Sıklıkla tekrar ettiğimiz ve sürekli de tekrar etmeye devam edeceğimiz bir hususu, burada da yeniden tekrar edeceğiz. O husus, 20. yüzyıl başlarındaki Müslümanlık Aleminin hal-i pürmelalinin 21. yüzyıl başlarında da aynı olduğu ve teferruat denecek yerlerine kadar benzerlik arz ettiğidir. Bu benzerlikler öyle bir dereceye kadar ileri gitmektedir ki, okuyana zaman – mekân kargaşası yaşatacak kadar şaşırtıcıdır.
Peki, neden sürekli aynı şeyi tekrar etme ihtiyacı duymaktayız? Malum olan şudur ki, Müslümanların tarih bilgisi ve tarihe bakışları, yaşadıkları zamana dair malumat devşirebilmek ve ibret verici hadiseleri değerlendirebilmek becerisinden ve mecalinden uzaktır. Müslümanlar, bugün yaşadıkları hadiselerin yakın tarihte de yaşandığını ve aynı hatalara düşüldüğünü itiraf etme cesaretine sahip değildir. Bunu söylemek çok iddialı bir ifade olarak görülmemeli. Zira her şey bütün aleniyetiyle ortadadır. Diğer bir amacımızda olup bitene dair – acizane – bir farkındalık oluşturmaya çalışmaktır.
- yüzyılın başlarında Abdülhamid’in baskıcı siyasetinden kurtulmak ve biraz olsun hürriyet ve refah ortamını temin etmek için İttihatçı tayfaya yaslanan Müslümanların, kısa zaman sonra uğradıkları sukut-u hayal ibret vericidir. Abdülhamid’den kurtulmuşlar fakat çok daha yaman ve amansız bir baskıya maruz kalmışlardır.
- yüzyılın başlarında baskıcı Kemalizm’den kurtulmak ve biraz olsun özgürlük ve refaha ermek isteyen Müslümanların muhafazakârların iktidarına yaslanmaları, Müslümanları, seleflerinin yaşadığı sukut-u hayale uğratmıştır. Tek adam rejimi Kemalizm gitmiş, fakat hiçbir şey Müslümanlık düşüncesinde olduğu gibi kalmayı başaramamıştır. Öyle ki, kadim değerler ve kavramların tamamı yerinden yurdundan olmuş, sabit denilecek değerler zamanın ruhuna göre entelektüel tayfa tarafından iktidarı meşrulaştıracak şekilde yeniden yorumlanmıştır.
- yüzyıl başlarında Abdülhamid’e karşı cephe almış ve laik seküler zihniyeti kavli ve fiili olarak amasız fakatsız desteklemiş olan Sıratı Müstakim – Sebilürreşad ekibi, kısa süre sonra nasıl bir hataya düştüklerini anlamış lakin atı alan Üsküdar’ı geçmiştir. Bu itirafı dile getiren belki onlarca belki de yüzlerce makale bulmak mümkündür. İşte bunlardan biri, Sebilürreşad’ın 23 Ocak 1919 tarihli 388. sayısında yer alan makaledir. Sebilürreşad “Neden Birleşemiyoruz?” diye sorar. Sonra sorunun cevabını kendisi verir.
“Birleşemiyoruz, çünkü milletin fertleri arasında en kavi en tabii ve müessir olan, birliğimizi sağlayacak İslamiyet zaafa uğramıştır.
Meşrutiyetin en büyük hatalarından, memlekete pompaladığı en vahim fenalıklardan biri İslamiyet inancında var olan, siyasetimiz ve içtimai hayatımız için bizi temeddün ve terakkiye mazhar kılacak yasaları hakkıyla takdir edememek oldu.
Ne kadar gariptir ki mutlakıyet devrinin sona ererek meşruti idare dediğimiz devrin gelmesiyle her şeyden ziyade muhtaç olduğumuz hürriyet-i siyasiye memlekette payidar olamamış fakat onun yerine dine karşı saygısızlık etme hürriyeti çok çabuk tesis ve devam etmiştir.”
Yukarıda zikrettiğimiz satırlara bugün yaşadığımız hadiseler göz önüne alındığında, itiraz edebileceğimiz bir yön bulabilir miyiz? Din-i İslam’ın ilahi bir din olarak Müslümanlar arasındaki kadri kıymeti nedir? Ve bu duruma nasıl gelinmiştir? Yukarıdaki satırlarda geçen meşrutiyet kavramının yerinde demokrasiyi, hürriyet kavramının yerine özgürlüğü koyduğumuzda ve özgürlüğün hangi alanlarda kendini daha bariz gösterdiğine bakarsak, nasıl bir kanaate sahip oluruz?
Uzun süre devam edegelen baskıcı rejimlerden birden bire kurtulanların nail oldukları özgürlük her daim suiistimal edilmeye açıktır. Bu hal dün öyle olduğu gibi bugünde böyledir. Baskıcı rejimlerden kurtulanların görece özgürlükler dairesinde gerek ritüelleriyle gerekse inancına dair sembolleriyle kendi varlığını ortaya koymaları cezbedici vasfa sahiptir. Fakat bu cazibenin çekim merkezi zaafları da beraberinde getiren ilginç bir karaktere bürünür. İşte Sebilürreşad da bu duruma işaret etmektedir.
“Uzun bir devre-i esaret ve baskıdan birdenbire kurtulanlar için nail oldukları hürriyeti suiistimal etmemek pek güçtür. Hele bizim gibi fikri terbiyesi pek noksan, siyasi akidesi henüz tebeyyün etmemiş milletler hürriyet-i idareyi elde ettikleri zaman mutlakıyet devresinden ziyade zarar görmeye mahkûmdurlar. Nitekim öyle de oldu. Meşrutiyet dediğimiz idareyi ihraz ettiğimiz dört sene zarfında memleket ve milletin maddeten ve manen duçar olduğu zararlar, otuz senelik idare-i sabıkanın mazarratından elbet kat be kat fazla ve fecii olmuştur.”
Peki, neden böyle olur? Daha iyiye ve daha güzele gitmesi gerekmez mi? Müslümanlar olarak “baskıcı rejimden kurtulduk, hürriyetimizi kazandık, çeşitli mevkii ve makamlar elde ettik” diyerek, elde edilenler Müslümanlık menfaatine faydalı hale getirilemez mi? İşte burası dün yaşanan ve bugünde yaşanmaya devam eden sıkıntılı sürecin en çetrefilli yeridir. Zira iktidar denen varlık, sağladığı hürriyeti – özgürlüğü, birilerinin işine yarasında diye değil, kendi beka sorununu çözmek için kullanmaktadır.
Aşağıda yer alan satırları daha dikkatli okuyalım.
“Vatanın mukadderatına vaziyet etmiş olan ittihat ve terakki hükümet kuvvetleri siyasi alandaki hürriyeti makul bir şekle dönüştürmeyi değil, mümkün mertebe sınırlandırmayı ve hatta büsbütün ilga etmek mesleğini ihtiyar eylediler. Bu suretle memleket meşrutiyet namı altında sadece bir istibdattan kurtulup diğer bir istibdada geçmiş oldu. Kendini tam bir hürriyet dairesinde idare edebilecek kabiliyeti haiz olmayan halk, ittihat terakkinin sınırlı ve hileli zihniyeti neticesi olarak meşrutiyetten istifade değil, hiç olmazsa hürriyete alışabilmek faydasını bile temin edemedi.”
Kanaatimizce yukarıdaki satırlarda yer alan ifadelerin bugünümüze yansıyan ilginç benzerlikleri bulunmakta. Siyasi alandaki rekabetin kalitesi, iktidarın yapıp etmek istedikleri, muhaliflerine karşı takındığı tavır demokratik rejimden beklenen demokratik hakları memleket insanına sağlamış olabilir mi? Günümüzde siyasi alanda yaşananlar, iktisadi ve içtimai sorunlar ittihat ve terakki zihniyetinin bir devamı olarak görülemez mi? Peki, ittihatçı zihniyet siyasette nasıl bir yol izlemişti?
Milleti baskıcı rejimden kurtarıp hürriyet ortamını sağlayacağı iddiasıyla, dönemin Müslümanlarının da desteklediği İttihatçı tayfa, iktidara gelir gelmez taraflı bir hürriyet ortamını politik manevralarla uygulamaya başladı. Uygulanmaya başlanan bu politik manevralar özellikle Müslüman memleketinde salyangoz satılması üzerine idi. Medreseleri geri iten, ulemayı itibarsızlaştıran, Müslüman neşriyata sürekli ayar vermeyen çalışan iktidar, Batılı yaşam tarzını pompalamak için elinden gelini yapmaktaydı. Kendi yandaş medyasıyla her türlü gayri meşru neşriyatı yapan ve özellikle kadın üzerinden toplumu dönüştürmeye çalışan iktidar, her kesime kendileri gibi konuşmaları gerektiği üzerine baskı uygulamaktaydı. Sağlanan hürriyet ortamı da daha çok gayri meşru hayat tarzını öne çıkarmaya çalışan kesime yaradı.
“İşte ittihat ve terakkinin her iki sahada bu yanlış siyaseti, idaresizliği yüzündendir ki memlekette hissiyat-ı İslamiye bilhassa meşrutiyet devresinde zayıflamış, hakiki bir fikir birliğini tesis edecek olan din kuvvetinin hüküm ve tesiri azaldıkça azalmıştır. Geçirmekte olduğumuz dahili buhranların, keşmekeşlerinde hemen en birinci sebebi de budur. Çünkü milletimizin diğer müterakki milletler gibi içtimai ve milli bir duruşu yok ve esasen de olamaz. Bizim için Din-i İslam en mükemmel siyasi ve içtimai bir kanun hükmüne sahiptir. Elimizde bulunan o kıymetli ve müessir vasıta-i tealiden istifade edememiş olduğumuzdan dolayı biz kabahati kendi beceriksizliğimize atıf edeceğimize, bilakis dinimizin mani-i terakki olduğu yolunda yanlış fikirlere düştük. Bu yanlış düşünce bilhassa meşrutiyet devresinde çok yükseldi.”
Meşrutiyetle birlikte millet Abdülhamid’den kurtulmuş, hürriyet gelmiştir. Lakin bu yeni düzen içinden çıkılamayacak başka sorunları da beraberinde getirmiştir. Bu sorun da değişen hayat şartlarına, dünyevileşmenin getirdiği yeni yaşam tarzına karşı, dinin yanlış anlaşıldığı ve yeniden yorumlanması gerektiği olarak ortaya çıktı. Yani Müslümanlar yeni hayat tarzını dinlerine uydurmaları gerekirken, dinlerini yeni hayat tarzlarına uydurmaya başladılar.
- yüzyılın başlarında böyle olduğu gibi, 21. yüzyılın başlarında muhafazakârların iktidarıyla, jakoben Kemalizm ve vesayet odakları bir dereceye kadar da olsa zayıflatılmış, görece özgürlükler sağlanmıştı. Fakat Müslüman cenahın hiç hesap edemediği başka bir zihniyet ve bu zihniyete dayalı yaşam tarzı ortaya çıktı. Bu zihniyetin inşası postmodernitenin hakikat telakkisi tarafından sağlanmış, yeni nesil Müslümanlar ve dindarlar zuhur etmiştir. Bu yeni nesli Müslümanlar sermayenin ve iktidarın kendilerine sağladığı dünyevi imkânların dayanılmaz cazibesi karşısında demokrat olmayı, Kemalist olmayı, dünyevi menfaatlerden dibine kadar faydalanmayı, dini bayramları kutlarken, devletin kurucu ideolojisine karşı saygılı olmayı caiz gördüler. Bu yeni durum içler acısı üzüntüyü de beraberinde getirdi.
Tabii bu konjonktürde muhalif bir kesim daha vardır. Bu muhalif kesim ise, olup biteni eleştirmekte, ikaz ve uyarılarını sürdürmektedir. Lakin bu muhalif kesim de içler acısı denecek durumdadır. Zira bu cenahta ortak bir hakikat telakkisinde bir araya gelememiş, her kesimin kendi doğrusu önlerinde duvar gibi yükselmektedir. Her bir araya gelme çabası daha çok bölünmeyi beraberinde getirmiş, tarihi süreçte yaşananlardan bu kesim de gerekli dersini alamamıştır. Bütün stratejisini savrulmalar üzerine kuran muhalif kesim, muhatabına yaptığı sert eleştirilerine rağmen, kendi mantığı içerisinde birlikteliği sağlayacak bilgiyi üretememiştir.
Süreli olarak yapılan salt siyaset eleştirisi – ki bu olmalıdır – zaman içerisinde anlamsızlaşmaya başlamış, öze dönük öz eleştiriler hayattan ve düşüncelerden elini eteğini çekmeye başlamıştır. Her kesimin aynı iddialara ileri sürmesi lakin buna rağmen birbirleriyle didişip durması Müslümanlık düşüncesinin kurucu etkisini zaafa uğrattığı gibi, Müslümanlara olan güven duygusunu da zedelemektedir. Aynı durumun yüz yıl öncede var olduğunu söylemek, yaşanan süreçte değişen hiçbir şeyin olmadığını görmemiz açısından anlamlıdır.
Tarih önümüzü aydınlatabilecek yaşanmışlardır eğer basiret sahibi isek.
Dün Müslümanların nasıl aldatılmaya meyyal olduğunu yine Müslümanların basiretsizliğinde
görebiliyoruz.
Abdulhamid’i müstebit diye suçlayan bu cenah ne yazık ki ittihatçıları kurtarıcı olarak görmeleri siyasi felsefelerinin yetersiz olduğunu gösteriyor.
El an aynı görüş, aynı siyaset, aynı itaat…
Zihnine bereket hocam, Allah razı olsun
Eyvallah kardeşim. Ne yazık ki öyle. Müslümanlar olarak tarihten ibret almayı ve tarihi doğru okumayı öğrenemedik.