‘Büyük fitne’ denilen şey bu olsa gerektir.
Gerçek bir fitne olayı. Toplumu kılcal damarlarına varıncaya kadar sarsmayı hedefleyen, büyük bir bela.
İblis’in bayramı.
Toplum zaten büyük bir fitnenin içindeydi. On yıllardır, hatta yüz yıllardır bu toplum, nebevî soluklu bilinçlere muhtaçtı. Rasullerin aldığı neticeyi doğuracak, efrâdını camî, ağyârını manî, kapsamlı bir tebliğlerdi, muhtaç olduğumuz.
Her geçen gün seküler fay hatları derinleşmekte, liberal demokratik kültür İslam karşısında daha bir şirretleşmektedir. Tuğyan hızla ilerlemektedir.
Kurulurken, Allah’ın razı olacağı bir hayat düzeyi değil de, küfrün egemen olacağı, müntesiplerini ancak cehenneme götürecek tarzda olması tasarlanan düzen, zaten hayatı, insanı ve değerleri yeterince yaralamış durumdaydı.
Genç nesillerimiz, ayağına bir dikenin batmasına bile kıyamadığımız yavrularımız, İslam’sız bir eğitim sisteminin kucağına, toplumun kendi imkânları ve kendi elleriyle terk edilmiş vaziyettedir.
İslam, sadece şeklî birtakım tezahürler olarak, ihata duvarı ile sabitlenmiş vaziyettedir. Bu sabitleme neticesidir ki, ‘din’ denilen şeyin çoğalmasına izin verilmekte, ‘dindarlar’ da bu çoğaltılmayla sevinmektedirler.
İşte bütün bu belalarımız yetmiyormuş gibi, şimdi bir de terör belası toplumun üzerine abanmaktadır. Daha doğrusu terör belasıyla bu ülkeden hınçlarını almaktadırlar.
Tabi ki bu, tek taraflı bir ‘terör belası’ değildir. Bu bela on yıllardır devam ede gelen, ülke insanının üzerine zorla (cebren ve hile ile) giydirilmiş, ilk düğmesi de -bilmecburiye- yanlış iliklenmiş bir gömleğin bugünlere isabet etmiş son ürünüdür.
Geçmiş zamanlarda, ülkenin doğu kısmında yaşayan halkı, şu veya bu sebeplerle, Filistin halkının İsrail tarafından maruz kaldığı belalara maruz bırakılmıştır. Bunu kimse inkâr edemez. Fakat bütün bunların hiçbiri, PKK taşeron terör örgütünün yaptığı saldırıların hiçbirini haklılaştırmaz. Bunun, savunulacak, ‘ama’ ile başlayan cümlelerle izaha girişilecek hiçbir tarafı olamaz.
***
Mesele özerklik ise, bu belki de korkulduğu kadar büyük bir risk değildir; belki de gün gelecek Türkiye böyle bir yönetim biçimiyle de tanışacak ve hemen her kesim, biz bunca kanı niçin akıttık diye acı acı birbirlerine tebessüm edeceklerdir.
Fakat şu anda ülkenin maruz bırakıldığı bela, teknik bir ‘özerklik’ tartışmasından ibaret değildir. Şu anda doğrudan ve bizzat Türkiye’nin varlığına silah doğrultulmakta, toplumu kırık dökük de olsa, birbirine bağlayan bağlar kesilmektedir. Toplum, bütün etnik unsurlarıyla ebediyen birbirine hasımlaşsın, kavmiyetçilik belasıyla kendi kendini yiyip bitirsin istenmektedir. Bir modern kan davası peyda edilmek hevesidir bu.
Toplumun, kopartılmasından korkulacak güçlü tevhidî bağlarının olmadığı müsellemdir fakat “ben müslümanım” diyen herkesin görevi, toplumu birbirine sıkıca raptedecek bu bağları var etmek, İslam imanını yeniden canlandırmaktır. Ülke insanının yitik değerinin sadece İslam olduğunu bütün kalplere hissettirmektir. Bu ülküye hizmet etmeyen hiç kimse Müslüman olamaz, ülkenin hayrına da çalışıyor olamaz.
PKK ve benzeri terör örgütleri, bu gibi terör eylemleri ile Kürt ve Türk halkının asla ve asla birbirinden kopmayacağını, kopartılamayacağını çok iyi bilirler. Peki, buna rağmen nasıl olup da, kendi toplumlarına böylesine savaş açabilmekte, bu kadar pervasızca kendi insanına kurşun sıkabilmektedirler? Binlerce ton patlayıcılarla neye hizmet etmektedirler?
Evet, gerçekten de herhangi bir terör örgütü, ABD’nin birinci ve ikinci körfez savaşında Irak üzerinde patlattığı miktarda bombaları kendi ülkesi üzerinde patlatsa da, yine de bir karış toprağın bile ayrıştırılması mümkün olmayacaktır. Buna bizzat toplumun kendisi izin vermeyecektir. Çünkü toplumun böyle bir gündemi yoktur, böylesine bir bölünmeyi kesinlikle istememektedir. Toplum, ‘toplumsal barış’ denilen alanda siyasilerden de, terör örgütlerini sevk ve idare edenlerden de çok daha basiretli bir bilinç seviyesine sahiptir.
Bugünkü PKK terörünün, yukarıda işaret ettiğimiz, geçmişte yapılan zulümlerle ilgisi olduğuna inanmıyorum. Bu bir intikam olsa, intikam zaten en büyük fitne ateşidir. Sadece kötüleri sevindirecek olan şeytani bir duygudur. Bu olayların bir ‘Kürt intikamı’ adına yapıldığını düşünmüyorum. Çünkü Kürt halkı gerçekten böyle bir intikama asla pirim vermeyecek kadar haysiyetlidir.
Aslında evet, bu bir intikamdır ama bu, Kürt halkının değil, Osmanlı’nın paylaşılmasından beri, Osmanlı bakiyesi bu topraklarla hesabı olanların intikamıdır. Osmanlı’yı parçalara ayırıp, her bir parçasının üzerine de, oradaki çıkarlarının takipçisi niteliğinde baş komiserler tayin eden; İslam’ın ezeli ve ebedi düşmanları, iyi-kötü kendi ayakları üzerinde durmaya çalışan bir Türkiye’yi asla istemezler. Onlar için iktidar partilerinin kimliği değil, kendi ‘güneş batmayan’ çıkarlarına hizmet edip etmemesidir önemli olan. Bu anlamda Türkiye’nin İslamî bir yönetimle yönetilmesi veya laik-demokratik olması da birincil mesele değildir. Türkiye, Sistem’in dışına çıkacaksa, en katı İslam düşmanı rejimle de yönetilse, kabul edilemezdir ve hem de o durumda İslam’ın dostu kesilirler. Türkiye, Sistem’in en uyumlu üyesi olacaksa, IŞİD ya da Taliban tarafından da yönetilse makbuldür…
Dolayısıyla, Türkiye’nin maruz kaldığı terör saldırılarının bu büyük siyasi oyundan bağımsız olduğunu varsaymak ancak cehaletle izah edilebilir bir durumdur.
Türkü ile, Kürdü ile toplumun geleneksel ve Kur’an’dan da oldukça uzak olan Din anlayışı, bu haliyle bile bölünmeye, parçalanmaya asla izin vermez, vermeyecektir. Çünkü ortalama Kürt insanı da, ortalama Türk insanı da, İslam’ın hasmı değil, hısımıdır. Toplum olarak felahının ancak İslam’la olduğunu da pekâlâ bilmektedir. İblisçe niyetlerle ve adına ‘boğa güreşi’ denilen yöntemlerle kavgaya tutuşturulmak istenen her iki kesim de her şeye rağmen ‘Müslümanlar kardeştir’ diyebilmektedirler. Bu, Anadolu’ya özgü bir İslam anlayışı ile de olsa, bin yıldır süre gelen bir hukuktur. Bin yıldır hemen her etnik grup, ülkenin her şehrine, her kasabasına kadar yayılmış bulunmaktadır. Ne Doğu illeri tamamen Kürtlerden oluşmakta, ne de batı ve orta Anadolu tamamen Türklerden oluşmaktadır. Zaten saf bir Türk, saf bir Kürt köyü/kasabası/şehri aramanın da hamakatten başka bir izahı olamaz. Mülk Allah’ın değil midir? Türkiye dediğimiz topraklar Allah’ın mülkü değil midir? Şehirlerimiz, köylerimiz, akıp giden ırmaklar Allah’a ait olan mülkün bir parçası değil de, yoksa herhangi bir Firavunun mudur? Firavun bize bu dersi iyi öğretmişti. Kürt kardeşlerimiz Türk komşuları olmaktan, Türkler de Kürt komşuları olmaktan mutlu ve bahtiyardırlar.
Toplumun bütün etnik unsurları olduğu gibi, Türkler ve Kürtler de, mevcut din anlayışları ile, Allah’ın teâruf emrini (49/Hucurat, 13) çoktan gerçekleştirmiş durumdadır. Halklar, İslam’dan vakıf olabildikleri kadarıyla, teârufu, tanışmayı, kaynaşmayı siyasi toplumdan çok önce gerçekleştirmişlerdir. Türkiye’nin her yerinden her yerine kız alıp verilmiştir. Toplum bu açıdan etle tırnak ya da bedenle can, kafa ile kalp, el ile ayak, gözle kulak gibidir. Bir bedeni bu zikrettiğimiz özelliklerine ayrıştırmak nasıl mümkün değilse, Kürt ve Türk halkını cahilî gerekçelerle ayrıştırma çabaları da mutlak surette beyhudedir, boşunadır.
Demek ki sorun halkın değil, halklara yön vermek isteyen başkalarının sorunudur.
***
Kürt halkının geçmişte maruz kaldığı fitneleri biliyoruz. Hiçbir müslümanın, Kürt kardeşlerinin maruz kaldığı bu belalara sessiz, seyirci ve bigâne kalması düşünülemez. Esasında ülke halkından benzeri belalara maruz kalmayan galiba hiçbir kesim yoktur. Hemen herkes bir şeylerin bedelini ödemiştir. Fakat bütün bunların çözümü, bütün bir toplumun ontolojisine en öldürücü silahları doğrultmak olamaz. Şüphesiz biz Müslümanların yaşadığı en büyük fitne, İslam’dan kopartılmış olmamızdır. İslamsızlık, eşi benzeri bulunmayan bir fitnedir. Fakat İslam’ın olmasını istemek de, etnik hassasiyetleri uyarmak değildir.
Kavmiyetçilik, ırkçılık gerçek bir beladır, toplumları yiyip bitiren bir kanserdir. Doğu illerinde yapılan terör saldırılarını protesto gerekçesiyle sokağa dökülen ya da basın-yayın organları eliyle kavim-kabile duyguları azami derecede kışkırtılan, batıdaki insanlar, etkiye karşı daha cahilce tepkiler vermektedirler. Taşeron terör örgütlerinin tam da istedikleri, tam da doğurmak istedikleri sonuç olarak, tepkinin en adisini, en bayağısını, en alçakça olanını göstermektedirler: Kendi beldelerinde yıllardır komşuları olan Kürt kardeşlerine, yıllardır tarlalarında ırgatlık yapan insanlara ya da Doğu illerine yolcu taşıyan otobüslere saldırmaktadırlar. Yozgat’ın girişine yazıldığı söylenen bir yazı ise, -şayet başka bir tezgâh değilse- bizatihi yaşayıp yaşamadığı tartışmalı olan Abdullah ibni Sebe’ye yakışır bir fitne adımıdır ancak.
Ama bütün bu denaetlere şaşmamak gerekir. Çünkü bunun böyle olacağı çok açık ve nettir. Gerek taşeron örgütlerin, gerekse ülkenin siyasi kadrolarının on yıllarca ektikleri rüzgârın ürünü ancak böylesi fırtınalar olacaktır…
İşte bütün bunlar, Allah’ın ‘sefih’ (beyinsiz) dediği tutumlardır. Sefihlik, düşünmeme, akletmeme, sorgulamama halidir. Sadece birileri bir hedef gösterecek, “saldır!” diyecek, o da saldıracaktır…
Oysa PKK’nın yaptığı saldırıya tepki duyan bir insan, yakınındaki, çevresindeki, köyü veya kasabasındaki bir Kürt kardeşine asıl şimdi en büyük ihtimamı göstererek, ahlakî seviyesini göstermelidir. Kaldı ki, PKK ile, tarlada çalışan bir doğulu insanın ya da Doğulu bir firmanın otobüsü ile yolculuk yapan bir insanın nasıl bir alakası kurulabilir? Doğu firmalarından birinin otobüsüne binmemiş bir Türk ya da Türklere ait bir firmanın otobüsüne binmemiş bir Kürt var mıdır? Bütün bu sefihlikleri, savaş esnasında, kovaladığı insanı kelime-i tevhidi söylediği halde öldürdüğü için öfkelenen, adamın can korkusuyla kelime-i tevhidi söylediğini ileri süren sahabisini, “kalbini mi yarıp baktın?” diyerek azarlayan bir Nebî’nin ümmeti olma iddiasındaki bedeviler ancak işleyebilirler.
Yine burada bir sosyal olgudan, bir acı gerçekten belki bahsetmek gerekir. Küresel güçlerin silahı olan medya, istenilen her konuda nasıl bir algı operasyonu yapıyorsa, Türk-Kürt ilişkilerinde de aynı operasyonu kolayca yapmaktadırlar. Mesela bir Avrupa başkentinde geçmiş yıllarda tesettür, şimdilerde IŞİD’i çağrıştıran saç-sakal gibi kılıklar nasıl ki yüzde yüz bir ‘kötü’ insan algısı ise, aynı operasyon yöntemleriyle Türk Kürde, Kürt de Türk’e öyle düşman edilmek istenmektedir. Şu halde bu durumda, bu şeytani oyunu bozacak müslümanca tutum, davranış ve hareketler yapmak Müslümanlar üzerine vecibedir.
Müslüman Kürt halkı ile terör örgütünün bir ilgisinin, alakasının olmadığını belki pek çok insan kavramakta güçlük çekmektedir. Bugün PKK’nın Kürt halkı üzerinde ciddi şekilde nüfuz edindiği bir gerçektir. Fakat şu da bir gerçektir ki, Kürt olmayan herkes her siyasi teşkilatı, siyasi partileri, tarikat-cemaat gibi organizasyonları doğru anlamıyor ve anlamadığı için birçok gayri İslamî teşkilatın zebunu oluyorsa, Kürt halkının belirli bir kesiminin de, maruz kaldığı tesirlerden müessir olması doğaldır.
Ve şu hususu bir kere daha yinelemek istiyorum: Müslüman Türk halkı nasıl ki ‘Türkçülük’ adına ve içinde Türk kelimesinin yer aldığı terkiplerle çağdaş bir irtidat hareketine tabi kılındıysa, Kürt halkı da aynı yöntemlerle ve aynı süreçlerden geçirilmek istenmektedir. Yani Türk ulusalcılığı karşısında bir Kürt ulusalcılığı hedeflenmektedir.
***
Yaşadığımız bu büyük fitne günleriyle ilgili olarak hükümetin ve AKP’nin çok önemli yanlışlarından bahsetmek gerekmekte ise de, bu bahis bu yazının konusu dışındadır. Fakat yine de çok önemli olduğuna inandığım bir hususa değinmeden geçmek istemiyorum.
Rabbimizin, Âl-i İmran suresinin 103. ayeti kerimesinde buyurduğu gibi, ülke/toplum olarak, bir ateş çukurunun tam kenarında idik. Oradan sadece ve sadece Allah’ın ipine sımsıkı tutunmak suretiyle kurtulmamız mümkündü. Ateş çukuruna ancak ve ancak Allah’ın ipi sayesinde düşmeyebilirdik. Oysa AKP, bütün bir toplumu ha bire liberal demokrat ateş çukurunun içine doğru iteklemektedir. Partinin bu tavrı, çözüm süreci denilen dönemde ‘akil adam’ olarak tayin edilen isimler listesine bakıldığında çok daha kolay anlaşılacaktır.
Sözün özü, kendi ayakları üzerinde durabilen, köklerine geri dönmüş, yani Müslüman bir Türkiye’yi asla istemeyen dâhili ve harici güç odakları, asırlık kavgalarını sürdürmektedirler. Bütün bu kavgaları, İslam gibi en büyük sığınağımızla berhava edebiliriz. Kürtler ve Türkler müsterih olsunlar, Müslümanlar gerçekten kardeştirler. Ama çok dikkat etmeliyiz; nifak merkezleri, savaşmaktan vazgeçmek üzere olan Hz. Ali ile Hz. Aişe ordularını ne yapıp yapıp savaşa tutuşturmuşlardır. Demek ki çok uyanık, basiretli ve dikkatli olmak herkesin sorumluluğudur.
Rabbimiz boş yere buyurmamaktadır: Fitne adam öldürmekten beterdir. Biz ise sabır ve salatla O’ndan yardım istemeliyiz.