Ninniler, masallar, tekerlemeler, öğütler genelde çocuklar için olmuştur. Onların uykularını getiren, yaramazlık yapmaktan azıcık uzaklaştıran, eğitimin ilk basamağı sayılan bu sözlü edebiyat, ülkemizde de gayet yaygındır. Tarihten, inancımızdan, kültürümüzden izler taşıyan çocuk edebiyatımız, son yıllarda televizyon, bilgisayar ve dershanelerin hayata girmesiyle çok fazla etkilense bile yine de halk arasında yaygındır.
Değinmek istediğim konu, çocuklarla kurulan iletişimin ve amaçlanan eğitimin iyiden iyiye bozulmuş olmasıdır. Yaşadığımız çağın hızı ve güvensizliği, insanların yaşamla olan bağlarını zayıflattı. Onları, insana değil maddeye, dosta değil kredi kartına güvenir yaptı. Ve tarihi şu hatayı yaptırdı: yaşamı, varlık gerekçemizi “ekmek davası” olarak tanımlattı. Ve işte o an tarihi unuttuk, inancımızla bağlarımızı kopardık.
Birçok anne babanın, çocuklarını ekmek davası bilincine nasıl hazırladıklarına şahit oluyoruz artık. “Her ne pahasına olursa olsun, bu dava kazanılmalı” diye inanılıyor ve anlatılıyor. Öğütlerde, masallarda, terbiyede, değerlerde artık bu davanın varlığı ağır basıyor.
Maddi dünyada madde kabul görüyor artık. Ve hatalarımız “ekmek davası” adına meşrulaşıyor.
Sözü uzatmadan, bu meseleye farklı bir açıdan bakanların hikayesini anlatmak istiyorum size. Bakalım insanı ve yaşamı, “ekmek davası felsefesinin” mantığıyla tanımlamak ne kadar doğru olacak?
Yaşımı değil ama küçük olduğumu hatırladığım yıllardı. Ailemle birlikte köydeki evimizde yaşıyorduk. Evimiz dediysem şehirdeki kutu daireler gelmesin aklınıza. Bizim ev neredeyse şehirdeki bir sokak büyüklüğündeydi. Evde anne babam ve kardeşlerimden başka, dedem ve ninem vardı, amcam ve yengem vardı, amcamların çocukları vardı, babamın kız kardeşi olan ve o zamanlar bekar olan halam vardı. Dahası ineklerimiz, koyunlarımız ve tavuklarımız yaşardı evimizin bitişiğindeki ahırda. Ahırın üst katında koca bir samanlığımız vardı. Evimizin içinde kedimiz ve ailesi de yaşardı. Kedimizin adı, çok gezen anlamına gelen “sünepe” idi. Yine adı “karabaş” olan ve yalnız yaşayan köpeğimiz de evimizin önünden hiç ayrılmazdı. Kısacası bizim ev kocaman bir evdi.
Dünyayı rengarenk ve gizemli gördüğüm zamanlardı o yıllar. Her şey heyecan konusuydu bana. Bunlardan biri de köye dışarıdan gelenlerdi. Bu kişi Almancı da olsa, o zamanın seyyar satıcısı olan çerçiler de olsa, şehre gitmiş ve dönmekte olan büyüklerimiz de olsa fark etmezdi. Hepsi de yenilik demekti benim için.
O günlerden birinde amcam, neden olduğunu bilmiyorum ama şehre gitmişti yine. Akşam yaklaştığında köy minibüsü de köye yaklaşırdı. Bir küçüğüm olan kardeşimle birlikte yolu gözlemeye başlamıştık. Karabaş da yakınımızda uzanmış bizi izliyordu. Amcamın gelişini sanki o da bizim kadar merak ediyordu. Acaba bize ne getirecek ne anlatacaktı.
Nihayet hem minibüs hem de amcam gelmişti. Elleri şehir poşetleri ile doluydu. Kim bilir neler neler vardı onların içinde. Merak ediyorduk doğrusu ama ancak akşam ortaya çıkardı poşetlerin sırrı. Çünkü akşam yemeğinden sonra, şehirden ne gelmiş ise herkese eşit şekilde taksim edilirdi. Nüfus kalabalıktı ve imkânlar kısıtlıydı. Böyle olunca işin adil olanı herkese paylarını taksim etmekti. O akşamda öyle olmuştu.
Amcam önünde bekleyen poşetlerden birinin ağzını açtı. Bir bardağı ölçü kabul ederek içindekini dağıtmaya başladı. O an çok heyecan vericiyle işte. Çocukların sabırsızlığı can sıkardı. Onun için de, ilk onlardan başlanırdı her zaman. Yine öyle oldu ve ilk bardak avuçlarımı doldurdu. Avuçlarıma dolan fındıktı. Kabuklu fındık, birbirine dokundukça şıngır şıngır sesler çıkaran fındık…
İçimde hemen yeni bir heyecan belirdi. Ceviz, mandalina, erik gibi yuvarlak olup, yuvarlanabilen şeyler bizde (ben ve bir küçüğüm olan kardeşim) hırs konusu olurdu. Çeşit çeşit oyunlar bilirdik ve bu oyunlarla birbirimizi ütmeye çalışırdık. O akşam tam da bunun meydan savaşı olmuştu. Taksimattan hemen sonra kardeşimle kıyasıya bir mücadele başlamıştı. Birinci fındık savaşı…
Fındıkları yan yana diziyorduk. Baştaki fındığı, attığı fındıkla vurabilen oyuncu yerdeki tüm fındıkları alabiliyordu. Hatırlamıyorum ama birimiz fena halde zararda olacak ki kavga başlamıştı. İşte o zaman, şimdi rahmetlik olan ninemin müdahalesi kaçınılmaz olmuştu.
Küçüğüme hitaben;
-“Oğlum sen küçüksün, söz dinle” deyiverdi.
Bana döndü;
-“Oğlum sen büyüksün bağışla” dedi.
Tabi bu sözler o an bana da, kardeşime de bir şey ifade etmiyordu. Kavgayı bitiren ninemin, kendi payına düşen fındıkları bize paylaştırması olmuştu. Buna anlam verememiştim ilk defa. Daha önce aynı davranışı yüzlerce defa göstermişti ninem. Elma, armut, erik, mandalina, portakal, karpuz, ceviz. Hatta somun ekmeğini bile bize vermişti. Ama ben de ilk defa anlayamıyordum ninemin kendi payını bize paylaştırmasını. Belki de artık büyümüştüm, olanları fark edebiliyordum. Belki de fındığı paylaşılamayacak kadar kıymetli görüyordum. Bunu bilemiyorum ama ninem benim için o gün tarih yazmıştı.
Nineme fındık dolu avucumu göstererek sordum:
-“nine, neden kendi payını bize verdin?”
Sorumu tebessümle, okumamış ama bilgece, şefkat ve merhametle cevapladı.
-“Oğlum bir avuç fındığı yesem de bir adamım yemesem de bir adamım. Onu yemediğimde bu benim adamlığımdan bir şey eksiltmez, bir şey eksiltmez.”
Ninem neden tekrarlamıştı bilmem ama ben hayatım boyunca bu sözü tekrarladım. Bu bana çok şey öğretti.
Yiyeceği iki lokma ekmeği, her ne şekilde olursa olsun kazanmaya çalışan, helal haram bilmeyen, kul hakkını bilmeyen, Allah’ı hayatından çıkaran, neticede hayatını ekmek davasına adayanların, insanlığından nelerin eksildiğini böylece görür oldum.