Buluşma noktasına gelmiştim. Arabamı yol kenarına park edip arkadaşımı beklemeye başladım. Aracımı park ettiğim yer çok işlek olmayan bir cadde kenarıydı. Caddenin bir tarafında arabamla ben vardım, diğer tarafında otobüs durağı… Durakta beklemekte olan beş altı yetişkin ile annelerine yaslanmış iki küçük çocuk vardı. İzlemeye başladım onları. Vaktim vardı nasıl olsa. Onlar otobüs bekliyordu ben, arkadaşımı.
Bir ara benim tarafımdan koşarak caddenin karşısına geçen bir adama dikkat kesildim. Duraktakiler de benimle beraber göz takibine aldılar koşan adamı. Elli yaşlarında gösteren, esnaf kıyafetli, tıraşlı zayıf adam bir yandan koşuyor, bir yandan da gömleğinin kol düğmelerini ilikliyordu. Durağın hemen arkasında olan caminin ezanı yeni bitmişti. Belli ki namaza yetişmeye çalışıyordu. Duraktaki yetişkinler saygılı bakışlarla bir süre adama baktılar ama sonra sakince önlerine döndüler. Yalnızca çocuklar izlediler, koşan adamı camiye girene kadar. “Karanlık yavaşça çökerken, yolcular otobüslerini, ben misafirimi beklerken ne hoş bir sahneydi” diye düşündüm. Yetişkin bir adamın koşarak çağrıya icabet etmesi ne güzeldi. Huzurla dolmuştum.
Huzurum yeni çökmüştü ki tüm bedenime, aynı sahnenin tekrarlanacağını düşünmeme sebep olan bir adam daha ortaya çıktı. Apartman girişinden hışımla çıktı ortaya. Caddeyi gözleriyle yokladı gelen giden araç var mı diye. Tehlikeli bir araç trafiği olmadığını gören yaklaşık kırk yaşlarında, molla kıyafetli, sarığı kocaman, yerden yüksek cübbesi bol kumaşlı, sakalı simsiyah, beyaz tenli, etine dolgun adam camiye doğru koşar adımlarla ilerlemeye başladı. İri cüsseli adamın yürüyüşünde bir heybet vardı. Hızla attığı adımların rüzgarıyla açılan cübbeyi elinin yanıyla kapatırken rol yapıyormuş gibiydi.
Duraktaki herkes yine izlemekteydi. Bu defa daha dikkatliydiler. Çünkü giyim kuşam, kıyafet, dini motifler içeriyordu. Ve bu kişi namaza gidiyordu. Duraktakiler kayıtsız gözle izliyorlardı. Ben ise açıklayamadığım bir gurur, tatlı bir huzur hissediyordum. Toplum içinde her şeye rağmen böyle insanların olması, karanlık çağımıza direnenlerin olduğunu gösteriyordu. Belki de bize dayatılan, adına batılı çağdaş yaşam denilen zoraki yaşama karşılık, alternatif dünya kurulabilirdi böyle insanlarla. Yeni nesiller belki de, temiz niyetlerden ve samimi amellerden etkileneceklerdi. Böyle güzel örnekler..
O anda hiç beklenmedik bir şey oldu. Düşüncelerim, hayallerim yarım kaldı. Allah’ın evine giden molla ağzını temizlemek istemişti belli ki. Başını öne eğerek ağzında biriktirdiği bir avuç tükürüğü yola adeta kustu. Cadde boyunu güzergâh edinmiş rüzgârın etkisiyle tükürük bir yay çizerek yere saçıldı. Bu hareketi yaparken molla tam da durağın önünden geçiyordu. Ve durakla molla arasında iki üç metre ancak vardı.
Molla namaza yetişmek için son bir gayretle kaldırımdan atladı. Küçük parkı geçip camiye girdi. Duraktakilere baktım. Kimseden ses çıkmıyordu. Ama yüzlerindeki tiksintinin tarifi yoktu. O kadar suçlandım ki arabanın içinde boynumu büktüm. Hayallerimin bile sesi kesildi.
Önüme eğildim. “Mollanın tükürüğü keşke kucağımda olsaydı da yere tükürmeseydi” diye düşündüm. Ama iş işten geçmişti. Zira tükürük yüzümüzde, sırtımızdaydı artık.
Mollanın inancı çok çirkindi. Bu inanç; bencil, terbiyesiz, korkutucuydu ve cahildi. Takipçileri de öyle yetişiyordu işte. Çirkin, cahil ve aptal..