İnsanın düşünce serüveni yaşamından ölümüne kadar sürekli devingen bir şeydir. Sabit, statik bir düşünceden bahsedemeyiz. İnsan başlangıçta bir düşünceye iman eder hayat devam eder ve sürecin içinde insan iman ettiği düşünceden yüz çevirebilir. Yüz çevirdiği düşünceyi ya yeterince tanımamıştır ya da yeterince iman etmemiştir. Yeterince tanımamasından dolayı eğer bir düşünceye yüz çevirmişse bu hatasından dönmesi kolaydır. Çaresi bellidir ki terkettiği düşünceyi asli kaynaklarından tekrar gözden geçirmesi icap eder. Ama düşüncesine yeterince iman etmemişse orada konuşulacak çok daha fazla şeyler var demektir. Acaba hangi sebepten yeterince iman etmemiştir?
Her düşünce için genel geçer belli başlı kaideler vardır. Mantık kuralları dahilinde bir düşünceye baktığımızda o düşünceyle ilgili bir takım kanaatlerimiz oluşur. Mesela liberalizmi incelediğimizde onu oluşturan asli unsurları hemen bulabiliriz. Demokrasi, laiklik, serbest piyasa ve devlet tekelinden uzak sermaye yönetimi gibi unsurlar liberalizmin olmazsa olmazlarındandır. Bu ana başlıklar altına onlarca yüzlerce tali başlıklar açmak da mümkündür. Şimdi biri çıkıp ben liberalim ama demokrasiyi benimsemiyorum derse sahip olduğunu iddia ettiği düşünceyi yeterince tanımıyor deriz. Çünkü mantık der ki A, A olmayan değildir. Bir şey, aynı zamanda hem kendisi hem de başka bir şey olamaz. Zira birbiri ile çelişik olan iki önermeden birini kabul ederse diğerini reddetmiş olur. Bu örneği bir çok izimler için yahut da dinler için de kullanabiliriz.
Özellikle son dönemlerde Türkiye’de geçmişi radikal olarak tanımlanan ve kendilerini İslamcı kategorisinde değerlendiren bazı entelektüellerin yukarıda saydığımız sendromu yaşadıklarını görüyoruz. Bir taraftan islamcı kalmak gibi çabalar içindeyken diğer yandan farklı kimlikleri de içine alan bir yaşam tarzları peydah etmiş durumdadırlar. Bu güruhta varolan değişimin unsurları nelerdir? Değişimin unsurlarını açıklayabilmek için öncelikle düşüncenin unsurlarına vakıf olmak gerekir sonrasında da düşünen kimselerin hangi unsurlardan beslendiklerine bakmak gerekir.
İslam nedir sorusunun cevabını nerede bulacağımızı kuşkusuz herkes bilebilir. Çünkü İslam Allah’ın resulleri vasıtasıyla gönderdiği vahyin içerisinde tafsilatlı bir şekilde apaçık olarak anlatılmıştır. İslam’ın kendine has başat kavramları vardır. Bunlar; tevhid, şirk, tağut, mümin, kafir, zalim, münafık, takva vs.dir. Bu belli başlı kavramların alt başlığı olarak da farklı bir çok kavram açmamız mümkündür. İslam’a iman eden kimseye müslim/mümin denir. Mümin ve müslim olmanın şartları bilfiil Kur’an’da mevcuttur. Mümin olmanın en temel şartı Allah’a hiç bir şeyi ve hiç bir kimseyi şirk koşmamaktır. Yani bireyi ve akabinde tüm toplumu inşa ve terbiye eden şeyin Allah’a ait hükümler olması şarttır. Ancak bu şartları yerine getirme gayretinde olan kimseye mümin denir. Allah’a şirk koşmamanın nasıllığı Kur’an’da çok açık olmasına rağmen her çağda farklı biçimde yorumlanmaya ve şirki İslam’danmış gibi anlatmaya yol bulmuş bir takım kimseler hep olagelmiştir. İşin enteresan yanı kavramları bulandırma işini dışardan değil hep içerden yapmışlardır. Mesela İsrailoğullarının hahamları kelimeleri konuldukları yerden değiştirerek insanların onları kitaptan konuşuyormuş sanmalarına sebep olmuşlardır. Aynı tablo bugün müslümanlar için de geçerlidir.
İslam’ın en temel aldığı şey yönetimin Allah’a ait olmasıdır. Bu şu demektir; siyasetin, ekonominin, eğitimin, adaletin, sosyal yardımlaşmanın, her türlü otoritenin, ailenin, kadınıyla erkeğiyle, genciyle ve yaşlısıyla tek tek bireylerin Allah’ın emrettiği çizgide olmaları şarttır. Ancak böyle düşünen ve bunun gereği için çalışan kimselere Kur’an mümin ifadesini kullanıyor. Bu ilkelerin hayat bulmaması için çaba gösteren kimselere karşı ise Allah net olarak düşmanlık ve öfke beslenilmesini emretmektedir. Dolayısıyla mümin kimseler ile mümin olmayan kimseler arasında net bir ayrışmanın olması gerekmektedir. Kur’an’ın ifadesiyle bir kimse ya mümindir ya da değildir. Mantıktaki üçüncü halin imkansızlığı burada geçerlidir. Hem mümin olup hem de bu mümin olma unsurlarına savaş açmış bir düşüncenin veya şahsiyetlerin yardımcısı olmak onlara sempati beslemek kişiyi mümin olmaktan net olarak çıkarır. Çünkü Kur’an resulüne dahi “az kalsın sen onlara meyledecektin eğer öyle olsaydı sana hayatın ve ölümün sıkıntılarını kat kat artırırdık” buyuruyor. Resulünü dahi böylesi bir anlayıştan muaf tutmayan Allah hiç kimseyi istisna yapmayacaktır.
Kendini İslam’a nispet edenler bugün eğer düşüncelerini değiştirmişlerse bunun sebebi kimliklerini inşa eden şeyle aralarını epeyce açmışlardır anlamına geliyor. Ya da bu dine inanmanın cazibesini yitirdiğini düşünmektedirler. Tıpkı Yahudi hahamlar gibi. Peki bu dine iman etmek neden cazibesini yitirsin ki! Ulvi Alacakaptan’ın söylemiş olduğu bir söz vardır: “Bizim geçmişte samimiyet dediğimiz şey meğer parasızlıkmış” der. Yani para ve şöhretle henüz tanışmamış, varoşlarda büyümüş, itilmiş, kakılmış, ezilmiş saf Anadolu genci sol franksiyonla ya da İslamcı franksiyonla tanıştığında oldukça ateşli bir dava adamı olmuştur. Çünkü kendini onunla kıymetli bulmakta ve isyanını onunla dindirebilmektedir. Ne var ki hayat devam eder ve bu yağız Anadolu genci sürecin içinde isyan bayrağını çektiği devlet ananın “şefkatle” başını okşamasıyla tanışır hatta okşamakla kalmaz ona makam ve para teklifinde bulunur. İşte olayın koptuğu nokta burasıdır. Şimdi bu “İslamcı” şahsiyet hangi unsurlara göre hareket ederek sürecini devam ettirecektir. Ona en başından beri tebliğde bulunan kitap hala ellerinin arasındadır ve ona geçmiş kavim kıssaları ile birlikte resullerin örnekliği ile yol göstermeye devam etmektedir. Aynı zamanda şeytan ve dostları da sırati müstakiym olan yol üzere oturmuş ve ona en kuvvetli sandığı yerden yaklaşarak düşüncesinin evrim geçirmesine çabalamaktadır. “Eğer bu parayı kabul edersen daha fazla kişiye yardım edebilirsin. Ya da bu makama sen gelirsen daha adil ve merhametli olursun, insanlara daha fazla faydan olur gibi. Ya da bizim sancağımız/partimiz/medyamız altında hareket edersen daha fazla kitleye ulaşabilir ve daha fazla insana derdini anlatabilirsin gibi.” sonrası malum bu düşüncenin ısıtılmış kurbağa deneyi gibi yavaş yavaş su ısıtılıyor ve ısı arttıkça rehavet artıyor rehavet arttıkça insan içinde bulunduğu refahı ve konformistliği terkedemiyor sonrasında da İslami düşüncenin ölümü gerçekleşiyor. İşte tam burada islam dinine inanma tüm cazibesini yitirmiş oluyor.
Peki bizim İslamcımız bunu itiraf edebilecek durumda mıdır? Elbette değil. Bunun sebebi bu zamana kadar ne kazandıysa (para, makam, şöhret vs.) İslamcılık düşüncesinden kazanmıştır da ondan. Ama o eski durduğu radikal durumda da kalamamaktadır. Çünkü marjinallikle suçlanıp tüm kazanımlarını kaybetme tehlikesiyle yüzyüzedir. Öyleyse ona yeni bir çıkış lazımdır. Bu yeni çıkış tıpkı yahudi hahamları gibi kelimeleri konulduğu yerden değiştirmek ve onu dinleyen, takip eden kimseleri kitaptan konuşuyormuş gibi etkileyerek onların da değişim, dönüşümlerine vesile olmaktır. Artık tüm mantık kuralları değişmiştir onun için. A, artık A olmak zorunda değildir. A, A olmayan değildir de. Bizim islamcımız artık hem kendisi hem başkası olabilmektedir. Onun için üçüncü halin imkansızlığı diye bir şey de yoktur. Çünkü kendisini ikna edecek yeterli neden ilkesi mevcuttur. Geçmişte ne kadar inandığı değerler varsa hepsini yeniden gözden geçirmiş ve güncellemiştir. Örneğin; Ümmetçilik yerini ulusçuluğa terketmiş, oy vermek salih amel olmuş, islam dışı düşünce akımları (demokrasi, laiklik, hümanite, modernite vs.) hayat nizamı olarak kabul edilebilir olmuş. İslami değerler yerine evrensel değerler baş köşe olmuş, İslam’ın hukuku yerine “çağdaş hukuk” daha medeni kabul edilmiş, kadın erkek ilişkileri ve piyasa ekonomisi İslam’ın belirlediği ahlaki disiplin için de değil de modern Avrupa disiplini içinde değerlendirilir olmuştur. Kimi İslamcı’da bunların tamamı mevcutken kimin de bazıları mevcuttur. Elbette tabiidir ki kiminin düşüncesi çok daha önce evrilmiştir kimi de hala o evrilme sürecini yaşamaktadır. Yani kimilerinin daha tam değişmeye zamanları hala vardır.
Yeni “İslamcımızın” beslendiği düşünce kaynağı değişmiştir çünkü kendisi değişmiştir artık. Kendisinin değişmesi ile birlikte kaynakta kendiliğinden değişmek zorunda kalmıştır. Düşüncenin unsurları ile düşünen adamın unsurları aynı oranda değişmiştir. Ama değişmediğini iddia etmektedir. Hatta bir adım ötesi şudur ki; geçmişte ne kadar eleştirdiği beşeri otoriteyi hakim kılmak isteyen liderler varsa onların şimdi kendi gibi düşündüğünü iddia edecek kadar gülünç hale gelmiştir. Kendisini geçirdiği bu travmadan aslında travma hali değil ama dışardan acaba böyle bir hal mi yaşıyor diye düşünen onunla hukuku olabilen kimseler onu uyarma gereği hissettiklerinde ve ona ifade ettiklerinde mevcut kazanımlarını da göz önünde bulundurarak kendisini uyaranlara tepeden bakmış ve siz çok marjinalsiniz diye onları tahkir etmiştir. Kazanımları nedir ki eski yol arkadaşlarına tepeden bakmaktadır: Daha fazla para, daha fazla kitle, daha yüksek mevkiide makamlar. Ya kaybettikleri nedir? Dünyada kazandıklarının yanında çok daha büyük devasa şeyler, mesela: Allah ile olan dostluğu, izzet ve şerefi… bu bilanço karşısında sormak lazım kim kazandı kim kaybetti?
Düşüncenin serüveni devam etmektedir. Bu serüvende kazanan da kaybeden de hala süregelmektedir. Değişimler masum gibi görünse de aslında insanın içinde sürekli beslediği zayıflıklarına yenik düşmesindendir. Platon’un ifade ettiği gibi insanın içinde bir beyaz at bir de siyah atın çektiği bir araba vardır. Arabanın şoförü bireydir. Eğer ki birey hakikati temsil eden beyaz atı beslerse o kuvvetlenecek ve arabanın yönünü o belirleyecek yok eğer batılı temsil eden siyah atı beslerse o kuvvetlenecek ve o arabanın yönünü belirleyecektir. Ama en başta hangi atı kuvvetlendireceğini kişinin kendisi tercih edecektir. Mümin için beyaz atı Kur’an dışında hiç bir şeyle besleyemeyiz eğer başka şeylerle beslemeye kalkarsak at zamanla siyaha bürünecektir. İşte o zaman düşüncenin unsurları da düşünen adamın unsurları da o minvalde değişime uğrayacaktır.