Kur’an’ın ‘ekserunnâs’ı tahlil ederken yaptığı tanımlamalara ilişkin sözleri, tekrarlanma oranına göre sıraladığımızda karşımıza şu tablo çıkmaktadır:
Ekserunnâs: -Lâ ya’lemûn (25)
-Lâ yu’minûn (14)
-Lâ yeşkurûn (6)
-Lâ ya’gılûn (4)
-Fâsikûn (4)
-Müşrikûn (2); cinleri Allah’a ortak koşuyorlardı (1)
-Kafirûn (1); Kufûran (2)
-Dalle (2)
-Le’l-hakkı kârihûn (2)
-Yechelûn (1)
-Kâzibûn (1)
-Ve-mâ yettebiu ekseruhum illâ zannen (1)
Kısacası Kur’an’a göre ekserunnâs,
-Bilmeyen kimselerdir.
-Şükretmezler.
-İman etmezler.
-Müşriktirler. Cinleri Allah’a ortak koşarlar.
-Küfürden başkasını kabullenmezler.
-Fâsıktırlar.
-Dalalettedirler.
-Akıllarını kullanmazlar.
-Hakkı kerih görürler.
-Cahil kimselerdir.
-Yalancıdırlar.
-Zanna uyarlar.
EKSERUNNÂS: BİLMEZLER
Şu ayetlerde, ayetin son cümlesi “Velakinne ekserannâsi lâ ya’lemûn” diye bitmektedir:
A’raf, 187; Yusuf, 21, 40, 68; Nahl, 38; Rum, 6, 30; Sebe, 28, 36; Mü’min, 57; Casiye, 26. (On bir ayet).
Aynı cümle şu ayetlerde, ‘ennâs’ (insanlar) ismi yerine, ‘hum’ (onlar) zamiri kullanılmak suretiyle, “Velakinne ekserahum lâ ya’lemûn” biçimine dönüşmüştür:
En’am, 37; A’raf, 131; Enfal, 34; Yunus, 55; Kasas, 13, 57; Zümer, 49; Duhan, 39; Tur, 47.
Şu beş ayette de, ‘lâkin’ kelimesi yerine ‘bel’ edatı kullanılmıştır:
Nahl, 75, 101; Neml, 61; Lokman, 25; Zümer, 29. (On dört ayet. Toplam 25 ayet).
İNSANLARIN EKSERİSİ NEYİ BİLMEZLER?
İnsanların ekserisinin bilmediği belirtilen hususlar, ayetlerde bizzat işlenmektedir. Bu ayetlere göre insanların ekserisi şu hususları bilmemektedir:
*Kıyametin bilgisinin sadece Allah’a ait olduğunu, Rasulullah dahil, hiçbir beşerin bu bilgiye vakıf olmadığını, kıyametin vaktini sadece Allah’ın bildiğini. (7/187).
*Allah’ın, bir beşeri (Yusuf’u) rasûl yapmak için takdir ettiği tedbirleri; O’nun, emrine galip olduğunu. O’nun takdirinin önüne hiç kimsenin geçemeyeceğini. (12/21).
*Müşriklerin taptıkları putların hiçbir hakikati olmayıp, bunların sadece, kendilerinin ve atalarının taktıkları kuru isimlerden ibaret olduğunu; hükmün sadece Allah’a ait olduğunu ve dosdoğru dinin, Allah’tan başka hiç kimseye ibadet edilmemesi demek olduğu gerçeğini. (12/40).
*Yakub’un ilim sahibi olduğunu ve bu ilmi ona Allah’ın öğrettiğini. (12/68).
*Ölenlerin mutlaka dirilecek olmasının, Allah’ın, gerçekleşmesi kesin olan bir vaadi olduğunu. (16/38).
*Allah’ın (ister ferd, isterse toplum olarak) dilediği kimseye/kimselere yardım edeceğini; Allah’ın vaadinden dönmeyeceğini. (30/6).
*Din=fıtrat demek olduğunu, Allah’ın yarattığı fıtratta (dolayısıyla Din’de) herhangi bir değişmenin (tebdîl) söz konusu olmadığını; Elçi başta olmak üzere herkesin, yüzünü o fıtrata döndürmesi gerektiği hakikatini. (30/30).
*Muhammed (a.s)’ın insanların tamamına gönderilmiş bir müjdeci ve uyarıcı olduğunu. (34/28).
*Allah’ın insanların kimine bol, kimine de dar rızık verdiğini. Yani mallarıyla ve evlatlarıyla övünen kâfirlerin bu böbürlenme ve şımarıklıklarının tamamen beyhude olduğunu çünkü kâfirlere çokça, bazı müminlere azca mal-mülk vermesinin Allah’ın bir imtihanı olduğunu, buna imtihan gözüyle bakılması gerektiğini, mal ve evlat çokluğunun bir hayır alameti olmadığı gibi, azlığının da bir şer olarak görülemeyeceğini. (34/36).
*Göklerin ve yerin (kâinatın) yaratılmasının insanların yaratılmasından daha büyük bir hadise olduğunu. (40/57).
*Allah’ın dirilten, öldüren ve kıyamet gününde bütün insanları bir araya toplayacak olan olduğunu. (45/26).
*Allah’ın dilediği zaman, dilediği şekilde ayet (mucize) indirmeye kâdir olduğunu. (6/37).
*Allah’ın uğursuzluk diye bir şey yaratmadığını, uğursuzluk telakkisinin tamamen müşriklerin kendilerine has bir yorum, bir yanlış bakış açısı olup, bununla kastettikleri her ne ise, onu tamamen kendi elleriyle kazandıklarını. (7/131).
*Müşriklerin Mescid-i Haram’ın [dolayısıyla bütün mescidlerin] mütevellileri olamayacağını, onun mütevellilerinin ancak müminler olabileceğini. (8/34).
*Göklerde ve yeryüzünde olan her şeyin Allah’a ait ve Allah’ın vaadinin hak olduğunu. (10/55).
*İnsanların hayrına hiçbir şey infak edemeyen nesneler demek olan putların, her türlü rızkı yoktan yaratan (ve bütün canlılar için alabildiğine yayan) Allah’a ortak yapılmasındaki ahmaklığı terk edip, sadece Allah’a hamd etmek gerektiğini. (16/75).
*Bir ‘ayet’i (mesela kıble gibi) nesh eden (yürürlükten kaldıran) ve onun yerine başka bir hüküm ihdas edenin Allah olduğunu; bu iptal ve ihdası Allah’ın yaptığını, bu alanda Rasûl Muhammed (a.s)’ın kendiliğinden bir iş yapmadığını, dolayısıyla onun müfteri olmayıp, gerçekten Allah’ın elçisi olduğunu. (16/101).
*Allah’ın yeryüzünü nasıl iskâna elverişli kıldığını; nasıl ırmaklar akıttığını, sabit dağlar yarattığını, iki deniz birbirine bitiştiği halde, arasında (sanki bir engel varmış gibi) birbirine karışmadığını; bütün bunları müşriklerin tanrı zannettikleri paçavralar değil, sadece Allah’ın yarattığını. (27/61).
*Musâ’yı bebekliğinde Firavunun tuzağından nasıl kurtarıp, annesinin kucağında büyümesini sağlayacak şekilde işleri tedvir ettiğini, çekip-çevirdiğini. (28/13).
*Mekke gibi bir beldeyi, ürünlerin, ora halkının ayağına kadar getirilecek şekilde, güvenli bir bölge kıldığını, dolayısıyla Rasulullah’a, kendisine uyarlarsa hayatlarının risk altına göreceğini ileri sürenlerin bu korkularındaki saçmalığı. (28/57).
*Mekke halkı gibi, gökleri ve yeri (kâinatı) Allah’ın yarattığını itiraf edip de, hamdin de aynı Allah’a yapılması gerektiğini bir türlü kavrayamamaktaki inadi küfrü. (31/25).
*Benzer şekilde, çok sahipli bir köle ile bir tek sahibi olan köle arasındaki farkın büyüklüğü misali, rabbimiz ve ilahımız tek Allah olduğu için, sadece O’na hamd edilmesi gerektiğini. (39/29).
*İnsanın, kendisine verilen nimetleri kendisindeki beceri ve yeteneklere bağlamasındaki cehaleti; oysa bütün nimetlerin imtihan gayesiyle Allah tarafından verildiğini. (39/49).
*Allah’ın, gökleri ve yeri oyun olsun diye değil, hak olarak yarattığını. (44/39).
*Müşriklerin hesap ve planlarının kıyamet gününde hiçbir fayda sağlamayacağını, onlara azap üstüne azap yapılacağını. (52/47).
DEĞERLENDİRME
Görüldüğü üzere, Kur’an’ın bu değerlendirmesine göre, insanların ekserisi, bilmesi gerekenler anlamında, hiçbir şey bilmemektedirler. İnsanların ekserisi ve ilim… Bu iki terimi yan yana getirdiğimizde, sonucun tam bir hüsran olduğu anlaşılmaktadır.
Rağıb el-İsfahanî ilim kelimesini, “bir şeyi hakikati ile idrak etmek” diye tanımlamaktadır. Bunu da ikiye ayırmakta ve birini, bir şeyin zatını idrak etmek, diğerini de, bir şeye, kendisi için var olan bir şeyin varlığı ile hükmetmek ya da bir şeye, kendisi için var olmayan şeyin var olmamasıyla hükmetmek olarak açıklamaktadır.
İsfahanî bir başka açıdan ilmi nazarî ve amelî diye ikiye ayırmakta ve nazarî ilmi, “bilindiği zaman kişinin kendisiyle kemale erdiği ilim” diye tanımlamaktadır. Amelî ilmi de, yerine getirilmediği takdirde tamamlanmayan ilim olarak tanımlamakta ve ibadetlerle ilgili ilmi örnek vermektedir.
Bu tanımlar çerçevesinde bir yorum yapmak gerekirse, demek ki Kur’an insanların ekserisini, bir şeyi hakikati ile idrak etmekten/kavramaktan uzak görmektedir.
İnsanların ekserisi, yani çoğunluk… Şu halde çoğunluk, yani sayısal üstünlük bir ‘değer’ değildir. Bir insanda diyelim ki bir bilgi eksikliği varsa, aynı bilgi eksikliğinin bulunduğu on tane, yüz tane, bin tane ve milyon tane insanı bir araya getirmekle, o bilgi eksikliği giderilmiş olmamakta, bilgiye hiçbir katkı sağlanmamaktadır. Bilgisizlerin sayısı arttıkça, bilgisizlik bilgiye dönüşmemektedir. Bilgisizlik bir tek kişide de olsa bilgisizliktir, milyon ve milyar kişide de olsa bilgisizliktir. Fakat insan psikolojisi, etkilenmeye çok açıktır. Milyonlarca bilgisizlik bir araya gelince, en azından bazı insanlar, “bu kadar insanın bu bilgisizliği boş yere olmasa gerektir, onların da bir bildikleri vardır” gerekçesinden hareket ederek, büyükçe bir bilgisizliği yani cehaleti tasdik edebilmektedirler. Böylece bilgisizlik ‘bilgi’ye, dönüştürülmekte, daha açıkçası cehalet takdis edilmektedir. Araya bir de, toplumların hamasî değerleri işin içine karışınca, artık bu katmerli cehaleti çözmek, eritmek, dağıtmak mümkün olmamakta, az sayıdaki ilim sahipleri yalnızlaştırılarak, kendi kabuklarına çekilmeleri sağlanmaktadır. Allah’ın lütfu olarak ilimden pay almışların uzlete çekilmeleri ise çok büyük yanlış olup, o da ayrı bir bahistir.
Kitleleri saptıran en büyük tuzak, cehaletin sahiplerini, “bir bildikleri vardır” gerekçesiyle yüceltmeleridir. Oysa onlara, bu derin tuzağa düşmekten engelleyecek akıl, izan ve basiret imkanları Allah tarafından bütün insanlara verilmiştir.
Kitlelerin kendi yakınlarına ve soylarına yükledikleri kutsallaştırıcı anlamlar ve atalarının, kabile ve aşiretinin, ırkının asla yalan söylemeyeceği, onların yanlış bir iş yapmış olmayacakları ve giderek, “bu kadar insanın” yanlış bir hüküm üzerinde birleşmiş olamayacakları şeklindeki önyargıları ilmin en büyük düşmanı olsa gerektir.
İnsanların ekserisinin, imana ait bu en önemli hakikatleri bilmemelerinin sebepleri üzerinde mutlaka durulmalı ve bunu araştırıcı tezler hazırlanmalıdır. Biz burada, yine Kur’an’dan aldığımız esinlere dayanarak buna dair çıkarılabilecek gerekçelere işaret etmeye çalışacağız. Şüphesiz ki ilim bütün olarak Allah’a aittir.
EKSERUNNÂS NEDEN BİLMEMEKTEDİR?
1.Öyle anlaşılıyor ki bunlardan biri, insanın aceleci oluşu, ilmi araştırmak, okumak, öğrenmek, tefekkür etmek, tezekkür, taakkul ve tedebbür etmek gibi insani çabalara girişmekten çekinmesi, bunları zor ve yorucu sanmasıdır. İnsan hevası sadece insanın beşeri duygularının tatmin edilmesinden hoşlanmakta, kalıcı ve önemli işlere ilgi duymamaktadır.
Allah’ın, kalpleriyle fıkhetmeyen, gözleriyle hakikati görmeyen, kulaklarıyla hakikati işitmeyen kimseleri hayvanlara benzetmesi, ardından da, hatta hayvanlardan daha da sapıktırlar buyurması (A’raf, 179), adeta bir anlamlar ummanı gibi karşımızda durmaktadır.
İşte insanların ekserisi, kendileri, Allah’ın verdiği akıl, duyma, işitme gibi yeteneklerle olayları anlayıp kavramak, hayatı ve kevn’i Allah’ın öğrettiği şekilde okumak yerine, bu ayette buyrulduğu gibi ‘el-enam’ misali sürüleşmekte, sürüden biri olmaya talip olmaktadır. Oysa yeryüzünde yeterince ‘sürü’ vardır, insan için elzem olan, insan mefhumunun açılımını en nihai hedefine ulaştırmaktır.
2.İnsanların ekserisi, atalarına tabi olmayı sevmektedirler. Kendilerine Allah elçileri doğrudan, neden Allah’ın buyruklarına teslim olmadıkları uyarısını yaptıklarında, “Hayır!” demişler, atalarının yoluna tabi olduklarını beyan ederek çıkışmışlar, atalarının yoluna tabi olmayı (sürüleşmenin gereği olarak) en güvenli liman zannetmişlerdir. Allah’ın sorduğu, oldukça yalın soru ise kör gözleri açacak niteliktedir: Ya ataları bilmiyor idiyseler? (Bakara, 170; Maide, 104 v.d.).
Bu soru, vahyin indiği günden bu yana hala cevapsızdır.
Bunun devamı olarak, büyüklere/liderlere ve reislere tabi olmak da ekserunnâs için bir meziyettir. Ekserunnâs, kendilerini doğruluktan saptıranlar olarak büyükleri ve reisleri suçlayacak, onlar yüzünden ateşe sürüklendiklerini iddia edecekler; dolayısıyla onlara azabın iki kat verilmesini isteyeceklerse de, bu bâtıl istek kabul görmeyecektir. (Ahzap, 67-68). Çünkü suçu bütünüyle reislere atarak, dalaletten aklanmak mümkün değildir.
3.Hidayet etmemiş olmak. İnsan hidayete erince mi ‘bilir’ hale gelir, yoksa bilgiyle mi hidayete erer? Allah insana en başta eşyanın isimlerini öğretmekte (Bakara, 31), sonra insana Kur’an’ı ve beyanı öğretmektedir. (Rahmân, 1-4). Allah insana âfâkta ve enfüste ayetlerini göstermek istemektedir. (Fussilet, 53). Fakat insan görmek istememekte, hem enfüse, hem de âfâka kör olmayı seçmektedir. İnsan ilimle hidayete eremeyince, kîl-ü kâl ile (dedi ki-demiş ki) kendine bir yol edinmekte, o da dalalet olmaktadır. İlim gerçek anlamda sadece Kur’an’da bulunduğuna göre, kişi kendini Kur’an’a teslim ederse, doğru yaşam tarzını bulmuş demektir.
4.İnsanların, kendilerinde olan bilgi, kariyer, mal ve servet gibi maddi şeyleri, kendisinde olan bilgi, beceri ve zekâ sayesinde kendisinin kazandığını düşünmeleri, onların ilimle bağlarını kesmekte, cehalete teslim olmalarını sağlamaktadır. Kur’an Karun’un, “Bu servet bana, bendeki bilgi sayesinde verildi” (Kasas, 78) dediğini haber verir. Ama sadece Karun’un bu kanaatte olduğunu söylemez. İnsanların ekserisinde bu Karun kompleksini gözlemlemek mümkündür. Mevdudi’nin dediği gibi, dünyada nimet sahibi olmak, Allah katında makbul olmanın alameti değildir. (Tefhim, V/117).
5.Bilhassa günümüz dünyasında insan, ışıltılı teknolojik araç-gereçlerin etkisinde kalmakta, seyretmeyi, izlemeyi, resimler paylaşmayı bir ‘değer’ zannetmektedir. Oysa bunlar sadece insanın hevasını besleyen zehirli maddelerden başka bir şey değildir. Bugünün modern iletişim-eğlence dünyası insanı mankurtlaştırmakta, ilmi sevmemesi için, akla hayale gelmedik reklam ve pazarlama teknikleri insanı kuşatmaktadır.
Bu gerekçeleri çoğaltmak mümkündür. Bilhassa günümüz insanının, İLİM’le arasındaki yolu iyice kamufle edilmiş, ilmi elde etmemesi için hemen her tedbir alınmıştır. İnsanın, hevasına hitap eden her vasıta alabildiğine kolaylaştırılmış ve süslenmiş iken, ilme giden yollar örtülmüş, dikkatlerden kaçırılmıştır. Fakat insan açısından bunların hiçbiri mazeret değildir. Zira dış etkenler ne olursa olsun, insanın akleden kalbine, işiten kulağına ve gören gözüne hiç kimse engel olamaz. İnsanların ekserisinin, imana ait hakikatleri bilmemekte geçerli mazeretleri olsaydı, Rabbimiz onları muaheze etmezdi.
Nefsini bütünüyle şeytana teslim etmemiş insanların umutsuzluğa kapılmalarına da gerek yoktur. Çünkü tevbe kapısı her daim açıktır. Allah kullarına zulmedici de değildir. İnsanın ilme ulaşmak için küçücük bir çabası yeterlidir. Bütün mesele insanın kendisinde düğümlenmektedir. Allah insandan, zor değil, çok kolay olanı, en basit insani çabayı istemekte; insan ise hidayeti elinin tersi ile itmektedir.