Tabulaşmış şeyler, üzerinde düşünülmeyen daha da ötesi düşünülmesi bile yasak şeylerdir. Bir gerçeğin ise tabulaşmaya aslâ ihtiyacı yoktur. Zira gerçekler üzerinde konuşuldukça, tartışıldıkça ve anlaşılmaya çalışıldıkça gerçekleri anlaşılan şeylerdir ve gerçeklerinin ortaya çıkması için de tartışmaya, tartmaya ihtiyaç duyarlar. Ki bu ihtiyaç onların gerçekliklerinin görülmesi ve kabullenilmesi için duyulan bir ihtiyaçtır.
Kur’an’ın İslam’ında hiçbir tabu yoktur. Başta Allah olmak üzere hiçbir şey, tartışılmadan kabul edilsin istemeyen bir dindir İslam. Allah bir âyette “Onun iki olduğunu düşünseniz bu düzeni yerinde bulabilir misiniz?” buyurarak kendini bile, kaç olduğunu dahi, kaç olabileceğini dahi tartışmaya açmış ve insanın neyi kabul edecek, neyi reddedecekse bunu aklı ile yapmasını istemiştir. Yüzlerce ayette ‘akletmek’ten, ‘düşünmekten’ ve akletmeyenleri aşağılamasından kolayca anlaşılmaktadır ki Allah başta olmak üzere İslami olan her şey tartışmaya açıktır. Allah’ın gerçekten yaratıcı olduğu akıl ile kabul edildikten sonra O’nun emir ve yasaklarının da insanlar için ne kadar isabetli emir ve yasaklar olduğu hemen görülecektir. Yeter ki insan düşünsün, tartsın, tartışsın ve sağlamasını yapmaya uğraşsın. İslam’ın korkmadığı tek şey varsa o da kendisinin tartılması, tartışılmasıdır. İslam kadar akletmeye dayanıklı bir başka din yoktur. Kur’an’ın İslam’ı aklettikçe sağlamlaşan ve kendini ortaya koyan bir İslam iken, atalarımızı üzerinde yürür bulduğumuz İslam’ın (dinin) akletmeye pek dayanıklılığı olduğunu söyleyebilmek mümkün görünmüyor. Kur’an’ın açıklığa kavuşturduğu fakat sonradan üzeri örtülen (küfredilen) nice kavramın, müslümanım diyenlerin beyninde nasıl başka şekiller aldığını görmemek mümkün değildir. En başta ‘Kur’an anlaşılmaz anlayışı’nın, ‘Biz peygamber miyiz?’ anlayışının İslam adına İslam dışılık bakımından bariz olarak ortaya çıkarılmış köklü yanlışlar olduğunu görmemek mümkün müdür? ‘Biz Kur’an’ı anlayamayız anlayışı’ müslümanım diyenleri asırlardan beri inandıklarını söyledikleri bu Kitabtan uzak tutmuştur. ‘Biz peygamber miyiz?’ anlayışının, peygamberi insanlar için örnek olmaktan çıkarması sonucunu doğurduğunu görmemek mümkün müdür? İslam’ın dostlarının, sevenlerinin (!) İslam’la müslümanların arasını nasıl açtıklarını görüyorsunuz değil mi? Kur’an’ı anlamayan, peygambere benzeyebilmesinin yolu tıkanan birinin “Bari Ebû Bekr’e, Ömer’e benzeyelim” sözüne de arkalarını döndüklerini görüyoruz. Zira bu defa da ‘Biz sahabe miyiz, onlar sahabe idiler!.’ diye karşı düşünce geliştiriliyor ve giderek Ebû Hanife’ye, Şafiî’ye ve ilââhir günümüze kadar gelinerek bunlara da benzemenin mümkün olmadığı düşüncesine kendini kaptıran insan sonunda kala kala mahalle mescidinin imamına kalıyor ki o gariban da kendine dahi yetmeyen biri olduğundan hiçbir standardı olmayan fakat kendine müslümanım diyen insanlar türüyor. Toplumumuzda görülen manzara bu değil midir?
Kur’an, insanı tabulardan da kurtarır. Düşünce uyuşukluklarından, düşünce sapmalarından, düşünce çarpıklıklarından, düşünce aczinden, akledememe zaafından da kurtarır. Zira bu kitabın içinde akla hitabeden, aklı çalıştırmaya yönelik o kadar çok şey var ki okudukça, üzerinde düşündükçe düşünceyi tanımayan insana düşünmeyi öğretiyor bu Kitab!.
Kısaca söylersek tabu, düşünmemenin, düşünmeyi düşünmemenin doğal ürünlerinden başlıcasıdır. Tabuların hakim olduğu bir insan ve bir toplum ise yaşarken ölmüş bir toplumdur. Ölülerden ise hiçbir hayır gelmez.
Soru 19 — “Havada kar sesi var” cümlesi size neleri çağrıştırıyor?
Ercümend Özkan: Tamamen farklı bir konuya, insanın ufku ile ilgili bir konuya değinen hu sorunuz insana “Havada bulut yok. Duman nedendir?” türünden şeyleri hatırlatıyor. Karın çeşit çeşit yağmasını görenler bilirler ki lapa lapa yağan karın pek sesi çıkmazken, tipi seslidir. Sulu sepken bir başka ses çıkarır. İnsan, üzerinde yaşadığı dünyada olup bitenleri düşündükçe hepsinden bir ayrı fakat giderek bunların birleştikleri bir odağın farkına varır. Duygu yüklüyor insana bu cümleniz. Karın her şeyin üzerini örtücü özelliğini hatıra getiriyor. Tıpkı hurafelerin, gerçeklerin üzerini örttükleri gibi. Tıpkı hacda insanların içtimâî durumlarını örten ‘ihram’ın işlevi gibi bir işlevi hatıra getiriyor. İhram da beyaz renklidir ve giyen herkesin asıl kişiliğini örter ve sanki herkesi eşit kılar. Öylesine eşit gösteren bir manzara ortaya çıkar ki size görünen bu giysiye bürünmüş herkesi beyazlar gibi beyaz, günahsız, iyi ahlaklı, dürüst sanırsınız. Ayıpları örter ihram gibi tıpkı kar da.. Var olan, biri diğerinden ayrı görünen ne var ise tümünün üzerinin örtülmesi size doğayı çeşitlendirenin de, aynı gösterebilecek olanın da onu yaratan olduğunu düşündürür. O’nun her şeye kudretinin yettiğini düşündürür. Düşündürdüğü ve düşündürebileceği hususları saymakla bitmez ama çok esaslı şeyler düşündürür.
Kar havası var türünden sözlerin ifade ettiği anlamlarla, havada kar sesi var gibi bir ifadenin insanı alıp götürdüğü anlamlar biri diğerinden farklı olsalar da ikincinin daha çok anlam yüklü olduğunu rahat söyleyebilirim. Kişiye göre değişmekle birlikte yalnız bu konu ile bağlı kalmak kaydı ile saatlerce konuşabilmenin ve duygularını ortaya koyabilmenin mümkün olduğunu düşünüyor fakat hepsini burada anlatmak istemiyorum. Zira hem yerimiz müsait değil, hem de bu söyleşinin hudutlarını zorlamasın istiyorum. Bu kadarla yetinmek istiyorum.
Soru 20 — Çocuğu nasıl tanımlardınız? “Sizin bu yaşınıza rağmen halâ bir yanınız çocuk duruyor” desem katılır mıydınız?
Ercümend Özkan: Çocuk saflığın, doğallığın, bozulmamış, örselenmemiş, ellenmemişliğin ifadesidir. Hem de en güzel ifadesidir. Çocuk doğal olduğu için çok doğal bir sevgiyle annesinin kucağında, babasının himayesinde büyür. Anne ve baba sevgisinin çocuk için ruh sağlığı bakımından, ilerideki şahsiyetinin sağlıklı teşekkülü bakımından ne denli önemli olduğunu açıklamaya bile gerek yoktur. Evet tek kelime ile çocuk, safiyet, bozulmamışlık demektir. Bu sebeble her insanın hiç değilse bazı yanları olsun çocuk kalmalıdır. Yani safiyetini korumalıdır. Kendini elinden geldiğince bozdurmamaya, deforme ettirmemeye çalışmalı bunun için özel bir gayret göstermelidir. Her şeyiyle çocukluğunu yitirenler de safiyetten eser kalmayacağı için bu hâle gelmiş insan kendisi ve toplum için sakınılması gereken bir konuma gelmiş demektir. Gerçekten toplumun ifsadın da bu hâle gelmiş insanların yeri büyüktür. Bu sebeble insanların çocukluklarını (safiyetlerini) kaybetmemeleri için özel önem gösterilmeli ve eğitim sistemi bu esas üzerine oturtulmalıdır.
İnsan doğasında, fıtraten diğergâmdır, yediğinden yedirmeyi, içtiğinden içirmeyi, giydiğinden giydirmeyi sever. Zaman içinde aldığı bozuk terbiye insanı hased eder, başkalarını düşünmekten alıkoyar ve ‘çıkarcı’ yapar. Çıkarcıların oluşturduğu laik-demokratik toplumlarda herkes güçlü-güçsüz birer kurt kesilmişlerdir. İşini beceren köşeyi döner ve asla işini beceremeyenleri düşünmez. Allah’ın kendine verdiklerinden başkalarını da nasiplendirmez. Böylesi bir insanın eline düşmeyesiniz.
Çocuk aynı zamanda henüz başkalarından bir şey öğrenmemiş ve etkilenmemiş bir varlık demektir. Bu haliyle de kendine özgü ve kendisidir. Bu özelliğini maalesef insanlar büyüdükçe yitirmektedirler. Bilakis geliştirilmeye ve daha akıllı esaslara dayandırılması gereken bu yanı insanda şayet gerektiği yönde geliştirilirse o insan kendisinin mürüvvetini göreceği gibi toplum da böylesi insanların mürüvvetini görür. Mürüvvet ise görülmeye muhtaç olunan bir güzelliktir.
İnsanların hemen birçok şeyi başkalarından işiterek, görerek yapılanları görerek öğrendiği bir gerçektir. Her çocuk kaçınılmaz olarak kendisini büyüten anasının dilini ve dinini öğrenerek hayata başlar. Bu kaçınılmazdır. Lakin aymazlıklara karşı bağışıklık kazandırılarak büyütülmüş bir çocukla, soruları daha başlangıçta yasaklanan çocuk arasında, daha çok büyüdüğünde belirgin olarak kendini gösterecek esaslı kişilik farklılıkları görülür. Düşünerek büyütülenlerle, düşünmesini anne-babasının dediklerini demek olarak öğrenip büyüyenlerde bu farklılık çok daha açık görülür. Bu durumdaki kişi, giderek kendine anne-babasından daha büyükler de bulur ve onların dediklerini diyen, bunların dışına çıkmayan fakat bu yaptıklarını düşünce sanan bir kişidir ve ne kendine ne de topluma yararı olur.
Bozulmamışlığın ifadesi olan çocuk kalmayı hayatında kafası tak dediği zamanlarda çook isteyenlerin bulunduğunu görürsünüz. Nice anne-babanın da ‘keşke çocuk kalaydın, büyümeyeydin!.’ diye kendi çocukları için konuştuklarını da duymuşsunuzdur. Çocukluğunun saflığını, bozulmamışlığını aramayan insan yoktur. Ancak çocukluğundaki safiyeti ve bozulmamışlığı koruyarak kendini yetiştirenler hariç.
İnsanın çocuk yanının kalmasında yarar hattâ zaruret vardır. Benim de bir değil birçok yanımın çocuk olması için çalışmışımdır. Tabidir ki bu bilince ulaştıktan, böylesinin daha güzel olduğunu anladıktan sonra, kendimi bozulan yanlarımı düzeltmeye çalışarak tekrar çocuklaştırmaya (saflaştırmaya, bozulmamış halime) döndürmeye çalıştım, bunda inşaallah biraz olsun başarılı da oldum sanıyorum. Bu konuda konuşma hakkı elbette ki benim dışımda fakat benimle ilişkisi olanlara ait olacaktır. Birinci derecede insanın nasıl olduğunu bilmesi önemli ise de ikinci derecede de başkalarının insanı nasıl bildiği önemlidir. Başkalarının kendisini iyi bilmesini isteyenlerin de yapacakları tek iş gerçekten iyi olmaktır. Bunun başka alternatifi yoktur. Siz gerektiğince iyi olmanıza rağmen kimileri iyi olmadığınızı iftira olarak da olsa söyleyecektir. Lakin iftiraların ömrü uzun değildir. İftiraların ömrünü uzatan, kişinin iftiralar yönünde kişilik sahibi olmasıdır ve bu durumda kendisi için söylenenler iftira olmaktan çıkıp gerçeklerin ifadesi haline gelirler. Böylesi gerçekler de hoşnud olunmayan gerçeklerdir. Kimse kötü bilinmekten hoşlanmaz.
Soru 21 — “Köylü kalmaktan” ne anlıyorsunuz? Şehirde doğup büyümek, köylü olmamaya yeterli mi? Sahiden nedir köylü olmak?
Ercümend Özkan: Sık sık kullanılan hatta biraz da gündemden çıkmayan bir deyim olarak “Köylü olmak” insanların gelişmemişliğini ifade eden bir deyimdir ve bunu vurgulamak için kullanılmaktadır. Bir diğer yanı ile de ‘köylü olmak’ doğa ile içiçe olmanın, olduğu gibi olmanın adıdır. Lakin zaman içinde doğduğu gibi kalmanın, yalnızca köyünde öğrendikleriyle kalmanın, ufkunu genişletmemenin, dünyayı tanımamanın ve giderek de gelişmemişliğin adı olup çıkmıştır. Doğal hayat ile içiçe olmanın getirdiği düşünmekten, görgüden, temizlikten, giyinmeye ve hemen bütün yaşam biçimine kadar insana şekil veren şeydir köylülük.. Bir insan köylü doğabilir lakin asla köylü kalmamalıdır. Köylü olmak ufku dar olmak ve kalmaksa bu takdirde böyle kalmamalıdır. Köyün şartları içinde gerektiği gibi temiz olunamıyorsa köyde oturduğu halde temizlik anlayışını geliştirmemek ve hep gördüğü veya hayat şartlarının kendini alıştırdığı şekli terketmemek demektir.
Köylü olmak köyde oturmak demek değildir. Köylü kalmak ufku dar kalmak, geniş düşünmemek, alternatiflerden habersiz kalmak, başkalarıyla istişare sonucu gelişmenin imkanlarından uzak kalmaktır. Aynı şartları paylaşan kendi köylüsü ile istişare etse de birbirinden zaten fazlalığı olmayanlar arasındaki istişarenin de fazla bir yararı olmayacağından yine aynı kalmaktır köylü olmak. İnsan şehirde doğduğu halde köylü kalabilir. Zira doğduğu semtten dışarı çıkmıyor, en azından yaşadığı şehri tüm yanlarıyla tanımayı düşünmüyor ve gerekeni yapmıyorsa bu kişi de geniş anlamıyla köylü kalır, Çankaya’da doğsa bile..
Köylü olmak aynı zamanda safiyetin, dürüstlüğün, bozulmamışlığın da ifadesidir demiştik. Bu bakımdan insan hem kendini geliştirir, ufkunu açar, düşünebilir ve bunlarla birlikte safiyetini korur, dürüstlüğü ile kalır ve bozulmamışlığın aynası olursa böylesi insanlar imrenilecek insanlardır. Kendilerine benzenilmesi gereken insanlardır.
Soru 22 — Dostlarınız sizi bir çalgılı düğüne davet etse, orada dostlarınız halay çekiyor olsa. Sizi de aralarına almak isteseler tavrınız ne olurdu?
Ercümend Özkan: Düğün demek bir bakıma çalgılı eğlence demektir. Yani bir erkekle bir kızın evlenmesini vurgulayan bir olay olarak düğün elbette ki nikahın da, evlenmenin de ilânı sadedinde bir olaydır. Bu sebeble de elbette ki düğünde çalgı olacaktır. Lakin her konuda olduğu gibi haddi aşmamak, haram işlememek kaydı ile olacaktır. Zira insanlar isterlerse her mübahı haram bulaştırarak haramlaştırabilirler. Çalgının İslam’da caiz olmadığını söyleyenler ruhban sınıfıdır. Nezih olması kaydı ile çalgının hemen hiçbir türü İslam’da yasak değildir. Olması için bir sebeb de yoktur. Mesela bilardo bir oyundur ve hesaba dayanır. Lakin bunu oynayanlar yenen ve yenilenler arasında para veya bir menfaat döndürüyorlarsa bu helâli haram etmiş olurlar. Çalgı da böyledir. İnsanın duygularına hitab eder ve insan aynı zamanda duygusal bir varlıktır. Onu duygularından uzak tutmanın bir anlamı yoktur. Ruhî dengesizlikler ve psikolojik rahatsızlıklara sebeb olur. Çalgıya karşıyım diyenlerin ruhî sağlıklarının yerinde olmadıklarını görürsünüz, tabiidir ki aynı zamanda çalgıcılardan da, çalanlardan da ruhî sağlığının yerinde olmayanları görmek mümkündür. Lakin insan doğası, insan fıtratının duygu yanı ihmal edilmemelidir ki komple bir kişilik oluşması söz konusu olabilsin.
Böylesi bir düğüne gider ve yaramazlıklar varsa onlar konusunda da ikazlarda bulunurdum. Aynı zamanda halaya da katılırdım. Zaten ben gençliğimde Kırşehir’de lisede öğrenci iken okulun halay takımında idim ve giderek de, belki biraz boyumun uzunluğu ve iyi kötü halayı beceriyor olmam sebebiyle halay başı da oldum. Şimdi yapabilir miyim, bilmiyorum. Lakin halay genç olmayı gerektiren, hareketlilik isteyen, nezih olduğu sürece de gerçekten imrenilecek bir şeydir. Televizyonlarda seyrederken eski günlerimi anımsıyor ve zaman zaman iç geçiriyorum bile. Yani halâ yapabilsem, gerektiğinde çıkıp karışabilsem ve halay çekebilsem. Daha da öteye ferdî oyunları da, bilhassa Şeyh Şamil adı ile anılan oyunu, Ege’nin efe oyunlarını (zeybeklerini), Doğu’nun barını ve diğerlerini oynayabilmeyi çok isterdim, şu yaşımda bile, inanınız.
Soru 23 — Rüyalarınız çalışma programınızı etkiler mi?
Ercümend Özkan: İnsanın, kısa veya uzun süreli olarak rüyalarının etkisi altında kaldığı bir gerçektir. Lakin bunun uzun sürmemesinde yarar vardır. Rüyalar insanın ne olduğunu bilmediği, sorumlusu da olmadığı bir olay olduğundan rüyalarla aslâ amel edilmez ve rüyaların sonuçlarına göre hareket edilmez. Zira insanların sorumsuz bulundukları hallerden bir hâli de uykudaki hâlidir ki rüya da uykuda görülür. Uyanıkken görülen rüyalar ise ya hayaldir veya rahatsızlıktır.
Rüyaları ile amel etmek veya rüyalarının etkisi altında gereğinden çok kalmak İslam dünyasında o kadar yaygın ki insan şaşırıyor. Zira İslam insanın aklı başında iken, gözü açık iken, düşünebiliyorken yaptıklarından insanları sorumlu tutan bir din olduğu halde müslümanlar tasavvufun birinci derecede etkisi ile, uyurken yaptıklarına sarılmış ve bunlarla amel eder durumdadırlar Zaten halleri de göstermiyor mu ki hiç uyanık kimselerin yaptıklarını yapmıyorlar. Ayakta uyuyorlar. Uyku yalnız şu bildiğimiz uyku değildir. İnsan uykuda hep gözü kapalı olur. Olanları görmez, herhangi bir tehlike karşısında zihni onu uyarmaz ve ilââhir… Lakin insanlar gözleri görür, kulakları duyar durumda iken de uyurlar ki bugün müslümanların Fas’tan Filipinler’e kadar durumu genel olarak budur.
Rüyalarımın beni etkilemesi en fazla bir iki gün sürer. Ama bu sürede gördüğüm rüyaya göre amel etmem. Bütün etkileme boyutları sık sık gördüğüm rüyayı hatırlamam ve Allah hayra tebdil etsin duasında bulunmamdır. Zira bunların gerçekten ne olduğunu yalnız Allah bilir. Rüya tabiri, Kur’an’da zikredildiğine göre yalnızca Yusuf (a.s.)’a verilmiş bir özellik idi. Onun dışında kimsenin rüya tabir edeceği ve bunda isabetin bulunabileceğini söyleyebilmek İslami değildir.
Müslümanlar aklederek bir yerlere varmayı bırakıp rüyalarına göre hayat yollarını çizmeye başladıklarından beri çökmüş durumdadırlar. Peygambere rüya gördürürler, Ebû Hanife’ye, imam Buhari’ye ve binler, onbinlercesine ve bu ne idüğünü kimsenin bilmediği ve de bilemeyeceği rüyalarla kendilerine yol çizerler, Kur’an’ın çizdiği yolun dışına çıkarlar. Size bunlardan birini anlatmak istiyorum, bu rüyalardan birini ve müslümanların yaşamlarında ne denli etkisi bulunduğunu da artık sizler düşünün.
Peygamberimiz rüyasında Ebû Hanife’yi görmüş. Peygamberimiz rüyasında gördüğü Ebû Hanife’ye “İleride senin bir müctehid ve mezheb sahibi olacağın bana bildirildi, söyler misin şu mezhebin nasıl bir şeydir. Anlat da dinleyeyim” der. Ve Ebû Hanife anlatmaya başlar mezhebini.. Bütün anlattıklarını dinledikten sonra peygamberimiz “Bu ne kadar da güzel bir mezhebmiş” der. Bundan yüz bulan Ebû Hanife. “Ya Resulullah sizden bir recam var affınıza sığınarak söyleyebilir miyim?” der. Ve devamla “Madem benim mezhebimi beğendiniz reca ediyorum ne olur, benim mezhebime girin” diye devam eder ve bekler. Peygamberin cevabı ise “Ne demek, böylesi güzel mezhebi bulurum da girmem mi?” diyerek hemen girer Ebû Hanife’nin mezhebine.. Bu kadarı ile yetinmeyen Ebû Hanife son bir rica olarak da “Ya Resulullah mezhebimi beğenip girdiğinize göre, ümmetinize de benim mezhebime girmelerini vasiyet etmemeniz için bir sebeb bulunmamaktadır. Bunu yapar ve ümmetinizin de benim mezhebime girmesini tavsiye (vasiyet) eder misiniz?” der ve peygamber bu talebi de makul karşılar ve kabul eder. Böylece peygamberimiz kendisinden (vefatından) 80 yıl sonra doğan, 150 yıl sonra ölen bir müctehidin mezhebine girer!
Düşünebiliyor musunuz bu rüyanın ne anlama geldiğini, millet kendi mezhebini üstün çıkarmak için peygamberi vasıta kılıyor ve kullanıyor. Bütün mesele hakim mezhebin hanefiyye olması için. Peki Ebû Hanife’ye görüşlerinin doğru olduğunu tasdik eder vahiy mi gelmiştir? Peki peygamberimiz rüyasında Ebû Hanife’nin mezhebine girmese idi mezhepsiz mi kalacaktı? Bu ve benzeri birçok soru sorabilirsiniz, cevabını veremeyeceğiniz. Mezheb taassubunun insanlara neler yaptırdığını bilmeyenler düşünsünler için bunu anlattık ve bilenleri de uyarmak ve taassubun doğuracağı sonuçların boyutlarını görebilmelerine yardımcı olmak istedik.
Kısaca rüyalar bir vakıadır. Lâkin insanlar için aslâ bir ölçü olamazlar ve değildirler. İslam rüya dini değil, uyanıklık dinidir. Onun tabını bozup, uyanıklık dinini rüya dini haline getirenleri bırakıp da başkaları ile uğraşmayınız ki selamet bulasınız. Dost görünen düşmanın her zaman, düşman görünen düşmandan daha büyük zararlar verdiğini artık anlamalı değil miyiz?
Rüyalar programlarımı asla etkilemez.
Soru 24 — Musa, Tûr’a çağırıldıktan sonra, geride kalan İsrailoğulları neden başka bir şey değil de buzağı heykeli yaptılar?
Ercümend Özkan: Allah bilir ama düşünebildiğim kadarıyla Fir’avnlar Mısırında buzağı özel yere sahip bir hayvandır. Mümkündür ki Mısırlılardan etkilenmiş ve aynı yolu tutmuş olsunlar. Diğer yandan buzağı tarımın dışında bir uğraşının ve geçim kaynağının bulunmadığı mekan ve zamanlarda belki besin edinmenin, geçinebilmenin en başta gelen unsuru idi, bunun da rolü bulunabilir. Hani “Dünya, öküzün boynuzları üzerinde duruyor” sözünün de anlattığı gibi bir anlam mı vermeli bilmiyorum doğrusu? Bugün de birisi çıkıp “Dünya, tekerlerin üzerinde” dese belki aynı anlamı bugünün şartlarında ifade etmiş olur. Yoksa bu tür sözlerin doğrudan gerçekle hiçbir alakası bulunmamaktadır. Yalnızca önem belirtmek, ehemmiyet vurgulamak için bir mecaz söz konusudur. Teşbih her zaman değilse de çokça zaman vurgulanmak istenilen şeyi vurgulamak için başvurulan bir şeydir, herkes bilir.
Doğrusunu elbette ki Allah bilir ama düşünebildiklerim bunlardır bu sorunuzla ilgili olarak.. Uzun uzun da laf üretmek islemiyor ve bundan kısa kesiyorum.
Soru 25 — Çağımızın en büyük sorunlarından belki de ilki, insanların ‘Ölüm dikkatini yitirdikleri’ yargısına katılır mısınız? Ölüme ayarlı yaşamak nasıl bir şey?
Ercümend Özkan: Ölüm en azından bu dünyanın sonudur. Ötesine inanmayanlar için dahi bir sonun bulunduğunun ifadesidir. Bu demektir ki bütün işler son bulacaklardır. Bu demektir ki bütün hesaplar son bulacaktır. Bütün arzular, istekler, hayaller, yaşam, zevkler, üzüntüler velhâsıl her şey son bulacaktır. Eğer böyleyse, yani her şey son bulacaksa, insanlar yaptıklarının, yapma tarzlarının, nasıl yaptıklarının, niye yaptıklarının, niçin yaptıklarının hesabını bir daha yapmalı ve yaşamında her şeyini bu ölüm gerçeğine endekslemesi gerekmez mi? Yani bu sonu düşünerek yapması gerekmez mi?
Bir yarışın, kazanmanın, gülmenin, ağlamanın, sağlığın, hastalığın, iyi günlerin, kötü günlerin, kazanmanın, kaybetmenin, afiyetin velhâsıl her şeyin bir sonunun bulunduğu bir gerçektir ki bu son ölümdür. Ahiret (sona) inanmayanların dahi bir sona (bir ahirete) inanmaları için gerekçeleri bulunmaktadır. Bilindiği gibi ahiret, son demektir ve Türkçesi değil Arabçasıdır son’un…
Otomobilinin direksiyonundaki birisi önünden geçen bir yayayı çiğnerse ne olur diye çiğnemenin sonunu düşünür ve çiğnememeye gayret eder. Bir hırsızlık yapmak isteyen kişi yakalanması halinde ne olacağını iyi-kötü düşünür. Kazancı iyi giden biri bu kazanç ile neler yapacağını düşünür, hastalanan bu hastalığının sonunu, ölüm veya iyileşme ile mi sonuçlanacağını düşünür. İnsan hep düşünür bunları ve daha neleri.. Gerçeğe uygun düşünememe ve gerçeklerden kaçarak düşünme ister istemez sonları kötü yapar, davranışın sahibini üzer. Üzülmemek için düşünmeli değil miyiz? Yaptıklarımızın sonunu düşünmeli değil miyiz? Bu anlamda “Ölüm dikkatinin yitirilmesi” çok önemli bir eksikliktir ve insanın düşünmeye son vermesidir. Yalnız ânı düşünme, ânın sonunu düşünmeme, giderek ölümü düşünmeme ve gözden ırak tutma insanı fıtratından alır uzaklara götürür ve aykırı bir varlık yapar. Batı âlemi bunun her yönüyle boyuna kadar içindedir. Batıda hayatın tadı-tuzu yoktur. Batı insanı her şeyini “Ölüme dikkatini yitirerek” aradığından sonuçta hazsız bir noktaya gelmiş ve kendileri için yaptıkları kendilerini dört bir yandan çevirmiş ve soluk aldırmaz etmiştir. Hayatı kendilerine peşinde hırsla koşulacak bir hedef yapmışlar ve sonunu aslâ düşünmemişlerdir. Bu sondan, ölümden kaçma, düşünmemek suretiyle kaçma, insanın başına mutlaka gelecek olan sondan kaçma anlamındadır ki bunun bir anlamı yoktur. Zira olmayacak, kaçınılamayacak şeyin peşinde koşulmaktadır.
Düşünmemek, ölüm (son) ile ilgili dikkatlerini yitirmekle insan bu son’dan kurtulamamaktadır. Başa mutlaka gelecek şeyin düşünülmemesi büyük bir yalandır. İnsanın kendine kabul ettirmeye çalıştığı bir büyük yalan. Yalanlarla yaşanmaz, yaşanılır sanılan yalan ise sahibini hırpalar, örseler ve kendinden uzaklaştırır.
Son’u düşünmeme yüzünden kaybetmiştir insanlar hep. Sonun gözden kaçırılması, onun gelmeyeceği anlamına gelmeyeceğine göre ve her şeyin son’u için başlangıcında bulunulduğuna göre çekilen sıkıntıların, sarf edilen gayretlerin elbette ki haz verici bir son için yapıldığı gözden kaçırılır ve son ile ilgili dikkatler yitirilirse bu takdirde iyi olsun için uğraşılan son, istenilmeyen şekilde kötü olarak tecelli eder. Kimse son’u kötü olsun için uğraşmak istemez. Son’un iyi olması da son’un üzerindeki dikkatlerin dağıtılmamasına, yitirilmemesine bağlıdır. Ki son’dan beklenen, sona bağlı olarak beklenen istenilen şekilde tecelli etmesi daha da mümkün hâle gelsin.
İnsanlar neden Allah’a, ölümden sonrasına, hesaba, cennet ve cehenneme inanmak istemezler diye soruyor ve cevabını arıyorum. Görüyorum ki kimi kavramlar birbirine bitişik olduğu için örneğin cennetin “kabul edilip cehennemin kabul edilmemesi insanı daha çok suçluluk psikozuna düşüreceği için, cehennemi kabul etmek istemeyen kaçınılmaz olarak cenneti de reddetmek zorunda kalmaktadır. Bunları reddedenin, ölümden sonrayı da reddetmesi gerekmektedir. Şayet Allah olursa ve varsa bu takdirde bir hesab da vardır. Bu hesabtan kaçışın en kolay yolu ise Allah’ın varlığını kabul etmemektir. Şayet bir şey reddedilmekle yok olsa idi, insanlar yok olmasını istedikleri şeyleri reddederlerdi ve iş biterdi. Ama gerçek böyle değildir. Var sayılan şey var olmadığı gibi, yok sayılan şey de yok olmamaktadır.
Son’un olmadığını düşünmek istemeyenler şayet imkanları var ve yapabiliyorlarsa içinde bulundukları ‘şimdi’yi yok saysınlar. Şimdi varsa, son da vardır. En azından şimdiden biraz sonraki son vardır ve gelmektedir, kaçınılmaz olarak. Kaçamayacağı şeyin önünde koşup durmanın da akıl alır yanı yoktur.
Bugün yaşadığımız hayatın bir sonunun bulunduğunu mü’min münkir herkes yaşayarak bildiğine göre, bu sondan kaçmayı, ‘ölüme dikkatleri yitirme’yi hangi akla hizmet ederek becerebiliyorlar anlamakta zorluk çekiyoruz doğrusu.
Çok önemli bulduğumuz bu sorunuz üzerinde insan kitablar yazabilir. Lakin bu söyleşinin sınırları içinde bu kadarla yetinmekte yarar vardır. Ama özetle söylersek gerçekten vurguladığınız husus ‘çağımızın en büyük sorunları’ndan, buyurduğunuz gibi belki de ilkidir. Bu sebeble insanlar birbirlerini yiyorlar, bundan dolayıdır ki insanlar huzuru tanımaz, tanıyamaz hâle gelmişlerdir.
Ölüme ayarlı yaşamayı biz bir işin veya bir düşüncenin sonunu düşünerek girişme olarak anlıyoruz. İnsanların düşündükleri ve yaptıklarının sonunu burada veya başka yerde görecekleri düşüncesinden uzaklaşmamaları daha düzgün düşünmeyi, daha güzel davranmayı gerektirirken, ölüme ayarsız, ölüme endekslenmemiş yaşam hayatı da tadsız kılar. İnsan bir işte çalışırken nasıl iş bittiğinde alacağı ücreti düşünerek iş bitene kadar çalışma azmine kavuşursa, bir insan örneğin bir okulu sonunda bilmem ne mesleğin sahibi olmak düşüncesi ile okursa, bir kitabı okuyan sonunda bazı şeyleri öğreneceği düşüncesi ile okursa elindeki kitabı okuyabilir ve giriştiği işleri yapabilir. Zira sona ulaşma arzusu, insana başlamak azmi verir ve devam ettirmeyi düşündürtür.
İşte biz müslümanların kendimizi ‘ölüme ayarlı’ olarak yaşıyor olmamız hâlimizi iyi kılarken, geleceğimizi (sonumuzu) da iyi kılacaktır. Hayat bu sona ulaşmak için güzeldir, tatlıdır, zevklidir, her yönüyle.. Bu sebeble dünya nimetlerinin hazzını bir müslüman, ölüme ayarlı yaşamayan ve düşünmeyene göre daha çok alır. Hayat müslüman için daha tatlıdır. Zira sonunda ulaşılacak şeyler için yaşanılmaktadır. Yaşarken alınan hazza, ulaşılacak sonda daha fazlası ile kavuşma düşüncesi, insana hayatı daha çok sevdirir. Bu sevgi, yaşanılan hâli yaşanılacak halden üstün görmeye dönüşürse bu takdirde bütün dengeler bozulur ve her şey tersine döner. Buna dikkat etmek gereklidir.
Kur’an’ın İslamı’nı yaşayanlar için geçerli olan yukarıdaki sözlerimiz üzerinde ciddiyetle, önemsenerek durulmalıdır. Gerekiyorsa tartışma açılmalıdır. Ama mutlaka düşünülmelidir ki düşünülenlerin sağlaması mümkün olabilsin. Bir uçtan diğer uca, en küçük sondan en nihai sona, sonu düşünenler kazanacaklardır. İster yevmiyeci bir işçi olarak çalışan olsun, içten yaptıklarının sonucunda sayılmayacak nimetlere sahib olacağı düşüncesine olsun bağlılık hayata anlam kazandırır, yapılan işi sevdirir, sevilen iş güzelleşir ve en güzel şekilde yapılır. Ki güzellikler insanların tab’an sevdikleri şeylerdir.
Soru 26 — “Mürâî kırk yıl aynı noktada döner durur, sadık ise her gün kırk defa değişir” sözünün anlamını nasıl buluyorsunuz?
Ercümend Özkan: Malumunuz mürâî iki yüzlü, riya sahibi, riyakar demektir. Aslolan ikiyüzlülük olduğuna göre, bu karakteri taşıyan insanın gerçekte tek yüzü vardır o da karşısındakine yaranmak ve ondan görünüp, ondan bilinmektir. Yani sonuç olarak tek amacı vardır iki yüzlünün: Döner dolaşır fakat gösterdiği bütün çaba yalnızca yaranmak içindir. Bütün amacı bu olan kimse için ilerleme, zihinden bile geçmeyen bir gerçekliktir. Zira tek amaç olan yaranma isteği ilerlemeye engeldir. Zira insan her zaman gerçekleri ifade etmesi halinde bile insanlara yaranamayabilir. Hattâ çoğu kez böyle olmakta ve değişen, hele de doğruya doğru değişenlerin hâli toplumda ‘aykırılık’ olarak algılanmakta ve yaranmayı mümkün kılmamaktadır. İnsanların diğerlerine yaranmaları ancak diğerlerinin ağızlarına bakmaları ve bu ağza göre şerbet vermeleriyle mümkün olabilmektedir. Bu amacı taşıyanın kendini değiştirme gereği duyması da mümkün değildir. Zira onun için aranacak bir başka gerçek kalmamıştır ve iki yüzlü arayacağı şeyi daha başında bulmuştur; yaranmak. Sonucunda ulaşabilecek, yaklaşılabilecek şeyi mürai daha başından değişmez doğrusu olarak bulduğuna göre de kendini değiştirmesi, yenilemesi gibi problemleri kalmamış ve bu geçerli gerekçesi ile çakılıp kalmıştır kendi gerçeği yaranmaya.. Bundan vazgeçmesi demek, kişiliğinden (kişiliksizliğinden) vazgeçmesi demektir. Halbuki o (mürai) ulaşmayı umduğu en yüce değerine çoktan kavuşmuş ve ikiyüzlülüğünün ürünlerini toplamanın peşindedir.
Doğrunun peşinde koşturan sâdık, doğrulardan olan kişi her gün mutlak doğruya ulaşmak için bir devinme (çaba) içindedir. Bu çaba ve devinim, sahibini ister istemez yenileşmeye, değişmeye yöneltir ve bu çabayı gösteren değişir, her gün daha çok doğru değişir. Bugününü dününe nisbetle beğense bile, yarınlarında daha ileri düzeylerde olmayı ister ve gereğine tevessül eder. Ki bu tevessül kendisini çabalatır ve kişi gayretinin sonucunu olumlu olarak alma yolundadır ve giderek de alır. Hemen bir günde, daha ilk davranışında buna ulaşması gerekmez, çoğunlukla ulaşamaz da. Fakat sürdürdüğü çabası kendisini bulunduğu yerden alıp daha ilerilere taşıyacaktır. Bu taşıma onun değişimi demektir. Zira hareket halinde olup durağan değildir.
Sâdıklar (doğrular, doğruların peşinde olanlar) elbette ki insanların onurlarıdır. Onursuz insan da insanlık da olamayacağına göre insanları toptan utanmaktan, yere bakmaktan da bu tür kişiler kurtarır ve insanlığın iftiharıdırlar.
Soru 27 — “Sünnet, peygamberin pratiği” diyorsunuz. Pekala Kur’an kimin hayatının pratiğidir?
Ercümend Özkan: Pratik, amel demektir bilindiği gibi.. Biz de bu anlamından hareketle peygamberin pratiğine bir diğer tanım ile sünnet demişsek ortada ters bir durum yoktur. Davranış anlamındaki pratik elbette ki bir teoriye (esaslı düşünceye) ihtiyaç duyurur. İşte peygamber için bu esaslı düşünce kendisine gelen vahyin oluşturduğu düşünce idi. Bu sebeble biz bir diğer tanımla “Sünnet-i Resulullah, Kur’an’ı ahlak edinmektir” demekteyiz.
Kur’an kimsenin yaşanmış hayatının pratiği değil, herkesin yaşaması gereken hayatın kurallarının, içerdiği esasların kendisinde bulunduğu kitabın adıdır. Kur’an bir bakıma teoridir ve pratize edilmek üzere Allah tarafından kullarına gönderilmiştir. Burada teori ve pratik ayrımı tıpkı söz veya yazı ile davranış arasındaki ayrım gibidir ve biri düşünce iken diğeri düşüncenin hayata geçirilmişidir. Hayata geçirilmiş düşünce pratize edilmiş düşüncedir ve bir bakıma düşüncenin uygulamadan geçerek test edilmesine de imkan sağlar. Uygulanabilirlik düşünceler için çok önemli bir faktördür. Zira ‘Eflatun’un Cumhuriyeti’ gibi uygulamadan mahrum, yalnızca teori olarak kalmış metodoloji -hayata geçirilme yöntemi- bulunmayan düşünceler hayal, ütopya, rüyalar olarak kalmaya mahkûmdur. Ve bu tür düşünceler insanlar için mürüvveti görülecek düşünceler olmayıp, belki ibretle bakacakları bir görüntüden başka bir anlam ifade etmezler, edemezler.
Biz Sünnete peygamberin pratiği derken belki eksik bıraktığımız bu bir tür tanımı şimdi sizin vesile olmanızın sonucu değiştirelim veya tamamlayalım. Sünnet, peygamberin Kur’an temelli pratiğidir demek daha açıklayıcı olacaktır sanıyorum. Zaten bir kelime eksiği ile söylediğimiz sözde de aynı anlam bulunmakla birlikte her okuyanın anlaması mümkün bulunmayan bir ifade tarzı idi. Şimdi tanımı aynı kelimelerle yapacak olursak kendimizi daha fazla ifade imkanı bulacağımız bir tanıma kavuşmuş oluyoruz. Kısaca “Sünnet, Resulullah’ın Kur’an’ı ahlak edinmesi”dir. Sünnet, Resulullah’ın Kur’an esaslı pratiğidir demek sanıyorum efrâdını cami, ağyarını mani bir tanıma daha yakındır.
Kur’an, Allah’ın, elçisi Muhammed’e gönderdiği, kendisinin ve insanların hayatlarının pratiği olmasını tavsiye ve emrettiği itikadi ve ameli esaslar bütününün oluşturduğu Kitab’ın adıdır. Sorunuzun “Pekala Kur’an kimin hayatının pratiğidir?” sorusunun cevabı Kur’an geldikten itibaren kendisine indirilen elçiye ve o elçinin tebliği etmesi sonucu İslam olanların hayatlarının pratiği olsun için gönderilmiş bir kitabtır. Kur’an gönderilmeden kimsenin hayatının pratiği değildir, olamaz da.. Zira örneğin bir kanun çıkmadan önce kimin uyguladığı bir kanundur demek gibi bir şeydir sorunuz ki böylesi bir soru olmaz.
Özetle Kur’an elçi ve onun tebliği ettiği insanlar için ahlak edinilmek üzere gönderilen kitabın adıdır ve ilk olarak da elçinin hayatında pratize ettiği kitabtır.
Soru 28 — İslam Devleti ile müslümanların devleti tabirinde bariz bir çelişki görülüyor mu?
Ercümend Özkan: İslâm Devleti’nin tanımını verecek olursak yaklaşık şunu söyleyebiliriz: İslam Devleti, belli bir toprak parçasında -ülke- yaşayan insanların rızaları ve isteklerinin sonucu olarak kendileri üzerine Allah’ın hükümleriyle hükmedilmesi için içlerinden birine biat ettikleri -devlet başkanı tanıdıkları-, içeride iktidarın yalnızca müslümanlara dayandığı, dış politikasında ise yalnızca ‘ilây-ı kelimetullah’ esasını gerçekleştirmeyi hedef edinen devlete denilir. Bu anlamda belki ve sözün gelişi böylesi bir devlete ‘müslümanların devleti’ demek de mümkündür. Lakin şu açık bir şekilde görülmektedir ki kendilerine müslümanım diyenlerin devletleri her zaman İslam devleti olmamaktadır. Örneğin içinde yaşadığımız ve herkesin kendisine müslümanım dediği Türkiye’de devlet kesinlikle İslam devleti değildir, hattâ özellikle de İslam’ın kurallarını fert ve toplum hayatından çıkarmayı varlık sebebi sayan bir devlettir.
Devletler özelliklerini -sıfatları- üzerine kuruldukları esasların özelliklerinden alırlar. Devlet, organize olmuş toplum demek iken, bu tanım bütün devletler için geçerlidir. Lakin marksist devlet, laik-demokratik devlet veya İslam Devleti denildiğinde devletlerin özellikleri, ideolojileri ile tanımlanması söz konusudur. Sıfat, tanıma içerik kazandırmaktadır. Bu itibarla bir devlete İslam Devleti denilebilmesi için bu devletin varlık sebebi olarak Kur’an’ın tevhid ilkelerini esas alması, Kur’an’daki fert ve toplumsal ilişkileri gerçekleştirmeyi hedef alması ve varlık sebebi sayması gerekir. Böylesi bir devlet göstermelik değil, sahiden bu amacı gerçekleştirmeyi hedefleyen bir devlet ise kendisine meşruiyet -şer’ilik- kazandırmış ve müslümanların itaatini hak etmiş devlet olur. Tarih boyunca böylesi bir devlet bizzat Resulullah’ın başında bulunduğu ilk örneğini yaşamıştır. Bizim kanımıza göre de Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer dönemlerinde de bu vasfını korumuştur. Hz. Osman zamanında ise yönetim zaafı bu ilkeleri yiyip bitirmiş, sonra gelen Hz. Ali’nin de bu dağınıklığı toparlayacak kudreti gösterememesi sonucu uygulamada eksiklikler, aksaklıklar ve giderek de değişmeler meydana gelmiş ve İslam Devleti niteliğinden esaslı şeyler kaybetmiştir. Formel olarak Osmanlı dahil aradaki devletlerin hepsi İslam Devleti özelliğini korumayı hedeflemiş ve öyle olagelmiş olmasına rağmen bu devletlere özelliğini veren İslam’ın ne kadar İslam olduğu tartışılagelmiştir. Bu arada Benî Umeyye zamanında Ömer İbn Abdülaziz döneminde devlet, Resulullah zamanındaki özelliğini tekrar kazanmış ise de bu kazanım sürekli olamamış, çabuk kaybolmuştur.
Soru 29 — Önümüzde beyaz, kırmızı, pembe üç gül var. Bunlardan birini bana vermek isteseydiniz hangisini verirdiniz?
Ercümend Özkan: Bu çok özel ve insanın böylesi bir taleb karşısında kaldığı anda taşıdığı halet-i ruhiye ile yakından ilgili olan bir husustur. O andaki konuma göre, sizinle konuştuğumuz konuya, bu konunun estirdiği havaya, benim ve senin taşıdığımız halet-i ruhiyeye göre seçerdim herhalde hangi renk gülü vereceğimi. Bu konuda genel geçer bir tercih yapmanın da hem doğru hem de mümkün olmadığı kanısındayım. Her renk güzeldir ve yerine göre güzeldir. Kanamadan, kandan bahsediyorsanız bunu beyaz ile, pembe ile ifadelendiremezsiniz. Belki beyaz üzerine kırmızı ile ifadeniz mümkün olup, başka bir seçiminiz doğru değildir. Safiyet söz konusu iken elbette bunu beyaz ile ifadelendireceksiniz. Pembenin de kendine göre tercih yerleri olduğu, biraz hayal, biraz hülya rengi olduğu bilinir. Ki hayallerini ifade ederken insanlar pembe ile ifade ederler çoğu kez..
Ben size bu açıklamalardan sonra hangi renk gülü vereyim dersiniz? Haydi bizi, içimizi dışarı çıkarma imkanı veren sorularınızdan dolayı beyaz rengi vereyim, inşaallah siz de beğenirsiniz.
Soru 30 — Baştan sona bildiğiniz bir şarkı, türkü var mı? Herhangi bir çalabildiğiniz enstrümanınız oldu mu? Bu konularda teşvik ettiğiniz kişiler var mı?
Ercümend Özkan: Sesimin de biraz dinlenir olmasının da saikiyle olsa gerek gençliğimde epeyce türkü, şarkı, gazel, uzun hava, hoyrat bilir ve söyler, okurdum. Tabii bizim bundan kırk yıl öncemizin şarkı, türkü denildiği şeylerdi bunlar. Şimdiki şarkıları, türküleri oyuncak gibi buluyor, aslâ şarkı ve türkü diyemiyorum. Belki istisnaları vardır ve rastlıyorum da. Lakin büyük çoğunluğunun şarkılıkla, türkülükle uzaktan yakından alakası yok bana göre.
Yeşil Kurbağalar’dan Makber’e birçok uzun hava ve gazeli iyi-kötü okurdum. Hamiyet, Müzeyyen, Safiye, Hafız Burhan, Abdullah Yücel ve mümasili isimler bu konuda beni tanımlayabilirler. Zevk aldığım şeyler konusunda bir fikir verebilir. Keklik Dağlarda Çağlar, Dumanlı Dağlar gibi Türk musikisinin klasikler arasında girmiş şarkıları, ‘Bahar gelir yaz olur’ türünden türküleri iliklerime kadar duyarak dinlediğim ve söylemeye çalıştığım, mırıldandığım şarkı ve türkülerden olmuşlardır.
Bunlardan sonra, sorunuzun bana bir iç geçirtmesinin arkasından söyleyeyim ki inanınız nerede ise şu anda hiçbir türkü veya şarkının tamamı hatırımda bulunmuyor. Belki birisi okursa ve ben katılırsam, hatırlıyor ve katılarak söyleyebiliyorum, ama tek başıma pek hatırlayamıyorum. Zira öylesine başka şeylerle düşüp kalktım ve onları hatırıma doldurdum ki sanki ben bunu yaptıkça önceleri hatırıma girenler orayı terketmek zorunda kaldılar. Özgül ağırlığı fazla olan şeyleri bir yere doldurur ve başkalarına da yer ayırmayı akletmez iseniz ister istemez hatırınız hep bunlarla dolar ve başkaları giderek silinir. Buna rağmen ben yine de ‘Başları hâreli dağlar’ türküsünün hiç değilse bu mısrasını unutmuyor, unutamıyorum, mırıldanıyorum ara sıra.. Halk türküleri, özellikle de havaları, söylenişlerinin içtenliği ve kişiye özgün oluşları bakımından, içeriklerinde küfür koksalar da alevî türküleri dinlemeden edemediğim türkülerdir. Örneğin ‘Haydar, haydar, haydar!..’ gibi..
Çalmayı hep istediğim, çalabilmeye özendiğim halde bir türlü vakit bulup öğrenemediğim fakat halâ da kendimde bir eksiklik olarak gördüğüm şey bir enstrüman çalabilmek idi. Meselâ bir yaylı tanbur, meselâ bir keman, meselâ bir ud, cünbüş, ney ve hassaten de bunların tellilerinden birini çalabilmeyi çok isterdim. Lakin ne benim vaktim oldu, ne de birisi üzerime düşüp yahu şunu öğren, ben öğreteyim dedi. Belki benim genç yıllardaki telâşımın da bunu yapamamada rolü oldu ve hiçbirini çalmayı bilemedim, öğrenemedim. Ama gerçekten çok iyi bir dinleyiciyim. Yeter ki dinlenebilir bir müzik duymayayım. Bir flamenko müziği, bir hind müziği, hattâ sarhoş havaları da olsa yunan müziği, dinamik veya rehavet veren müzik, hepsini seviyorum. Ne var ki kaliteli olsunlar.. Bugün halk müziği (pop müzik) olarak söylenen ve çalınanları halktan kopmuş kimseler söyledikleri ve çaldıkları için bu müziğin acaba neresi halk müziğidir, pop müziğidir diye hep sormuş fakat bir türlü herhangi bir yanının halkla, onun müziği ile ilişkisini görememişim. Bu yüzden de bana müzikle alay ediliyor, halkla gırgır geçiliyor gibi geliyor böylesi müziği (!) dinlerken..
Bu konularla yakından ilgili olageldim bu sebeble de söyleyecek çok şeyim var. Fakat şimdilik burada bitireyim ve sorunuzun son cümlesine geleyim. Diyorsunuz ki bu konuda kimseleri teşvik ettiniz mi? Etmedim. Ayrıca edecek vakit de bulamadım. Fakat etseydim mutlaka ettiğim kişiye, sakın ha hayatını adama, böylesi işler bir yemeğin tuzu biberi gibidirler, yemeğe tat verirler ama kendilerinden yemek olmaz: Tuzdan, biberden yemek pişirilmez ve tatmin vermez derdim. İnsan hayatını tek başına dolduracak keyfiyette şeyler olarak görmedim müziği.. Ancak yemek için tuz biber ne ise insan hayatında müziğin yeri de bunun ölçüsünü aşmamalı diye düşünegeldim ve şu anda da böyle düşünüyorum. Kimselere şu anda da tavsiye etsem dahi bu ölçüler içerisinde tavsiye ederdim.
1958-59’lu yıllarda şu anda Ankara İlahiyat Fakültesi’nde hadis profesörü olan Mehmed Sait Hatiboğlu ve küçük kardeşi Ahmed Hatiboğlu’nun Yenimahalle’deki evlerinde komşuları yorgancılık yapan bir neyzenle üçlü halde meşk ettiklerini dinler, katılmaya, mırıldanmaya çalışırdık. Bildiğiniz gibi Ahmed Hatiboğlu çok zamandan beri TRT’deki Türk Tasavvuf Musikisi Konser Hey’eti Başkanı olarak çalışmaktadır. Gerçekten işinin -müziğin- ehlidir. Ben Hasan ağabeylerinin evinde kendileriyle görüşür ve onları başka dostlarımızla dinlerken bu işi nereden öğrendiklerini ve ne zaman öğrendiklerini sormuştum. Bana verdikleri cevapta babaları olan eski Burdur Müftüsü Mehmed Hoca’nın annelerini güzel ud çaldığı için aldığını ve kendilerinin annelerinden öğrendiklerini söylemişlerdi. Her zaman olduğu gibi o zamanda da aklı eren ve ud çalmayı İslam’a aykırılık olarak değerlendirmeyip, hayatın tuzu biberi görenlerin bulunduğunu öğrenmek de beni sevindirirdi. Yıllarca hemen her hafta evlerinde veya bazen de başka evlerde yaylı tanbur sesi, bir ud sesi duyduğumda, güzel çalınan bir keman işittiğimde emin olunuz iliklerime kadar etkilenir ve Allah’ın bunları yaratmasının da, büyüklüğünü gösteren bir başka şeyler olduğunu düşünmüşümdür ve beni inancımı kavileştirmek açısından bir kuşun uçuşundan, bir yaylı tanburdan çıkan sese kadar her şey hep etkilemiştir. Bir yılanın sürünmesinden, bir kelebeğin uçuşuna, bir bülbülün ötüşünden, bir ud sesine kadar hemen her şey hep düşündürmüş ve etkilemiştir. Ve bunları hep mükemmelliğin eseri olarak görmüşümdür, değerlendirmişimdir. Ben Allah’ı, bizler için yararlı şeyleri denizlerde götüren gemilerin yüzdürüşünden ötürü değil yalnız, develerin nasıl yaratıldıklarından değil yalnız, bir ud sesinden, bir yaylı tanbur sesinden de mükemmellik abidesi olarak görmüşümdür. İnsanı yaratan ve gerçekten mükemmel olarak yaratan Allah’tan daha güzel insana biçim verebilecek var mıdır? Kurgu filmlere bakınız, hep örnek aldıkları, alabildikleri de Allah’ın yarattığıdır. Hayalleri bile, Allah’ın yarattığı gerçekleri aşamayan insanlar neden Allah’a sırt çeviriyorlar, anlamak doğrusu zor geliyor bana, güçlük çekiyorum anlamakta.. Bir kedi yavrusunun, bir insan yavrusunun -bebeğin- insandaki merhamet duygularını barizleştiren görüntüleri, O’nun da kullarına merhametinin ölçülerini vermekte değil midir?
Müzik de O’na ait ve O’nun yarattığı özelliklerden biridir. Ne güzel yaratıyor bu Yaratan!.
Soru 31 — İmam-Hatip Liselerinde kelam, hadis, tefsir, siyer, fıkıh gibi kitablar okutuluyor. Bunların hepsinin kaldırılıp salt Kur’an meali okutulmasına ne dersiniz?
Ercümend Özkan: Nerede okutulursa okutulsun insan için gerekli olan şeyler okutulmalıdır. Lakin şu açıkça bilinmelidir ki insanlara başkalarının ne dediklerinden ziyade, kendisinin neler demesi gerektiğini öğrenmesi öğretilmelidir. Yani başkalarının söylediklerini öğrenmeden önce kendisi düşünmeyi öğrenmelidir. Düşünmeyi öğrenenler, başkalarının düşüncelerinden de kendileri için gerekli gördüklerini alır ve görüşlerini zenginleştirirler. Hiç kimse yoktur ki başkalarından bir şey alma ihtiyacından müstağni olsun.
Fakat sorunuz münasebeti ile şunu açıklıkla belirtmekte zaruret vardır ki yukarıda bahsettiğiniz ders veya konu isimleri, hiçbir şey bilmeyen, mübtedilerin kafalarını daha başlangıçta şunun-bunun dediği ile doldurmakta ve düşünmeye bile yer bırakmamaktadır. Okuduklarının hepsini kafasındaki demirbaş hanesine kaydedenlerden bunları daha sonra çıkarmakta, silmekte büyük güçlükler çekiliyor. Hattâ silinmiyor ve bıraktıkları izler ölene kadar kişiyi terketmiyor. Böyle olunca da bu durumdaki kişi, kendisine düşüncelerinin öğretildiği kişilerin organlarının nakli ile meydana gelmiş bir vücud gibi oluyor ve bir türlü kendisi olamıyor. Yamalı bohça gibi başkasından oluşan bir kişilik elbette insanın kendisi olmasını engelliyor. Bu sebeble de kendine güvensiz bir kişilik çevresine de güvensizlikle sürüyor, derken kişilik zaafı insanı yok ediyor.
Evet, doğrusu usûl ile ilgili esaslı bilgilerin dışında birçok şey öğretmekten ise işin esasını, Kur’an’ı anladığı dilden yazılmışı ile öğretmek elbette ki daha sade, daha basit ve kolay ve kolaylaştırıcı olacaktır.
Bu sebeble meselâ hadisin peygamberin sözü değil, ama peygamberin söylediği söylenen sözler olduğunu bâri bilmelidir kişi. Tefsirin sonuç olarak bunu yapanın şu veya bu şekilde ayetleri açmaya çalışması gayretinin ürünü olduğu bilinmeli ve vahiy sonucu da olmadığı akıldan çıkarılmamalıdır. Kelam için ve diğerleri için de aynı şeyleri söylemek doğrudur ve söyleyebilirim. Kur’an’la tanıştıracağınız insan ne okursa okusun okuduklarını, dinlediklerini gereği gibi değerlendirecek ve eğrileri doğrulardan ayırt edebilmeyi öğrenecektir. Bu öğrenilmeden eğri ve doğruyu ayırabilmek de mümkün değildir.
Unutulmamalıdır ki Kur’an, yaşanan bir hayat içinde bir çeyrek yüzyılda yavaş yavaş gelmiştir. Bu hayatı yok sayarak, bu hayatta geçen olaylardan habersiz kalarak, yaşanan bir hayat için, bu hayatı düzenlemek için gönderilmişliği görmezlikten gelerek Kur’an anlaşılmaz. Tekrar tekrar okuyarak o yıllarda olup bitenlere bakarak, insan tabiâtını, zaaflarını, özelliklerini bilerek okumanın, okuduğunu anlamada insana yardımcı olduğunu görmezlikten gelmek mümkün değildir. Herhangi bir sözün hangi halet-i ruhiye ile söylendiğinin, o sözün söylenmesini gerektiren şartların, sözün ilk planda kendisini ilgilendirdiği kişilerin şahsiyetlerini bilmeden, tanımadan da anlamak, gereği gibi anlamak mümkün değildir. Bütün bunlar göz önünde bulundurulmalıdır. Şunu da kesinlikle unutmamak gerekir ki Kur’an anlaşılsın diye gönderilmiş ve kulların anlayabileceği düzeyde gönderilmiş bir Kitabtır. Bu kitabı iki deveyi gütmekten aciz görülen kimseler dahi anlayabilmişse bugün onlara nisbetle dünya hakkında daha çok bilgisi, görgüsü bulunanlar tarafından haydi haydi anlaşılır olduğunu kabullenerek işe başlamakta zaruret vardır. Önce, Biz Kur’an’ı anlayabiliriz. Yeter ki anlamak isteyelim ve anlamak için gereken şeyleri yapalım. Örneğin, tekrar tekrar okuyalım diyerek başlanmalıdır.
Soru 32 — Müslüman olduğunu söyleyen birinin Kur’an’ı anlama yönünde özel, ciddi hiçbir çabası yoksa, böylelerinin şerrinden Allah’a sığınmak lazım desek ne derdiniz?
Ercümend Özkan: Elbette ki bilenlerle bilmeyenler bir olmadığından, olmayacağından öğrenmeyen, öğrenmek için çaba harcamayanla, bu çabayı harcayanın işi çok zor olacaktır. Zira biri anlayışın, anlayabilmenin yolunda iken, diğeri anlayışsızlığın, doğru söze kulak vermemenin temsilcisi durumunda olacaklarından, biri diğeri için gerçekten sıkıntıdır, eziyet vericidir. Böylesi bir kişi sizi anlamadığı gibi anlamak da istemez ve sürekli olarak ön yargısı ile hareket ederek üzüm yemenin değil, bahçıvan dövmenin peşinde olur. Muratlar böyle ayrılınca da böylesi iki kişinin birbirleri için sıkıntı doğuracakları, birinin diğeri için sıkıntı olacağı bir vakıa olur. Evet iki taraflı olarak dile getirmeye çalıştığımız bu durumdan gerçekten en çok da anlayışlı olan sıkılır ve bizâr olur. Anlayışsızın, bu anlayış kıtlığından dolayı belki fazla sıkıntısı olmaz iken, anlayışlının, bilenin sabrı çok olsa da sıkıntısı çok olur. Bu sıkıntıya dayanmak ise ancak inanmışlığı ve doğruların uğurlarına fedakarlıkların göze alınmaya değer şeyler olduğu gerçeğini kabul ile mümkündür.
Şerr, iftiradır. Şerr, yalandır. Çarpıtma ve saptırma da şerrdir. İyi niyetli olmasına rağmen bu iyi niyetliliğinin gereğini yerine getirmeyen kişi katılaşır, kalınlaşır. Kalın ise inceye azab verir. Sizi anlayamayacağı için, anlamak istemediği için anlamak istediği gibi tanıtmaya çalışır ki siz aslâ onun tanıtmaya çalıştığı gibi değilsinizdir. Böylesinin aleyhinizde kurduğu binaların enkazını temizlemekle geçirseniz bile ömrünüz belki kâfi gelmez. Elbette ki böylelerinin şerrlerinden Allah’a sığınılmalıdır. Bu da ancak belki kâfi gelmez. Bu da ancak Allah için sabretmekle mümkündür.
(İktibas, sayı 186-193)