Evrende yaratılmış olan her şey bir gaye üzerine yaratılmıştır. Her şeyin bu uzay aleminde doldurduğu bir boşluk olduğu gibi evrene kattığı bir olumluluk da vardır. Evrende bu yaratılmış her şeyin istisnası olarak insanı bir kenara ayırmamız gerekmektedir. İnsan varlık bilincinin farkına vardığı zaman evrende bir boşluğu doldurur aksi takdirde bir boşluk kadar bile değeri yoktur. Düşünelim mesela; yarım kavanoz suyun içine bir taş kütlesi koyduğumuzda suyun miktarı artar, taşı çıkardığımızda suyun miktarı azalır. Öyle insanlar vardır ki hayatın içinden çekip aldığınızda varlığı ile yokluğu hiç bir etki bırakmaz. Gidişi hissedilmez, gelişi farkedilmez…
İnsan neden düşünmelidir? Düşünmeden de insan kalabilmek mümkün değil midir? İçinde yaşadığımız dünyayı gözümüzün önüne getirdiğimizde düşünenlerin yarattığı tahribata bakacak olursak düşünmemek belki evren için en faydalı olandır diyebiliriz. Ama bu tablo insanlığın yaşıyla eşittir. Yeryüzünü ifsad edenlerle ıslah edenlerin savaşıdır bu hayat. Islah etmek de ifsad etmek de bir düşünme biçiminin sonucudur. Her iki düşünme biçiminin de bir temel dinamiği olmak zorundadır. Aksi takdirde insan kendini ne ile aklayacaktır. Çağımızın en kallavi ideolojilerine baktığımızda kendi düşünme biçimini meşrulaştıracak temel dinamiklerini hazırladıklarını görürüz. Örneğin; Liberalizm, doğal haklar kuramından yola çıkarak kendi felsefesini meşrulaştırır.
En kötü diyebileceğimiz düşünme biçimi de saflarını karıştırmış bir düşünme biçimidir. Yani neyi nasıl düşüneceğini bilememe halidir. Öyle ki liberalizmi savunurken komünist bir söylevin yardımıyla savunmak ya da marksizmi kapitalizmin söyevleriyle yüceltmek. Bizim dilde buna “Bu ne perhiz bu ne lahana turşusu” derler. Kur’an’ın diliyle “münafık” denir. Yani inandığını iddia ettiği şey ile yaşamının ayrı zeminlerde ilerleme halidir. “Hal” diliyle “Kavl” dilinin çelişmesi halidir. Böyle bir hayat yaşayan insanların evrende bir yer kaplamaları mümkün gözükmemektedir. Öldükten sonra iyilikle anılmak hem de kuşaklar boyunca anılmak münafık olma vasfından uzak durmayı gerektirir.
Islah edici düşünceyi tanımlayabilmek için insanı ve evreni yaratan ona şekil veren gücü de tanıma zorunluluğu doğar. Evrenin hakimi kimse ıslah edici ve ifsad edici düşüncenin sınırlarını da belirleme hakkı onun olmalıdır. İşin püf noktası da burasıdır. İnsan bu sorgulamayı yapabilecek bilince ulaşınca önüne iki yol çıkmaktadır. Ya ıslah edici bilginin peşine düşecek ya da vazgeçip sıradanlaşacaktır. Bizim sorunumuz da bu aşamaya bir türlü gelememe sorunudur. Düşünmenin bedeli her daim zor olduğundan olsa gerek çoğunluk kimseler bu maliyeti üstlenmekten kaçınmaktadırlar.
İnsanı beşer formundan insan formuna yücelten Allah insana kavramları öğretmiştir. Yani bir eşyayı nasıl tanımlayacağını öğretmiştir. Bizim hayatımızda varolan şeyleri tanımlama zorunluluğumuz vardır. Çünkü şeylerle olan ilişkimizin sınırlarını, boyutlarını, sürelerini vs. o şeye dair yapmış olduğumuz tanımlama belirleyecektir. İşte bu tanımlama kimin tanımlaması olacaktır sorusu önem kazanmaktadır. Niçin bu sorularla kendimizi yormaktayız? Bugün kendini islama nispet edenler sahip oldukları ya da ilişki içinde oldukları şeylere karşın nasıl bir tanımlamaya sahiptirler? Görünen o ki tanımlamalarımız genel olarak sıkıntılıdır. Gönülleri “Hüseyin” ile olup kılıçları “Yezid” için olanlar misali söz ve eylem uyuşmazlığının zirvede olduğu zamanlardayız.
Yeni bir düşünme ihtiyacı içinde olduğumuz kesindir. Düşüncenin temellendirilmesi esastır. Çünkü bu bizim şeylerle ilişkimizde önemlidir. Ya bizde şeyler gibi nesneleşeceğiz ya da şeylerin karşısında sürekli aktif olan, edigin olmayan özneler olarak varlığımızı koruyacağız. Varlık bilincimizi kuşanmadan bunu yapabilme şansımız yoktur.
Düşünmek hayatın içine akmayı gerektirir. Düşünmemek ise hayatın hızla akıntısı içinde kenara çekilip akıntıyı seyretmektir. Akıntıyı ıslah edici bir duygudan uzak olarak seyredenler evrende bir boşluk olma halinden bile uzak olanlardır. Biz istesek de istemesek de o akıntıdan etkilenen ve etkilenecek olan insanlarız. Akıntının geçtiği her yerleri yıkıp yok etmesine müsaade etmeyecek bir bilinçle yaşamak zorundayız. Bu akıntı ya toprağı bereketlendirecek bir suya dönüşecek ya da yeryüzünü helak edecek bir sele dönüşecektir. Bu akıntı sele dönüştüğünde etrafında seyredenleri de alıp sürükleyecektir. İnsan bir gelecek inşa etmelidir hem kendi için hem çağdaşları için hem de gelecek kuşaklar için. Her inşa bir düşünmenin meyvesidir. Güzel olan söz güzel bir ağaç gibi kökü yerde sabit dalları göğe ulaşan meyvesi herkesi sevince boğan bir ağaç gibidir. Ondan asla kötü bir meyve çıkmaz. Ama kötü bir düşünme biçiminden ancak sorunlu bir toplum doğar.
Eğer bugün inanıldığı iddia edilen düşüncelerle ortaya çıkan eylemlerin paradoksu yaşanıyorsa burada bir düşünce tutarsızlığından bahsediyoruz demektir. Mantıkta üçüncü halin imkansızlığı ilkesine göre bir şey “A” ise “B” değildir, “B” ise “A” değildir. Ya inanıldığı iddia edilen düşünceye inanılmıyordur ya da inanıldığı iddia edilen düşüncenin temel dinamiklerinde problem vardır. Münafık kavramıda işte bu çatışkıları çözmek için bize verilmiş bir anahtardır. Mesela Kur’an gibi hakikatin kaynağı iddiasında olan bir kitabın temsilcileri nasıl olurda hakikate bu kadar kör ve ilgisiz olabilirler! Yaşamları da iddia ettikleri kitaptan bu kadar uzak olabilir! Belki de ondandır varlık aleminde bir boşluk dahi olmayı beceremeyişleri/miz!