İslam’ı bir başka tek kelimeyle özetlemek gerekse, hiç kuşkusuz bu, ‘tevhid’ olurdu. Ne var ki tevhid asırlar var ki, günde belirli sayıda tekrarlanan dini içerikli sözlerden ibaret sanılmaktadır. Tevhid virdleşmiştir. Tevhid dini olan İslam, müntesipleri eliyle, bırakın şirk sistemlerine meydan okumayı, bütün şirk akidelerini kapsam alanına alan bir ‘paralel’ dine dönüştürülmek istenmektedir. İslam’ın tevhid akidesi, kelime-i tevhidin, Allahu ekber sözünün, Fatiha suresinin v.b. her gün belirli sayılarda bilinçsizce tekrarından öteye gidememektedir. Tevhid, yerini adeta teşrike bırakmış vaziyettedir. İslam’ın saf tevhid akidesini seslendirenler ise vebalı muamelesine tabi tutulmaktadırlar.
Tevhidin bu pespayelikten arındırılması gerekir. Tevhid akidesi, değdiği yerden ses getirmelidir. Tevhid akidesi, bugünkü küresel cahiliyeye haddini bildirmelidir. Bütün hayatı, sadece onun tek var edeni, Allah’a has kılmalıdır. Tevhidle bütün küfür ve şirk düşünceleri açığa çıkartılmalı, şirkin hiçbir tonuna müsamaha gösterilmemelidir. Aynı zamanda tevhid, yeryüzünde adil bir yaşam biçimini gerçekleştirmenin ekseni olmalıdır.
İşte bütün bu sorunlara az veya çok cevap arayan bir kitaptan söz etmek istiyorum. Bize ait bir değerin de böylece değerli hatırasını yâd etmiş olacağız.
***
İsmail Raci Farukî’nin TEVHİD adlı eseri, yazıldığı günden itibaren klasikler listesine ismini kaydettirmiş, önemli bir eserdir. Kitabı Türkçeye ilkin, Dilaver Yardım’ın tercümesiyle İnsan yayınları kazandırmış, 1987’de yayınlamıştı. Dilaver Yardım-Latif Boyacı’nın yaptığı ikinci bir tercüme ise 1998’de yayınlanmış, 2006’da dördüncü baskıyı gerçekleştirmişti. Her iki baskıyı da okumuştum, hatta sohbet arkadaşlarımızla bizatihi ders konusu yapmıştık.
Şimdilerde Mahya yayınları İsmail Raci Farukî’nin Tevhid’ine el atmış bulunmaktadır. Prof. Dr. Ejder Okumuş’a yeniden yaptırılan çeviri Mahya yayınlarının ellinci kitabı olarak 2017 Şubat’ında okuyucu ile buluşturulmuş bulunmaktadır.
İsmail Raci Farukî Filistin/Yafa’da 1921 yılında doğmuş, 27 Mayıs 1986 tarihinde, Pensilvanya’daki evlerinde eşi Louis Lamia ile birlikte, sahur vaktinde evlerine giren bir Siyonist saldırganın bıçak darbeleriyle şehid edilmiş bir müslümandır. O, kısa denebilecek bu hayatına çok büyük işler sığdırmış bir hareket, düşünce ve ilim adamıdır.
***
Farukî Tevhid’i on üç bölümde incelemiş.
Birinci bölüm: Dini Tecrübenin Özü.
İkinci bölüm: İslam’ın Özü.
Üçüncü bölüm: Tarih İlkesi.
Dördüncü bölüm: Bilgi İlkesi.
Beşinci bölüm: Metafizik İlkesi.
Altıncı bölüm: Ahlak İlkesi.
Yedinci bölüm: Toplumsal Düzen İlkesi.
Sekizinci bölüm: Ümmet İlkesi.
Dokuzuncu bölüm: Aile İlkesi.
Onuncu bölüm: Siyasal Düzen İlkesi.
On birinci bölüm: Ekonomik Düzen İlkesi.
On ikinci bölüm: Dünya Düzeni İlkesi.
On üçüncü bölüm: Estetik İlkesi.
Tevhid’in bu şekilde on üç bölüm halinde incelenmesi, İslam’ın ekonomi, estetik, siyaset, bilgi veya metafizik gibi, birbirinden bağımsız bölümlere ayrıldığı anlamına gelmemektedir. İslam, dolayısıyla tevhid bir bütündür. Zaten tevhid kelimesi de ‘birleme’ anlamıyla bu bütünlüğe fazlasıyla işaret etmektedir. Farukî’nin tasnifi, on üç başlık altında tevhidin düşünce ve hayata nasıl yansıdığını anlatmak, hayatın yegâne hakikati olan bu tek kelimelik gerçekliğe dair bir farkındalık oluşturmaktır.
Farukî her bölümü diğerinden daha yetkin şekilde işlemiş bulunmaktadır.
Farukî’ye göre, hedonizm ve mutçuluk gibi teoriler müslümanın ‘lanetlisi’dir. Müslümanın yaklaşımında onlardan herhangi birini kabul etmek, insan eylemine rehber ve normal olarak Allah’ın yanına başka ilahlar koymak demektir. Şirk, ahlakî değerleri tamamen araçsal olan ve asla nihai olmayan ilkel ve faydacı değerlerle karıştırmaktır.
Farukî müslümanı şöyle tanımlıyor: “Allah’ın tek yasa koyucu, O’nun iradesinin tek buyruk ve O’nun modelinin de mevcudatı ahlakî olarak arzulanan noktaya ulaştıracak tek seçenek olduğunu idrak etmektir.”
Farukî’nin, İhvan özelinde yaptığı “İslam’ın vizyonunu insan hayatının her anına ve modern insan aktivitesinin her bir noktasına taşıyabilme konusunda gösterdiği yetersizli[k]” tespitini, ümmetin geneline teşmil ettiğini pekâlâ anlayabiliyoruz. Onun, “Maalesef büyük Müslüman zihinler, kendilerini başka işlere verdiler.” cümlesinin hedef tahtasında kimlerin bulunduğu çok önemli midir? Bu cümle hala geçerliliğini -acı da olsa- sürdürmekte değil midir?
Farukî diyor ki, İslam ümmeti yeniden, onun asırlardır sahip olduğu karakter ve yazgısına yani İslam’a dönmedikçe yeniden ayağa kalkamayacak ve vasat ümmet olamayacaktır.
Farukî, İslam gençliğinin eğitimine adadığı bu eserinde, İslam’ın dağarcığından, Allah’la ilgili baba, aracı, kurtarıcı, oğul gibi isim ve terimlerin tamamen çıkartılmasına azami dikkati göstermek gerektiğine vurgu yapmaktadır. Mesela ‘kurtuluş’ sözcüğüne kısaca yer verecek olursak, şöyle demektedir: “İslam’ın kurtuluş öğretisi, Hristiyanlığın geleneksel kurtuluş öğretisine tamamen zıttır. Gerçekte ‘kurtuluş’ teriminin İslamî kelime dağarcığında bir karşılığı yoktur. Bir kurtarıcı söz konusu olmadığı gibi, kendisinden kurtarılacak bir şey de yoktur.”
Bu anlamıyla insanın bir kurtarıcıya, Mesih’e ihtiyacı yoktur. İnsan kendisini kozmik görevine adamalı, kendi değerini de başarısıyla doğru orantılı olarak ölçmelidir!
Gerçek anlamda felah, bir yandan dünyayı Allah’ın bahçesine dönüştürmek (isti’mâru’l-arz), diğer yandan da insanlığı Allah’ın yasa ve normlarını hayata geçiren kahramanlara, dâhilere ve velilere dönüştürmektir.
Farukî’nin Allah’ın varlığını nasıl kavramamız gerektiğine dair tespitleri, akideye olan vukufiyetini göstermesi bakımından önemlidir. Bu konudaki açıklamalarında, “kuntü kenzen mahfiyyen…” (gizli bir hazine idim, bilinmek istedim) türünden felsefeler anlamını yitirmektedir çünkü o, Allah’ın insana ve dünyaya bağımlı veya muhtaç olmadığına dikkat çekmektedir.
Onun açıklamalarında, -kendisi doğrudan isim zikretmese de- vahdet-i vücud felsefesi kendine düşen payı almakta, tevhidi bozan bir ideoloji olduğu ortaya çıkmaktadır. Şu sözlerini bu kapsamda görebiliriz:
“Yaratıcı ve yaratılana ait iki düzen, gerek varlıkları veya ontolojileri gerek tecrübeleri ve uğraşıları itibarıyla tamamen ve kesinlikle birbirinden farklı, fakat aynı zamanda birbiriyle de ilgilidir. Birisinin diğeriyle birleşmesi, diğerine geçmesi, karışması veya yayılması asla mümkün değildir. Ne yaratıcı, ontolojik olarak yaratılmış bir varlığa; ne de yaratılmış olan, herhangi bir anlamda kendini yaratıcıya dönüştürecek şekilde yüceltilebilir veya başkalaştırılabilir.”
“Tevhid, Tanrı’nın bütün tabiat âleminden ontolojik ayrılığı anlamına gelir.”
“İslam’ın en önemli özelliği, Allah ile mahlûkatı birbiriyle özdeşleştirmekten, şirkten uzak duruşudur.”
“İlahi birliğin manası, Allah’ın tek tanrı olduğu; yaratılanlar içinde hiçbir şeyin hiçbir şekilde O’na benzemediği ve O’nun gibi olmadığı, dolayısıyla mutlak olarak hiçbir şeyin O’na ortak koşulamayacağıdır.”
“İçeriği olmayan bir kapsayıcılığa sahip sistemlerle ilgili birçok örnek verilebilir. Spekülatif Hindu düşünür, ‘Om’ ifadesiyle güneşin altında ve üstünde yer alan her şeyi kasteder. Bizim sufiler de ‘Hû’ sözcüğüyle onlara uyarlar. Filozoflar için her şeyi tek bir formülle ifade etmek, ilginç bir oyundur. Acı gerçek ise böyle tek heceli anahtar bir terimle, insanların velilik seviyesindeki bir hayattan günah dolu bir hayata ve putperestliğe kayabildiğidir. Hem Hindû hem de sufî, söz konusu terimin hiçbir şekilde böyle bir sapmayı engelleyemeyeceğini bilir.”
Farukî’nin tevhid anlayışında, hurafenin hiçbir çeşidine yer loktur. Bilhassa cin terimi etrafında yoğunlaştırılmış batıl inanışları da bu bir tek kelime ile silip süpürmektedir. Şöyle demektedir:
Tevhid tabiatta değişmez doğa yasalarını koyan ezeli ve ebedi olan Allah’ın yanında herhangi bir etkin gücün mutlaka dışlanması anlamına gelir. Bu, tabiatta Allah’tan başka herhangi bir gücü kabul etmemek, reddetmektir. Herhangi bir sihrin, büyünün, ruhun, cinin ve herhangi bir fail tarafından tabiat süreçlerine keyfi müdahale gibi bir büyüsel anlayışın bertaraf edilmesidir. Her türlü hurafe, sihir veya büyü unsuru, onun failini ve ondan ‘yararlanan’ı şirke düşürür.
Farukî’nin anlayışında tevhid toplumsal düzen, ümmet ve siyasal düzen ilkesi anlamına gelmektedir. İslam hukukunun çok küçük bir kısmı dini merasimler, ibadet ve bireysel ahlakla ilgiliyken, büyük kısmı toplumsal düzenle ilgilidir. Tek bir düzen vardır, o da İslam’ın toplumsal düzenidir.
Farukî ‘ümmetsiz İslam olmaz’ der ve bunu şu şekilde temellendirir:
“Bir kişi, bireysel değerlerin yaşanması halinde erdemin en yüksek seviyesine ulaşılacağını, toplumun ise böyle bir tahakkuku engelleyeceğini veya ortadan kaldıracağını ileri sürebilir. Müslümanlar olarak cevabımız; bunların kesinlikle Hristiyanlığa ait iddialar ve yaklaşımlar olduğudur.”
Bireyci, münzevi, köşeye çekilmiş birinin veya bir rahibin sürdürdüğü tecrit hayatı son tahlilde değerler alanının güdükleşmesine varıp dayanır.
Ümmet yasa koyamaz, yasalar ilahidir, Allah’tan gelmiştir. İslam bir devlet olmadan ve onu idare edecek hukuki mahkemeler olmadan, asla mümkün olmaz.
Her beşeri çaba gibi Farukî’nin eseri de elbette kusurdan münezzeh değildir. Mesela yasak ağaçtan tadan kişinin ilk insan Adem olduğu; Adem’in cennetten yeryüzüne indirildiği anlamına gelen sözleri, onun adına belki biraz daha ihtimam isteyen incelikli meseleler olarak gözükmektedir. Çünkü “insanın cennetten yeryüzüne indiği” görüşü Kur’an’ın bu husustaki anlatımlarıyla pek bağdaşmamaktadır. Çünkü Kur’an, insanın zaten yeryüzünde yaratıldığını açıkça belirtmektedir. Yasak ağaçtan da Adem değil, Adem ve eşi birlikte tatmışlardır.
Bunun dışında, rivayetlerde geçen Îsa, Musâ gibi elçiler ya da Meryem gibi mümin şahsiyetlerin isimleri başına birer ‘Hz.’ ön eki eklemek, mütercimin bir tasarrufu mudur, yoksa yayıncının mı, bilmiyorum. Ama bu Hz. önekinin rivayetlerin metinlerinde bulunmadığını biliyorum. Bu eklenti her şeyden önce, bize intikal etmiş bir hadis/rivayet metnine küçük de olsa bir ilavedir ve buna hakkımız olmasa gerektir. Bu tutum, ister istemez acaba başka metinlere de böylesi müdahaleler yapılmakta mıdır sorusunu akla getirmektedir.
Yine tercümeyle ilgili olarak, ayet meallerinin, iktibas edildiği meal kitabına uyarlı olarak, mesela ayet metninde hiç olmayan “Ya Muhammed!” gibi bir hitap isminin konulması dikkat çekmektedir.
***
Sonuç olarak Farukî’nin Tevhid adlı kitabı, bir başucu eseri olarak ilgimizi beklemektedir. Bilhassa bu yaz mevsiminde ne yapsam, neyi okusam diye düşünen Müslümanlar için iyi bir okuma ve ders konusudur diye düşünüyorum. Bu bağlamda merhum Farukî’nin, her bir ‘âmil’in, seçeceği on kişiyle her Cuma akşamı evinde yemekli toplantılar düzenlemesi, yatsı namazını cemaatle kılmaları ve Kur’an ayetleriyle dersler yapmalarına ilişkin önerisi de (s. 169) belki ilgi uyandıracak bir program olabilir.