Ortadoğu’da yaşananların küresel emperyalizmin bir tatbikatı olduğu büyük resim sayesinde ayan beyan görülebiliyor. Tabii ki 21. yüzyılın emperya-lizm olgusundan söz ediyoruz. Bilindiği gibi dünya eski dünya değil, gerçekler de eski gerçekler değil. Dünya sömürgecilik sisteminin değişmeye yüz tuttuğu 20. yüzyıl başlarından itibaren emperyalizm giderek girift bir biçime bürünmüş, sömürü olgusu dünyanın değişen şartları çerçevesinde daha sofistike bir mekanizmaya kavuşturulmuş bulunuyor.
Sömürme iştihası kurulu sistemin dinamiklerinden yani kapitalizmin tabiatından ileri gelmektedir. Kapitalizm denen yapı bu iştihanın tatmin edilmesiyle kaim olabiliyor. Artı değer üretemeyen her kapitalizm varoluş zeminini kaybeder: Sistemin esası ve ayırt edici özelliği bu. Ancak söz konusu temel gerçek, modernleşme istikametinde ilerleyen yeni dünyanın görünen yüzü sayesinde nispeten maskelenebilmekte. Hatta modernleşmeyi gerçekleştiren motor güç olduğu gerekçesiyle kapitalizme en radikal ideolojiler tarafından bile belli bir meşruiyet kazandırılabiliyor. Mesela Karl Marks bu yüzden kapitalizmi lanetlemek yerine hayırhah ve gerekli bir aşama diye görebilmişti. Dolayısıyla kapitalizme karşı bir alternatiften söz etmek istediğimizde, doğrudan işin özüne ilişkin tespit ve iddialarla ortaya çıkmak mecburiyetindeyiz. Genel anlamda sistemle başa çıkabilmenin tek müm-kün yolunun zihnimizi radikal bir evrenselliğe (varoluşa) taşımaktan geçtiği unutulmamalı. Bunun asgari şartlarından biri olarak kapitalizm dediğimiz olgunun radikal bir yapı-söküme uğratılması gerekiyor. Yoksa var olan düzen efendilerden yana işlemeye ilanihaye devam ediyor, edecek gözüküyor. Bu açıdan kapitalist sömürüyü örgütlü küresel sistemin bir nevi ‘derin gerçeği’ olarak adlandırmak bize daha sorgulayıcı ve daha dinamik bir bakış açısı sağlayabilecektir. Sömürü realitesiyle hesaplaşmayan herhangi bir alternatifin bizi emperyalizmin girdabından kurtarmaya takati yoktur. Kapita-lizmin en büyük marifetlerinden biri, kendisinin nesnel yani zorunlu bir gerçekliğe sahip olduğunu düşündürmek (ideolojik hegemonya) ise bir diğeri kendi sömürü gerçeğini sistemin derinliklerinde görünmez hâle getirmesidir. Böylelikle kapitalizm, sistem dediğimiz büyük, küresel yapıya hizmet etmeyi değil, sömürü çarklarını döndürecek şekilde onu kullanmayı başarabiliyor. Kapitalizm için verili sistemin (modernliğin) ehemmiyeti, temin ettiği sömürü yeteneği ve imkânlarıyla sınırlı nispettedir.
Sistemin paradoksları
Ancak küreselleşme gerçeğini kapitalizmin isterlerinden ve emperyalizm olgusundan ibaret görmek doğru olmaz. Öyle olsaydı 19. yüzyılın so-nunda tarihin sonuna gelmiş olmamız gerekirdi. Çatışma olgusu Batı-merkezli sistemlerin temel karakterini oluşturuyor. Bu çatışmayı Habil-Kabil mücadelesini kapsayacak şekilde evrensel bir bağlama taşımak mümkün olsa bile, bu tarz bilim dışı yaklaşımlar bizi Batı’daki farklılığı görmekten alıkoyuyor. Çatışma faktörü Batı’nın kendi realitesi içinde tarihsel bir dinamik olup sistemin gerçek anlamıyla temellerini/mayasını oluşturmaktadır. Batı modernleşmesi çatışma kültürünün bir ürünüdür. Küreselleşme de -sömürgecilik tarihi boyunca olduğu gibi- yine buradan beslenen ama aynı zamanda kapitalizmin doğurduğu siyasi ve insani çelişkilerle baş etmek mecburiyeti içinde şekillenen dinamik bir realite. Bu ise bir tarafıyla kapita-lizmin yumuşak karnıdır ve onun bitinin kanlandığı anlar belki de paradoksal şekilde karnının en yumuşadığı anlardır. Hülasa sistem iki kutup ara-sındaki çelişkilerle işlemektedir: Sömürü ve özgürlük talepleri arasında süregiden sürtüşmeler.
Modernleşme ideolojisi, sömürü mekanizmasıyla özgürleşme (eşitlik, bireysellik vs.) söylemlerinin muhtelif bileşkelerini dayatıyor. Küreselleşme süreci genel anlamıyla bu bileşkelerden izole edilebilir değildir. Sömürü mekanizması bir yerden bir yere taşınabilen teknolojik-maddi bir aygıta ben-zemez. İçerdiği unsurlarıyla yayıldığı ülkelerde kendi siyasi, ideolojik ve toplumsal şartlarını mutlaka oluşturmak zorundadır. Yeni sömürgecilik ancak bu yolla mümkün olabilir. Daha açıkçası, 20. yüzyılın sömürgeciliği modernleşme kisvesine bürünmeyi bir zorunluluk hâline getirmiş, kendisini tari-hin değişen şartlarına uyarlamıştır.
Ne ki, küresel sistem bu kisveyi taşımakta göründüğü kadar rahat değil. Hukuk ve demokrasi, sisteme alttan alta ayak bağı olmaktadır. Demok-rasi idealiyle yaşanan bir dünyada gücün demokratikleşmiyor olması rahatsız edici olmaya devam ediyor. Güç ve hukuk (eşitlik) çatışması bilhassa Türkiye gibi ülkelerin muhalif sesleriyle önümüzdeki süreçte yeni bir rotaya girecekmiş gibi gözüküyor. Yine de dünya hükümranlığı ile dünya hukuk düzeni arasında boy gösteren çelişkiler, gücün yani emperyalizmin lehine rahatlıkla çevrilebiliyor, malum. Hukuk hâlâ güçlülerin menfaatleriyle bağdaştığı nispette değere sahip. Güç olmanın hukuku kendi insiyatifine almaktan başka bir şey olmadığı bu şekilde aşikar hale gelmektedir. Oysa hukukun daha çok zayıflar için elzem olduğu küresel güçler tarafından teyit edildiği takdirde sistemde büyük dönüşüm söz konusu olabilecektir. Sistemin yumuşak karnı tam da buradadır.
ABD’nin Suriye-Irak toprakları üzerindeki askeri varlığı küresel sistemin reflekslerini açıkça ifşa etmektedir. Sömürü kaynaklarını orta-uzun vade içerisinde kontrol altına alarak yaşama şansını artırmaya çalışan güç blokları bunun için uygun zemin peydah etmiş, dünya konjonktüründen en iyi şekilde yararlanmayı istemişlerdir. Gücün hukuk üzerindeki egemenliği bütünüyle göz önüne çıktığı gibi, ABD’nin varlığını meşrulaştırmak ve sürdür-mek için kullandığı söylemler genel kamuoyuna bile inandırıcı gelmemektedir. Nitekim, askeri politikaların ardında emperyalizmin ve onunla çıkar birliği oluşturan Siyonizmin bulunduğunu nispeten bulanık da olsa görebiliyoruz. ABD’nin meşruiyet gerekçeleri hatta bölgeden çekilme söylemleri tam anlamıyla manipülatif bir nitelik taşımakta.
Umudun mücadelesi
Zayıfların bilinci ve toplum vicdanı ancak kendisini bir güç hâline getirebilirse var olma imkânlarını gösterebilecektir. Güçten kastımız salt maddi anlamda olmayıp her türlü direniş bi-çimlerini kapsayıcı bir muhtevaya yöneliktir. Emperyalizm için en büyük açmaz, hak ve özgürleşme bilincinin baş edilemez bir ayaklanmaya dönüşmesi, tutamaklarını yok edecek sağlam bir iradenin/eylemin ortaya konulmasıdır. Emperyalizme karşı umut, maddi güçten ziyade “insanlık olma” bilincinden geçiyor.
Buraya kadar Batı-merkezli bir dünya üzerinden küreselleşme gerçeğine dikkatimizi teksif ettik. Zira küreselleşme sürecine istim veren esas unsur-ların kapitalizm ve modernleşme olguları yani Batı medeniyetine ait karakteristikler olduğu bir gerçek. Batı medeniyeti sadece demokrasi, bilim ve refah ekonomisiyle değil, sömürü, hedonizm ve liberalizm-milliyetçilik gibi ideolojileriyle de bizi kıskıvrak kuşatıyor.
Ortadoğu haritasının küresel sistemin isterleri doğrultusunda dizayn edilmesine karşı bir güç oluşturmaktan başka çare bulunmadığı ortada sayılır. Bütün mesele bu gücün hangi temel veya hangi nüve etrafında ortaya çıkacağı üzerinde düğümleniyor. Kapitalizmin boyunduruğuna girmiş, modern-leşmeyi tarihî bir zaruret olarak kabullenmiş toplumların küresel oluşumlara karşı mukavemeti her hâlükârda sınırlı düzeyde kalmaya mahkum. Onlar için tarihî gecikmişlik anlayışı/duygusu içerisinde küreselleşme ideolojisinin girdabına doğru sürüklenmekten kaçınabilmek mümkün olmayacaktır. Realite adına küresel güçlerle yapılan menfaat ortaklığı bu girdaba itilmeyi meşrulaştırmanın bir ifadesi olmaktan öteye geçemiyor.
Medeniyet şartı
Doğu ve Müslüman dünyasının gecikmişliği, gelişmemişliği veya içerdiği tehlike (!) potansiyeli gibi sebepler emperyalizmin birer fırsat olarak kul-lanmaya teşne olduğu problemlerdir. Bunların sadece Irak veya Suriye’de değil Ortadoğu’nun başka ülkelerinde de mevcut olduğu, dahası mevcut hâle getirilmek üzere kurgulanabileceği düşünüldüğünde manzara iyice korkutucu olmaya başlıyor. Emperyalizm, ihtiyacı olan hakimiyet alanlarını oluşturabilmek için bugün DEAŞ’ı yarın başka problemleri ileri sürmekten geri kalmayacaktır.
Bugün bir medeniyetler çatışması yaşadığımız kolay kolay ileri sürülemez. Kabul edelim ki, Batı medeniyetinin çatışmasız üstünlüğünden bah-setmek çok daha doğru olur. Bir İslam medeniyeti duyarlılığı varsa da bu henüz Batı medeniyetinin dışına çıkma iradesini ortaya koyacak kültürel, sosyal, siyasal tahayyüllere sahip değil. DEAŞ gibi yapıları medeniyet çatışmasıyla ilişkilendirmek ise fazlasıyla sığ ve düz bir yaklaşım olacaktır. Ne ki, Batı medeniyeti (modernleşme olgusu) içinde yer almaya devam edip etmeyeceğimiz konusunda bir karara varmamız da gerekiyor. Bugün gerçek anlamda bir medeniyet çatışması olmamakla beraber bu potansiyel elbette var. Belki de yeni bir medeniyet tahayyülüyle bunun sinyallerini vermek gerekiyor. Burada çatışmadan kastımızın fiziksel çarpışma olmadığını söylemek bile sanıyorum fazla. En basit ve açık ifadesiyle, küresel statükoya karşı alternatif, dönüştürücü bir güç oluşturmanın yolu yeni bir medeniyet anlayışı ve iklimini oluşturmaktan geçiyor. Mesele budur.
Medeniyetlerin çatışması iki medeniyet arasındaki farklılıkların tezat seviyesine doğru çıkmasından doğar. İslam dünyası bugün gerek eklektik gerekse pragmatik çözüm yollarıyla böylesi tezatları törpülemiş veya devre dışı bırakmış bir gerçeklik tablosu sergiliyor. Modernleşme/küreselleşme olgusu bu anlamda tam da İslam medeniyeti başta olmak üzere farklı medeniyetlerin asimilasyonunu beraberinde getirmiştir. Farklılıkların tezada ve dolayısıyla çatışmaya (uzlaşmazlığa) evrilemediği bir kaynaşma ve bütünleşme ortamında, aslında güçlü olanın diğerini asimile etmesiyle zuhur eden bir tabiat yasası hüküm sürer. Geçen yüzyılın tablosu Batı medeniyetinin lehine tam anlamıyla buydu. ‘Batı’nın çöküşü’ gibi varsayımlar dahi arka planında oryantalist bir ruh ve özgüven duygusuyla motive olmaktaydı.
Asimilasyonun alternatifi çatışmadır, entegrasyon değil. Tekçi medeniyet anlayışı ise bizi tümüyle kültürcü bir projeksiyonla sınırlandıracak prob-lemli bir bakış açısıdır. Kültürü medeniyetten izole ettiğimizde medeniyetin öznesi olma kabiliyetini de yitireceğiz demektir. Bu gerçeği anlamadığımız takdirde küreselleşme sürecine bağlı olarak yaşayacağımız asimilasyonu sadece yavaşlatabilir, belki de en fazla folklorik unsurlarla çeşitlendirebiliriz, o kadar. Küresel emperyalizme karşı varoluşun değişmeyen bir kaidesi var: Kendi medeniyetini kurmak. Başka deyişle medeniyetin öznesi olmak. Bu ise bir tür çiçeklenme halinde üç basamaklı süreci, bir tekamülü şart kılmakta: İnsandan millete, milletten devlete, oradan medeniyete doğru bir açıl-ma ve yürüyüş.
Açık Görüş / Ali K. Metin