İslam toplumları konformist bir iklimi-alışkanlıkları içselleştirdiği için, içerisinde yaşadığımız toplumda da görülebileceği üzere, çok yönlü, çok boyutlu, çok derin sefaleti, yabancılaşma ve çürümeyi görmüyor. Sözünü ettiğimiz çok yönlü sefalet, yabancılaşma ve çürüme ile yüzleşme cesareti gösteremediğimiz için, bunların üzerini hamaset örtüsü ile örtmeye çalışıyoruz.
Müslüman halklar, toplumlar ve kültürler; sistematik bir biçimde, din’i ve politik popülizm uyuşturucularına maruz bırakıldıkları için; tarihte/dünyada ne olup bittiğine dair, pek çok hayati sorular sormaları gerekirken, bu soruları sormadılar. Müslüman halklar, toplumlar, kültürler, hayati önemi olan tarihsel soruları sormadıkları için, tarihsel sorgulamalar yapmadıkları için, sınır tanımayan bir teslimiyetçiliği ve konformizmi hayat tarzı haline getirdiler. Toplumlarımıza hâkim olan sınır tanımayan teslimiyetçilikler ve konformizmler; kendilerini İslam’a, ümmet’e nisbet eden politik yönetimler/iktidarlar tarafından yürütülen duygusal sömürgecilikler aracılığıyla gerçekleştirildi, gerçekleştiriliyor. Duygusal sömürgecilikler ve manipülasyonlar aracılığıyla, Müslüman halkların/toplumların ve kültürlerin İslami bilinci zincire vuruluyor.
İslam dünyası toplumlarında, düşünce/kültür/ edebiyat/ilahiyat hayatı, hiç bir zaman duygusal sömürgecilikler ve duygusal manipülasyonlarla ilgili radikal-etkili sorgulamalar yapmadı, yapamadı, zira, İslami düşünce/kültür/edebiyat/ilahiyat hayatı, sözünü ettiğimiz duygusal sömürgeciliğin, duygusal manipülasyonların vazgeçilemez bir parçası haline gelmişti. İslam toplumlarında, İslami bilinç-algı, gelenekçilikler/görenekçilikler tarafından zincire vurulduğu için, bu toplumlar ya ütopyacılıklar doğrultusunda, ya da nostaljiler doğrultusunda savruluyor. Bu nedenlerledir ki, İslam’ın geleceğini rüya’larla, kehanetlerle açıklamaya çalışmak, bugün, çok etkili mistik bir geleneğe dönüşmüş bulunuyor. Din’i kimi motifleri araçsallaştırarak sürdürülen duygusal sömürgecilik Müslüman kitleleri bilinç alanlarından uzaklaştırarak aptallaştırıyor, gerçek dünyaya ve tarihe yabancılaştırıyor.
Popülist muhafazakârlıklar, popülist gelenekçilikler İslam toplumlarının entelektüel ufkunu kapatıyor, karartıyor. Günümüz dünyasında gerçek hep değişiyor, İslam toplumlarında entelektüel gecikmeler bir kader haline geldiği için, geleneksel kalıplar hiç değişmiyor. Otoriter-popülist-muhafazakâr pragmatizmin-oportünizmin ve duygusal sömürgeciliğin, İslam toplumlarına, emperyalist-sömürgeci müdahalelerden/saldırılardan çok daha derin, çok daha tahripkâr ve kalıcı zararlar verdiğini görmek, anlamak, konuşmak, tartışmak gerekir. Avrupa merkezci seküler emperyalizm ve sömürgecilik karşısında, İslam toplumları bir direniş mücadelesi/iradesi ortaya koymaları gerekirken; duygusal sömürgecilikler ve manipülasyonlar karşısında felç edici, kötürümleştirici, iradesizleştirici mutlu bir sessizlik sergilemeye devam ediyor, devam edebiliyor. Duygusal, romantik içsel sömürgecilikler aracılığıyla kendilerini her durumda tepkisel zeminlerde konumlandıran, etki üretme yetenek ve bilinçlerini kaybeden toplumlarda, ulusal sınırları-bencillikleri aşan, entelektüel bir tarih ve siyaset bilinci oluşturulamadığı için, evrensel anlam ve ufukları kaybetme pahasına, kitleler-cemaatler, düşünce ve kültür hayatı yerli-milli alanlara, hassasiyetlere doğru yönlendiriliyor. Yerli-milli alana yönlendirilen din’i-muhafazakâr-gelenekçi unsurlar, iktidarların-devletlerin kendi çıkarları doğrultusunda icat ettikleri resmi yorum ve algılara kayıtsız şartsız itaate koşullandırılıyor. Duygusal sömürgecilikler, İslam toplumlarında, bütün iktidar sahiplerinin çıkar ve ihtiraslarını kolaylıkla kutsallaştırabiliyor. Çıkar ve ihtirasları sorgulamaları gereken İslami çevreler, bu kutsallaştırma nedeniyle seslerini yükseltemiyor. Sözünü ettiğimiz zihniyetin hâkim bir geleneğe dönüşmesi sebebiyle, patolojik bir kibirle malûl olan otoriter iktidar sahipleri, her konuda haklı olduklarını iddia edebiliyor, kötülük yaptıklarında, adaletsizlik yaptıklarında da haklı olduklarını savunabiliyor. Kendilerini din’dar-muhafazakâr olarak tanımlayan çevreler, bu kötülükler ve adaletsizlikler karşısında iktidar sahiplerine ahlak-vicdan ve merhameti hatırlatmıyor.kültürler, medeniyet ufkuna, terbiyesine, bilgelik ufkuna/derinliğine yabancılaşırlar. Bencilliklerin, çıkarcılıkların ve bağnazlıkların bir hayat tarzına dönüştüğü toplumlarımızın, varoluşsal bir kriz’le karşı karşıya olduğunu idrak etmek gerekir. Her hangi bir toplumda, duygusal sömürgeciliğin, hamaset ve popülizmin ölçüsüz yükselişi ve otoritesi, bu toplumlarda, düşüncenin, tefekkürün, bilgeliğin ve niteliklerin derin yenilgisine işaret eder. Bencilliklerin ve bağnazlıkların köleleştirdiği toplumlarda bir bilinç mücadelesi verilemez. Çıkarların ve ihtirasların köleleri, hiç bir şekilde tarihe ve gerçeğe uyanamazlar. Kibirle otoriterlik arasında kopmaz bir bağ vardır. Kibir, yoldan çıkmak veya yanlış yola girmek anlamı taşır. Kibirlilerin, özellikle de, kibirli iktidar sahiplerinin muhakeme/ müzakere ve müşavere yetenekleri yoktur. Büyük ihtiraslar, büyük düşüncesizlikler ve büyük duyarsızlıklar üzerinde yükselir. Kendilerini başkalarının yerine koyamamak, patolojik bir kibirle malûl olanların işidir. Farklı yorum ve fikirleri dinlemeden mahkûm etmeye çalışmak yerine, anlamaya çalışmak bilgelere yakışan bir erdemdir. Günümüzde, İslam toplumlarında, içerisinde yaşadığımız toplumda da, bugüne kadar benzeri görülmemiş ölçüde bir bilgelik-irfan kıtlığı-çölleşmesi yaşanıyor. Bilgelik-irfan kıtlığı, gündelik hayat gailesiyle sınırlı geleceksiz varoluşlar oluşturur. Hayatın gündelik hayatın gaileleriyle sınırlı hale geldiği toplumlarda düşünsel-kültürel-entelektüel yoğunlaşmalar mümkün olamaz.
Fransız Devrimi paradigmaları-referansları temelinde kurulan Cumhuriyet Türkiyesinde, bir dönem ideolojik-otoriter uygulamalar rejimi belirlerken; içerisinde bulunduğumuz dönemde de, bu defa muhafazakâr-popülist-otoriter uygulamalar belirleyici oluyor. İdeolojik kutuplaşma ve karşıtlıklar, muhafazakâr-popülist kutuplaşma ve karşıtlıklar, her gün çok daha derinleşen gerilimlere neden oluyor. Bu gerilimler, ortak toplumsal ufku-hassasiyetleri imkânsız kılıyor. İçerisinde yaşadığımız toplumda, bir bilgelik-irfan yoksulluğu, kuraklığı yaşanmamış olsaydı, ötekileştirici ideolojik zihniyetle, bu zihniyeti ötekileştirmeksizin entelektüel anlamda bir yüzleşme gerçekleştirilebilirdi. Bir bilgelik iklimine sahip olmadığımız için karşıtlar ve karşıtlıklar, alışılagelen kalıpları ve klişeleri kıramıyor, parçalayamıyor. Bütün kültürlerle etkileşime girmesi gereken Müslümanlar, kendilerini alışılagelen kalıp ve klişelerden kurtaramadıkları için, büyük bir ufuk ve zihin daralması içerisinde yaşıyor. Bu ufuk ve zihin daralması sebebiyle, sosyal teknolojilerin yabancılaştırıcı etkileri karşısında hiçbir şey yapılamadığı gibi, fuhşiyat ve münkeratın kol gezdiği bir toplumda, bu vahim gerçekle hesaplaşılması gerekirken, hamaset yapmakta ısrar eden ahlaki körlükle ilgili de hiçbir şey yapılamıyor.
İslam toplumları sömürgeci, ırkçı modernliğe maruz kalmaya başladıkları günden bu yana varoluşsal bir kriz içerisinde yaşıyor. İslam toplumları sömürgeleştirilmiş bir zihin ve algı dünyasına mahkûm edildikleri için İslami bilgiyi, bilinci dünya görüşünü, kavram ve referansları özgürleştiremiyor, İslami bilgi’ye, bilince, kavram ve kurumlara kaybettiği otorite ve meşruiyeti kazandıramıyor. Sömürgeci-ırkçı modernlik, modernliğin başladığı 1492 yılından itibaren dünyayı, Batı ve diğerleri olarak kategorize etti. Batı ve diğerleri kategorisi sömürgeleştirilenleri insanlık dışı bir alana kapattı, Modern tarih, Batı dışı toplumları ve kültürleri, ideolojik ve kültürel şiddet’le baskı altına aldı. Etki üreten toplumlar-kültürler-uygarlıklar evrensellik iddiasında bulunabilirken, dışarıda üretilen etkiye maruz kalan toplumlar da, milliyetçiliklerle, milliyetçi tepkilerle, duygusal tepkilerle bu etkiye cevap vermeye çalışıyor. Kendi varoluşunu, mevcudiyet ve meşruiyetini İslami bir ontoloji ve epistemoloji ile tanımlayamayan bir toplum ve kültür yeni bir medeniyeti tasavvur edemez. Radikal bir dönüşüm ve inşa, sözünü ettiğimiz bağımsız bir ontoloji-epistemoloji zemininde başlatılabilir. İslami otorite ve meşruiyetin taşralılaştırıldığı günden bu yana, İslami bütün ve bütünlük adına hiç bir alanda kapsamlı-derinlikli çalışmalar yapılmıyor. İslam, kimi etnik-kültürel-folklorik-hizipçi-mezhepçi işlevsiz parçalarda, ancak, bir geleneğin tezahürü olarak temsil edilebiliyor. Bu parçalar da, kendilerini ancak, otoriter-popülist milliyetçiliklerle, muhafazakârlıklarla, hurafeler ve putperestliklerle, yanlış bilinç temelinde ifade etmeye çalışıyor. İslam toplumlarının taşralı-popülist-otoriter milliyetçiliklerle, muhafazakârlıklarla, köhne algılar temelinde sürdürülen folklorik dindarlıklarla, dijital sömürgeciliğin, dijital oryantalizmin dönüştürücü etkilerine cevap vermeyeceğini akletmek gerekiyor.
İslam toplumları kendilerine dayatılan kültürel hiyerarşileri ve maduniyetleri bir türlü aşamıyor, kültürel hiyerarşilerin nasıl aşılabileceğine ilişkin tartışma yapamıyor. Bu nedenledir ki, bugün, İslam toplumları sömürgeci kavramların, dilin ve din algısının olumsuz, yabancılaştırıcı etkileriyle yüzleşemiyor. Bugün, Türkiye’de sömürgeci din algısı seküler kesimler üzerinde etkisini sürdürürken, kimi Müslüman aydınlar da bu din algısının ağır baskısını yansıtan edilgen yorumlar yapmaya çalışıyor. İslam toplumları Arapça’yı, Farsça’yı, Türkçe’yi küreselleştirmeyi düşünmedikleri, bu yönde her hangi bir proje geliştirmedikleri için; küresel diller, bugün, düşünce-kültür ve akademi hayatını işgal etmiş bulunuyor. Küresel dillerin, küresel kültürel içeriğin belirleyici araçları olduğunu hatırlamak gerekir. Sömürgeci dillerin ve din algısının, ötekileştirilenlere dayatılması, ötekileri, özellikle de Müslümanları halen bir türlü hesaplaşamadıkları büyük bir bilinç yabancılaşmasına mahkûm etti. İslam toplumlarında yaşanan zihinsel-entelektüel kifayetsizlik, bu toplumlarda, özellikle popülist-politik kadroların, kendilerini hamaset-dili-söylemi yoluyla ifade etmelerine neden oluyor. Popülist politik kadrolar, hamaset dili-söylemiyle kitlesel bir tektipleştirme yönünde yoğun çabalar harcıyor. Entelektüel anlamda bir gelecek vizyonu oluşturamayan toplumlar, siyasal hareketler, iktidarlar, ‘‘şanlı tarih’’ retoriğine sarılıyor. Kitlesel tektipleştirme çabaları, eleştirel bir topluluğun, iyiliği öneren, kötülükten sakındıran bir topluluğun, ortaya çıkmaması için harcanıyor. Günümüz toplumlarında görsel iletişim, her durumda görünme ihtiyacı hayati bir önem arzediyor. Görsellikler insanları niteliksel-derinlikli düşünceye yabancılaştırıyor.
Kendi varoluşunu, mevcudiyet ve meşruiyetini İslami bir ontoloji ve epistemoloji ile tanımlayamayan bir toplum ve kültür yeni bir medeniyeti tasavvur edemez. Radikal bir dönüşüm ve inşa, sözünü ettiğimiz bağımsız bir ontoloji-epistemoloji zemininde başlatılabilir.
Bir yanda sömürgeci din algısı, bir diğer yanda da, geleneksel, yerli-milli, muhafazakâr, sağcı din algısı sebebiyle; evrensel, özgün İslami bilinç özgürleştirilemiyor. İslami bilinç özgürleştirilemediği için de; içe dönük dindarlıklar, faydacı ve popülist dindarlıklar kurumsallaşıyor. Bu kurumsallaşma, içi boşaltılmış, resmi düzlemde temsil edilen, devlet kontrolü altında yaşatılan bir din algısına işaret ediyor. İçi boşaltılmış dindarlıkların toplumsallaşması nedeniyle, kendilerini muhafazakar olarak tanımlayan çevreler, kapsayıcı her yaklaşımı reddederek, popülist-pragmatik-dışlayıcı, otoriter devlet ideolojisiyle uzlaşabiliyor. Kendilik bilincini kaybeden, kendilik bilincine yabancılaşan toplumlar ve kültürler, sömürgeci bilgi, dil, din algısına, sömürgeci dünya görüşüne Türkiye örneğinde de görülebileceği üzere bir şekilde ikna edilebiliyor.
Kamusal-eleştirel aydınlara/entelektüellere sahip olmayan toplumlar, politik-popülist propoganda araçları yoluyla propoganda nesneleri haline getirilebiliyor. Akılsız ve düşüncesiz bağlılıkların etkili bir geleneğe dönüştüğü toplumlarda, bağımsız eleştirel içerik üretebilmek için risk almak, bedel ödemek gerekiyor. Bağımsız, eleştirel üretken zihinlere hayat hakkı tanımayan toplumlar için sağlıklı bir gelecek tasavvur edilemez. İslam toplumları konformist bir iklimi-alışkanlıkları içselleştirdiği için, içerisinde yaşadığımız toplumda da görülebileceği üzere, çok yönlü, çok boyutlu, çok derin sefaleti, yabancılaşma ve çürümeyi görmüyor. Sözünü ettiğimiz çok yönlü sefalet, yabancılaşma ve çürüme ile yüzleşme cesareti gösteremediğimiz için, bunların üzerini hamaset örtüsü ile örtmeye çalışıyoruz. En büyük korkunçluk, yaşanan korkunçlukları görememektir. Toplumlarımız konformist bir düşünce ve kültür iklimiyle bütünleştiği için, farklı-özgün-bağımsız yorumları-gelenekleri öneri ve çerçeveleri merak etmiyor, tasavvur edemiyor. İslam toplumları konformizmin rahatlatıcı rehavetiyle yüzleşmeyi düşünmediği için, modern söylemsel/ideolojik/entelektüel mücadeleye katılamıyor, söylemsel iktidara karşı İslami bir tavır geliştiremiyor.
İslami entelektüel/düşünsel/kültürel/edebiyat ve ilahiyat hayatı; kibirli/küstah ve keyfi Batı istisnacılığı tarafından evrenselleştirilen, Batı aklı/ modernleştirme/sekülerleştirme/Batılılaştırma/bilimselleştirme/rasyonelleştirme/araçsallaştırma/ilerleme/tüketimcilik, sömürgeleştirme/Amerikanlaştırma/mekanikleştirme/faydacılık/ekonomik insan vb. gibi sömürgeleştirici süreçlerin, İslam toplumları, halkları, kültürleri üzerindeki tahripkâr etkilerini, özellikle de, bu halkları, toplumları, kültürleri ideolojik baskı yoluyla asimilasyona maruz bırakan dönüştürücü etkileri, her asimilasyon dayatmasının bir tür soykırım olduğu gerçeğini eleştirel bir hesaplaşma konusu yapabilmiş değildir. Batı istisnacılığı, Batılı olmayan’a yönelik saldırgan bir ötekileştirme girişimidir. Sadece Batılı istisnacılık değil, bütün istisnacılık uygulamaları kendi dışında kalan unsurları aşağılayarak, yok sayarak, ‘‘biz’’ ve ‘‘onlar’’ kategorisini sıradanlaştırarak, normalleştirerek yol alır. İslam dünyası toplumlarında da, içerisinde yaşadığımız toplumda da, hastalıklı bir istisnacılığın, klinik bir istisnacılığın, din’i ya da politik müstesna lider, müstesna cemaat, müstesna parti vb. gibi tezahürleriyle bugün etkili bir gündem konusu olduğunu görmek gerekir. Müstesna Şeyh’in, bu makama Peygamber (s.a.v) tarafından tayin edildiğini, müstesna üstad ve cemaatinin Kur’an’da tebcil edildiğini kitlelere kazandıran duygusal sömürgecilik, aziz İslam’ı sulandırıyor, ayağa düşürüyor ve değersizleştiriyor.
İktibas Dergisi