وَلِلّٰهِ الْمَشْرِقُ وَالْمَغْرِبُ فَاَيْنَمَا تُوَلُّوا فَثَمَّ وَجْهُ اللّٰهِۜ اِنَّ اللّٰهَ وَاسِعٌ عَل۪يمٌ
﴿١١٥﴾
Doğu da Allah’ındır, batı da. Her nereye dönerseniz Allah’ın yüzü (kıblesi) orasıdır. Şüphesiz ki Allah, kuşatandır, bilendir. (2/115)
Günlük hayatta çokta farkında olmadan başımızı sağa sola çevirir dururuz, ince çizgilerin farkında olan zihinler, ufuklara ve hatta daha ötelere dalar gider. Sonunda gözler yorgun bitkin olarak geri döner. Bu hüzünlü bakışlar semavatın ve arzın tüm yönleri için geçerlidir. Yani yeryüzünde küçük bir nokta olan insan yaratıcı irade tarafından kuşatılmıştır. Farkında olmayan ve kendisini yeryüzünün gerçek sahibi olduğunu zanneden zavallı insan ise tefekkürden yoksun benmerkezci bir hayata sarılıp gününü gün etme peşindedir.
Bakara suresi 115. ayeti kerimeyi kendi bağlamından koparmadan tefekkür odaklı ve hatta kıble ayetleri ile beraber okuduğumuzda Allah’ın muradını daha doğru anlayabiliriz. Aksi halde bağlamından koparılan ayet/ayetler anlamından da kopmuş/koparılmış olur. Fakat mutlak doğru her zaman olduğu gibi burada da yine Allah’a aittir. “Doğu da Allah’ındır, batı da. Her nereye dönerseniz Allah’ın yüzü (kıblesi) orasıdır. Şüphesiz ki Allah, kuşatandır, bilendir.” (Bakara: 115)
Ayeti kerimeyi okuduğumuzda, bir tarafta kuşatılmış insanın düşünmesini isterken diğer tarafta da ehli kitaba ve müşriklere bir meydan okuma olduğunu ve onların beklentilerinin boşa çıkarıldığını söylemek mümkün. Müminler kendi mescitlerinde kıble olarak Kudüs’e yöneldiği bir dönemde ehli kitap zaten bir kibir içerisindeydi. Allah-u Teâlâ onların bu kibrini kırmak için tüm yönlerin Allah’a ait olduğunu ve insanın bu kuşatılmışlık içerisinde olduğunu vurgulayarak kıble değişiminin de ilk işaretlerini vermiş oluyordu.
Bakara suresi 144. ayetten 150. ayete kadar baktığımızda konumuz olan 115. ayetin ayak sesleri daha net hissediliyor. Kur’an’ın o nezih üslubu toplumsal bir psikolojik alt yapıyı 115. ayetle oluşturmak istiyor sanki. Bir tarafta Allah Rasulü ve müminlerin beklentisi diğer tarafta şirkte birleşmiş ehli kitap ve müşrikler. Yani herkesin bir yönü/kıblesi var dolayısı ile müminlerin yönelimi (kıblesi) hayra olmalıydı. Yani tevhit ve şirkin bir netlik kazanması ve safların daha bir belirgin hale gelmesi gerekiyordu. Allah biliyordu ki, herkes kendi meşrebine, tıynetine, kişiliğine göre bir iş/amel yapar.
Ehli kitap sanıyordu ki, müminler ilelebet Kudüs’e yönelecek. Ama Allah, müminleri, ehli kitabın çok diline doladığı ve Kâbe’yi oğlu İsmail’le inşa eden İbrahim’in kıblesine yöneltmek istiyordu. Bu aynı zamanda İbrahim üzerinden üstünlük taslamaya çalışan ehli kitabın bir anlamda hüzün sonuydu. Eğer gerçekten İbrahim’i (as) ataları olarak kabul ediyorlarsa müminlerle ortak bir noktada buluşmaları gerekiyordu. Çünkü Kur’an’ın, İslam’ın ve nübüvvetin dili bunu söylüyordu.
115. ayeti kerimeyi okuyan her müminin, açılan bu ufukla içi huzur bulur ve sanki evrenin genişliği gibi müminin yüreği de genişler. Her türlü daraltmalara, kısıtlamalara karşı yelken açan bir kelam, “doğuda Allah’ın batı da” ve hatta nereye dönerseniz dönün Allah’ın yüzü oradadır. Tüm yönlerin, tüm kapıların, tüm yolların Allah’a çıktığı bir hayatta yön kavgası yapmanın mantığı yok. Fakat ehli kitap ve müşrik zihniyet bunu anlayamadı veya anlamak istemedi. İnsanların Beytullah’a yönelmeleri aynı zamanda bir kimlik tanımlaması mahiyetindedir. Ki, herkes kendi kimliğini ortaya koysun, durduğu safın mahiyetini kavrasın ve vahiy merkezli bir ahlakî kişilik inşa etsin. Bu kişilik inşa edilmeden namazlardaki duruşumuz Kâbe’ye olsa bile sosyal hayattaki kıblemiz farklı olacaktır. Dolayısı ile asıl kıble yönden ziyade insanın durduğu, yöneldiği şeydir. Bu minvalde Allah insanı uyarmıştır, doğu da batı da Allah’a aittir, yeter ki siz kendinizin Allah’a ait olduğunuzu unutmayın ve sadece ona yönelin.