Türkiye’de, ekonomik kriz vesilesiyle yaşanan tartışmaların dilini takip ettiğimizde gördüğümüz şudur: Mutabıkıyla, muhalifiyle her kesim emperyalist dil’e mahkûm bir şekilde düşünüyor ve konuşuyor. Emperyalist dil’in hâkimiyeti, bütün toplumsal kesimlerde derinleşerek devam ediyor.
Dünya, 15. Yy’da şekillenmeye başlayan, 19. Yy’da ise etkisini yaygınlaştıran Batı merkezli Modern Seküler Dil’in; varlık, bilgi, değer anlayışının ve bu anlayışın vücut verdiği kavram ve kurumların egemenliği altında bulunmaktadır. Seküler dil, Şirk’in günümüzdeki tezahürüdür. Allahsız, Vahiysiz, Resulsüz, Ahiretsiz, Haramsız-Helalsiz bir dünyaya çağırıyor insanlığı. Her şeyi bu dünyadan ve içindekilerden ibaret görüyor. Bu dünya ve içindekilerin de Kabil’in soyu’nun kontrolünde olmasını dikte ettiriyor. Modern seküler dil, Muharref dinlerin anlayış ve uygulamalarını bahane ederek ürettiği değerlerin; Hümanizma, Rönesans, Reform, Aydınlanma ve Sanayi Devrimi süreçlerinin sonunda teşekkül eden Batı orjinli bir dildir. Bu anlayış, Batı dışı dünyaya karşı da emperyalist/sömürgeci emellere sahiptir. Batıcı-Seküler anlayış, sömürgeci özelliğinin yanında inhisarcı, benmerkezci, kibirli ve ötekileştiricidir. Hakikat karşısında inhisarcı, hayata bakışta benmerkezci, insan ve toplum ilişkilerinde kibirli ve ötekileştiricidir. Bu sıfatlar, bir zihniyetin, varlık ve insan anlayışının tezahürüdür. Batı merkezli emperyalist dil, teknoloji devriminin sonuçları olan nanoteknoloji, biyoteknoloji, bilgi teknolojisi ve bilişsel bilimleri yedeğine alarak küre çapında işgal projelerine devam ediyor. 15. Yy’dan bu tarafa Batılı güçlerin insanlığa karşı tutumları kendilerinin tıynetlerini aşikâr etmektedir.
İslam dünyası, Batılı Modern Seküler Dil’le, 1798’de Napolyon’un Mısır’ı işgal girişimlerinde karşılaştı. Yani 1789 Fransız İhtilali’nden dokuz yıl sonra. Bu karşılaşma, daha çok askeri ve siyasi merkezliydi. Sosyal, ekonomik, kültürel karşılaşma daha sonraki yıllarda gerçekleşecekti. 13. Yy’da başlayan modernleşme-sekülerleşme-laikleşme süreçleri, Fransız Devrimi ile zirveye taşınmıştı. Bundan sonra Batılı kavram ve kurumlar, Aydınlanma değerleri adı altında bütün dünyada yaygınlaşmaya başlayacaktı.
1492 yılında Amerika’nın keşfiyle Batı, Francis Bacon’ın Yeni Atlantis eserinde kurguladığı bir bakış açısıyla varlığa, eşyaya, bilgiye, hayata, yeryüzüne bakmaya başlıyor. Coğrafi Keşifler’de Batılıların yerli halka ve onların zenginliklerine karşı yaklaşımı, küresel bir boyut kazanarak değişmeden bugün de devam etmektedir. Bizim üzerinde durmamamız gereken, işte bu zihniyettir. Davranışlar, eylemler zihniyetlerimizin aşikâr hale gelmesidir.
14. ve 15. Yy’da Osmanlı Devleti’nin şahsında İslam Dünyası, Avrupa ve Asya’da en güçlü dönemini yaşıyordu. Asya ve Avrupa, İstanbul’un fethi ve devamında karada ve denizde hâkim bir devletle karşı karşıyaydı. Bu dönemde Batı ile ilişkiler özgüven üzerinden tezahür ediyordu. Özgüven sahibi olan, ilişkilerin belirleyicisiydi. Arayış içinde bir Batı, kendine yeter bir Osmanlı Devleti söz konusuydu. Bu hal, 1683 yılında yaşanan 2. Viyana Kuşatması’na kadar sürdü. Bu tarih, Batı-İslam karşılaşmasında bir kırılma anı olarak kabul edilir tarihçiler tarafından. 1699 Karlofça Anlaşması ile Osmanlı Devleti, Avusturya şahsında Avrupalı güçlerle müzakere ederek bir anlaşma imzaladı. Bu zamana kadar isteklerini dikte ettiriyordu. Batı’ya doğru sürekli ilerleyen Osmanlı Devleti, bu anlaşmadan sonra Tuna’nın Batı yakasında zorlanacağını görmüş oldu. “II. Viyana Kuşatması’nın başarısızlıkla sonuçlanmasıyla başlayan sürecin değerlendirilmesi göstermektedir ki, 1683 tarihi, Osmanlı asırları içerisinde bir dönüm noktası teşkil etmektedir. Viyana kapılarına dayandığı tarihte gücünün zirvesinde olan ve tarih boyunca süregelen doğu-batı çatışmasında, doğu lehine son noktayı koymak üzere olduğuna inanılan Osmanlı İmparatorluğu, zirveden kesin bir dönüş yapmıştır. Bu dönüş, sadece askeri anlamda Tuna boylarının ve Mora’nın Osmanlıların elinden çıkmasıyla sınırlı kalan bir dönüş olmamıştır. Sadece 100 yıl önce Avrupa’da “ideal devlet yönetimi” için model olarak sunulan ve hayranlıkla izlenen bir İmparatorluk olan Osmanlı, 1683 sonrasında kendisi model aramak durumunda kalacaktır. Bu arayış, başlangıçta ıslahat, sonraları reform ve en sonunda da “Batılılaşma” olarak tarihimizin bundan sonraki akışında temel terminolojiyi oluşturacak, daha da önemlisi esas bakış açımızın temeli haline gelecektir. Çünkü 1699 yılında Osmanlı-Avrupa Savaşlarını bitiren anlaşma, ne tuhaftır ki, aynı zamanda Osmanlının kültürel bakımdan Avrupa kıtasına entegrasyonunu başlatacaktır.” (II. Viyana Kuşatması ve Avrupa’dan Dönüş (1683-1703)/Prof. Dr. Kemal Çiçek) Bu yenilgiden Küçük Kaynarca Anlaşması’na (1774) kadar Osmanlı, her şeye rağmen gücünü devam ettirdi. 1789’dan sonra ise Batı’dan gelen askeri saldırıya ideolojik, siyasi saldırı da eklendi. Fransız İhtilali’nden sonra gelişen ideolojik ve siyasi saldırı da Osmanlı’yı Balkanlar üzerinden etkilemeye başlayacaktı. 17. Yy’da Koçi Bey tarafından hazırlanıp zamanın sultanlarına sunulan raporları saymazsak Osmanlı, III. Selim’le beraber duraklamayı durdurabilmek için çözümleri Batı’da aramaya başlamıştır. Bu dönemden sonra askeri alandaki yeniliklere saray üzerinden siyasi, sosyal, kültürel yenilikler de eklenmeye başlandı. II. Mahmud döneminde yapılan yenilikler, Mustafa Reşid Paşa örneğinde tezahür eden Batılı düşünce ve insan tipine karşı Müslüman halk ve temsilcileri nezdinde memnuniyetsizliklere sebep olmuştur. Tanzimat Fermanı’nın ilan edilmesiyle Batı ve içerideki azınlıklar avantajlı duruma geçerken, toplumun kahir ekseriyeti bu durumdan memnuniyetsizliğini sözlü ve fiili olarak yansıtmaya başladı. Bu da toplumun “yenilikçi-gelenekçi” olarak ikiye ayrılmasına sebebiyet verdi. Saray ve çevresindeki hâkim yönetici elitler de bu durumu iktidarlarının devamı için kullanmaya çalıştılar. Siyasal ve toplumsal yarılma artarak devam etti. Bu hal, Mustafa Reşid Paşa-Ahmet Cevdet Paşa-Mustafa Sabri Efendi, Genç Osmanlılar, İttihad Terakki Cemiyeti örnekleri üzerinden takip edilebilir. Abdülmecid, Abdülaziz dönemlerinde de Osmanlı Devleti, gerilemekten, yıkılmaktan kurtuluşu hep Batı yönünde aramaya çalıştı. Abdülhamid döneminde ana çerçeve aynı kalmak şartıyla dış ve anasır-ı İslam’la ilişkilerde farklı bir üslup takip edildi. Ama bütün bu tarihi süreç içerisinde, Modernite’nin etkisinde Üç Tarz-ı Siyaset (Osmanlıcılık-Türkçülük-İslamcılık), toplumu ve siyaseti etkilemeye devam etti.
Osmanlı dönemindeki ‘devlet’i yıkılmaktan kurtarma merkezli modernleşme maceramız, Cumhuriyet’in kuruluşuna kadar devam etti. Cumhuriyet’le birlikte Batıcılık akımının etkisinde yeni bir Modernleşme/Batılılaşma süreci başladı. Abdülhamid döneminde yerli-milli modernleşmeyi gerçekleştirmek için açılan okullar, Batıcı düşüncenin toplum katmanlarında revaç bulmasını sağladı. (Ahmed Cevdet Paşa ailesi, yerli-milli modernleşmenin sonuçlarını görmemiz açısından ibretamiz bir örnektir.) Modern Cumhuriyet elitleri bu okullarda yetişti. Bu okullarda yetişen yeni siyasi elitler, 18. Yy’da reformlarla başlayan süreci bütüncül bir aşamaya taşıyarak topyekûn bir “Batı Medeniyeti” amacına dönüştürdüler. Yeni Cumhuriyet’in amacını: Osmanlı bakiyesi topraklarda kurulan yeni devleti ve halkı “muasır medeniyet seviyesine yükseltmek” olarak belirlediler. 1923 yılından itibaren yaşananlar, bu amaca mebni olarak gerçekleşecekti. Tanzimat reformlarına verilen tepki de, Osmanlı tebaası yenilikçiler-gelenekçiler olarak ikiye ayrıldığı gibi, Cumhuriyet zihniyeti ve uygulamalarına karşı da bu tepkiler güncellenerek devam etti. Osmanlı Devleti’nin çöküşünü engelleme amacıyla İttihad ve Terakki Cemiyeti şemsiyesi altında bir araya gelen Batıcı-Türkçü-İslamcı görüş sahipleri, Cumhuriyet’in nasıl anlaşılması ve uygulanması konusunda da fikir ayrılığına düştüler. Üç tarzı siyaset’in Osmanlı kısmı tedavülden kaldırılarak Batıcılık-Türkçülük ve İslamcılık olarak devam ettirildi. Osmanlıcılık’tan sonra İslamcılık da zayıflatılarak, Batıcılık yörüngesinde Ulusçuluk üzerinden siyasi, sosyal, ekonomik bir düzen inşa edilmeye başlandı. Seküler dil’in/değerlerin/dünya görüşünün/yaşam biçiminin Anadolu topraklarındaki savunucuları ve uygulayıcıları Batıcı elitlerdi. Batıcı elitler, Tek Parti döneminde, her alanda mutlak bir hâkimiyet kurup muhaliflerini sindirerek, kafalarındaki Batıcı Cumhuriyet modelini inşa etmeye çalıştılar. Çok partili hayata geçişle birlikte Türkçüler ve İslamcılar da siyasi arenada yeniden görünmeye başladılar. Demokrat Parti şemsiyesi altında tek parti zihniyeti ve icraatlarına karşı çıkan muhalif unsurlar, ilerleyen yıllarda buradan ayrılarak kendi siyasi teşkilatları altında iddialarını sürdürmeye devam ettiler. Liberal-Sol-Milliyetçi-Dindar/Maneviyatçı-İslamcı etiketler, yeni siyasi kimlikleri ifade ediyordu. Liberal, Sol, Ulusçu/Milliyetçi siyasi gruplar, ideolojilerinin kökeni itibariyle seküler/laik düşünceye yatkındılar; bu sebepten, Seküler zihniyetle imtizaç etmeleri zor olmadı. Bu mevzuda zorlanan gruplar; Dindar, Maneviyatçı ve İslamcı olanlardı. Dindar ve Maneviyatçı olanlar, varlıklarını koruduklarını iddia ederek, DP’nin temsil ettiği Sağcılık ideolojisi üzerinden entegrasyon sürecine dahil oldular. Bu toplulukların içinden bazıları da; konjonktüre bağlı olarak İslamcılar üzerinden siyaset yapmaya devam ettiler. Bu kesimlerden İslamcılar, şartların el verdiği ölçüde MTTB, Akıncılar, Milli Mücadeleciler, MNP ve devamında kurulan Milli Görüş partileri üzerinden varlıklarını devam ettirdiler. İslamcıların Seküler zihniyeti içselleştirme süreçleri Turgut Özal’ın Anavatan Partisi, iktidara yürüyen Milli Görüş mahreçli Refah Partisi ve onun devamı olduğu iddialarını reddederek Muhafazakâr Demokrat ideolojiye intisap eden Ak Parti üzerinden gerçekleşti. El’an Türkiye Cumhuriyeti, 16 yıldır Muhafazakâr Demokrat ideolojinin hükümetleri tarafından yönetilmektedir. Tanzimat’la başlayan Modernleşme/Batılılaşma süreci, Cumhuriyet’in kurucu babalarının ilan ettiği Muasır Medeniyet’e ulaşma arzu ve hedefi üzerinden yenilikçi ve gelenekçi olarak ifade edilen bütün ideolojik grupların “ortak ülkü”sü olarak tescil edilmiştir. Seküler proje, ‘bu projeyi en iyi biz uygularız’ kavgası dışında, bütün siyasal kesimler tarafından içtenlikle sahiplenildi. Demokrasi, ulus-devlet, laiklik, serbest piyasa, insan hakları, büyüme, üretim-tüketim… kavramlarının her kesim için kutsal kabul edilmesi, bu zihniyet dönüşümüne en güzel örnektir.
Sömürgeci, inhisarcı, benmerkezci, kibirli ve ötekileştirici Seküler dil/dünya görüşü/yaşam biçiminin insanlığı, dünyayı ve ülkemizi siyasi, ekonomik, sosyal, kültürel olarak getirdiği durum ortadadır. Bu halden muzdarip olanların şapkalarını/takkelerini önlerine koyup muhasebe yapmaları gerekmiyor mu? Mevcut hal, bu hale sebebiyet veren anlayış ve onun tezahür süreçlerine dair ciddi okumalar ve müzakereler yapmak zorundayız. Öncelikle; bunun nasıl yapılacağı noktasında sahih bir usule sahip olmamız gerekiyor. Hakikate vasıl olmak için; asıllarla uyumlu doğru bir usul üzerinde olmak gerekiyor. İki yüz yıldır takip ettiğimiz Batılı referansların ve usulün bizi getirip bıraktığı yer burasıdır. Her konuda olduğu gibi bu konuda da rehberimiz, Vahiy ve onun ete kemiğe bürünmüş hali olan üsvetün hasene olan Resuller ve onların Sünnet’i olmalıdır. İkmal olmuş son Vahiy ve onun inzal süreci, bizlere, bir durum değerlendirilmesinin nasıl yapılacağını ve bunun sonucunda nasıl bir sorumluluk yüklenileceğini öğretiyor. Varlığa, bilgiye, değere, hayata, insana, topluma nasıl bakacağımızı, hayatta ve toplumda tezahür edene karşı nasıl tavır takınacağımızı örneklerle bize anlatıyor. Mekke’de Kureyş ve Şirk, Medine’de Ehl-i Kitap, Ensar-Muhacir Müslümanlar, Münafıklar üzerinden bir okuma gerçekleştiriyor. Mevcudu, cerh ve tadil ederek Hakikat’i insanın idrakine sunuyor. İdraklerinde Hakikat’e iman edenlerle bir yolculuğa çıkıyor. İdraklerine değil de hevasına uyanların, akıbetinin ne olacağını, kafaları çatlatırcasına onlara beyan ve inzar ediyor. Akıbeti hayr olacak olanın İman ehli olacağını, mümin yüreklere tebşir ediyor. Bu usul üzerinden Modern zihniyet ve pratikle yüzleşmek, hesaplaşmak zorundayız; hesaplaşmanın sonucunda sorumluluk almak olduğunu unutmadan. Her hesaplaşma bir karar, her karar da bir eylem/amel gerektirir.
İslam; Şirk’e, Küfür’e, Zulüm’e mahkûm olmaz. Onları mahkûm eder. Suçlu olan, batıl olan, zalim olan mahkûm olur. İslam Şirk’e karşı Tevhid’i, Küfre karşı İman’ı, Zulme karşı Adalet’i teklif eder. İslam’a göre Hak ve Batıl, ayan beyandır ve Hak, Batıl’ın beynini parçalar. Yeter ki, bu değerlere, tekliflere inanacak ve bunları hayatta tecessüm ettirecek Mümin/Müslüman yürekler, bunların vücut verdiği Cemaat, Devlet, Ümmet olsun. Yeryüzündeki Mustazaflar; kendilerini, Modern Şirk’in, Atalar dini’nin, muharref dinlerin, muharref geleneğin zulmünden, prangalarından azade edecek merhamet ve adalet timsali erleri/yiğitleri gözlemekteler.
Bugünkü en büyük meselemiz; “inanıyorsanız en üstünsünüz” emr-i İlahisi’ne mazhar olacak iman ve salih amel bütünlüğüne sahip olamayışımızdır. Sözde, İslami değerleri savunduğumuzu söylerken; amelde, Seküler bir hayat yaşıyoruz. Sohbetlerde, kitaplarda İslam’la oluyoruz, sosyal, siyasal, ekonomik pratiklerimizde seküler/laik düzenin gereklerine göre davranıyoruz. Böyle olunca; Seküler hayatın mahkûmlarına dönüşüyoruz. Daha fecisi, “neden bu haldeyiz” diye sormuyoruz ve giderayak bu halimizi kanıksamaya başlıyoruz. Her sükûtun ve kanıksamanın insanı dünyada zillete, ahirette azaba duçar edeceğini unutmayalım.
Karar vermek zorundayız: İslam’ a ram olup sa’ye sarılarak yeryüzünün azizleri mi, yoksa “Küresel Emperyalist Sistem” in zelil mahkûmları mı olacağız?
Mükemmel bir yazı.Tüm münevver Müslüman kardeşlerimizin okuması ve içselleştirmesi gerekli