Diyanet İşleri Başkanlığı, Din Hizmetleri Genel Müdürlüğü’nce hazırlanıp, Türkiye’nin bütün camilerinde tamim ettirilen hutbelerinden sonuncusuyla, misyonuna bağlı olarak varlığını sürdürdüğünü bir kere daha göstermiştir. 12 Şubat 2016 Cuma günü camilerde okutulan hutbe, Kur’an İslam’ından korkunun yeni bir ifadesi olmuştur. ‘Hakikat’ mızraklarını çuvalda saklamanın imkanı ortadan kalktıkça, bu tür saldırılar daha da artacaktır.
Diyanetin hutbesine bakıldığında, hutbeyi hazırlayan kalemin yapmaya çalıştığı şey hakkında iki yorum yapılabilir. Bu kişi ya ustalıklı bir şekilde hakla batılı karıştırmakta ve batılı hak suretinde vermeye çalışmaktadır, ya da gerçekten, kalem oynattığı alanı bilmemekte ve bilmediği konu ve kavramları birbirine karıştırmak suretiyle, cami cemaatini yanlış yönlendirmekte; var olan yanlış kanaatleri körüklemektedir. Acaba hutbeyi yazan kalem ve ona onay veren ilgili merciler bir de, ‘vebal’ konusunda bir hutbe hazırlamak isterler mi ki? Benim kanaatim o ki, hutbeyi yazan kişi, bu konuları gerçekten bilmemekte ve çok ciddi bir vebalin altına girmektedir. Fakat hutbeyi yazanın bu hususları bilmiyor olması, bir bütün halinde Diyanet’in masum olduğu anlamına asla gelmez. Çünkü Diyanet’in misyonu, Kur’an İslam’ının üzerini örtmektir.
Diyanet hutbesinin birinci ve en büyük yanlışı, Allah’la Peygamber’i karşı karşıya getirir gibi bir dil kullanmasıdır. Daha doğrusu, Peygamber’i dışta tutan, Peygambersiz bir din tasavvur eden anlayışlarla, İslam’ın tek kaynağının Kur’an olduğu vurgusuyla, İslam’ı yeniden Kur’an’a döndürme çabası olarak özetlenebilecek ‘Kur’an İslamı’ tezini birbirine karıştırmasıdır.
Peygambersiz bir din tasavvur ediciler yoktur diyemeyiz. Bunlar her kim olursa olsun asla ve kat’a İslam’ın dostu olamazlar. Peygamberle bir sorunu olan kimsenin Müslümanlığı, bir iddiadan öte gidemez. Allah sevgisi ve Allah’a itaat, Peygamber sevgisi ve peygambere itaatten geçer. Peygamber sevgisi ve peygambere itaat ise, Peygamberin adına uydurulan rivayetlerle örülmüş bir PARALEL DİN’e teslim olmak demek değildir. Peygamber sevgisi, ‘Sakal-ı Şerif’ adı altında kandil günleri denilen hurafe günlerinde halkı bir tüpün içindeki üç tane tüyün önünde sıraya girdirip, büyük bir cûş u hurûşla seans düzenlemek değildir.
Peygamber sevgisi, kutlu doğum adı altında, Peygamber tüketiciliği yapmak babından törenlerle, peygamberin yaşadığı İslam’dan fersah fersah sapmaların üzerini örtmek, yani Peygamber’i ve getirdiği Din’i küfür etmek de değildir. Diyanet İşleri Başkanlığı (özelde Din Hizmetleri Genel Müdürlüğü), Peygamber’in savaş açtığı, faiz, sömürü, yalan-dolan, fuhuş, klasik veya modern putperestlik gibi yığınlarca fısk u fücûra söyleyecek bir çift söz bulamayıp, Kur’an’a Dönüş çabalarına dil uzatması, Peygamber dostluğu ile uzaktan yakından alakalı mıdır acaba?
Diyanet’in tavrı, kendisinin, yeni rejimin din bastonu olarak kurulduğu gerçeğini unutarak(!), İslamî uyanışa nizamat vermeye kalkışmaktan ibarettir. Hutbede söylendiği gibi, “Efendimize olan iman ve sadakatimiz”, öyle içi boş laflarla değil; gerçekten Rasulullah’ın imanı, tevhidî duruşu, ölümü göze alarak güttüğü siyaset, küfürle, nifakla ve zulümle zerre kadar olsun uzlaşmaması, fedakârlığı, ibadetleri, ahlak ve iffeti gibi yaşam alanlarında onun ilkelerine tabi olmakla mümkün olabilir. Slogan düzeyindeki sözlerle, herkes Muhammed (sav)’i ‘serverimiz’, rahmetimiz v.b. olarak kabul etmektedir. Önemli olan, Allah’ın Rasulü’nün yaşadığı Kur’an esaslı İslam’ı bugünkü çağa, İslam’ın esas dokusuna hiçbir zarar vermeden yeniden bir model olarak taşımak, camide hutbenizi dinleyen topluluklara, hiç çekinmeden ve hiçbir ilkesini gizlemeden, gerçek bir hayat nizamı olarak sunabilmektir. 80 milyonluk topluma, “beşerî meclislerin kotardığı hükümlerle değil, Rasulullah’ın Allah’tan alarak tatbik ettiği hükümlerle hükmedilmeye talip olmalısınız!” diyebilmektir! Aksi takdirde okuduğumuz hutbeler mürailikten öte hiçbir anlam ifade etmeyecektir.
Namaz kılmayı Allah’ın emrettiği ama namazın nasıl kılınacağını, rekâtlarını v.b. Rasulullah’ın öğrettiğinden hareketle, Kur’an’ın İslam’ın tek kaynağı olduğunu gölgeleme çabası artık bayatlamıştır. Bu çaba çocukları bile tatmin etmemektedir. Çünkü yukarıda değindiğimiz gibi, namazı Rasulullah (sav)’den öğrenmiş olmamız, bu Din’in Kur’an’la vaz edildiği gerçeğini değiştirmemektedir. Acaba Diyanet, namazı Allah emretti, Peygamberimiz uygulayarak bize gösterdi demekle, Peygamberimiz kendisini Kur’an’dan ayrı bir kaynak olarak gösterdi mi demek istemektedir? Peygamber, Kur’an hüküm vermekte ise, ben de hüküm veririm mi demek istemiştir? Allah bazı şeyleri helal kıldı ise ben de bazı şeyleri haram kılıyorum; yahut Allah bazı şeyleri haram kıldı, ben de bazı şeyleri helal kılıyorum mu demek istemiştir? Haşa! Bundan hem Allah’ı, hem elçisini tenzih ederiz. Allah ve Rasulü bu sapmadan beridir.
Allah Rasulü, Allah’ın buyruklarına muhalefet edemezdi, O’nun haram kıldığını helal, helal kıldığını haram kılamazdı. Rasulullah’ın helal ve haram kılması, Allah’ın helal kıldığını müminlere helal olarak duyurması/ilan etmesi, Allah’ın haram kıldığını da haram olarak duyurması/ilan etmesidir. Yoksa, Peygamber’in (sav), Allah’ın dışında, Allah’ın kıldığından başka haramlar ve helaller belirlemesi değildir. Aynı ayetlerde Allah’ın elçisinin, müminleri tezkiye ettiği (temizleyip, arındırdığı) bildirilir:
“Andolsun ki içlerinden, kendilerine Allah’ın ayetlerini okuyan, kendilerini arındıran, kendilerine Kitap ve hikmeti öğreten bir rasûl göndermekle Allah, müminlere büyük bir lütufta bulunmuştur. Hâlbuki daha önce onlar apaçık bir sapıklık içinde idiler.” (3/Âl-i İmran, 165).
Rasulullahın müminleri temizlemesi, tamamen kendi bilgi ve becerileri ile kendiliğinden ihdas ettiği ilke ve yöntemlerle, kendiliğinden aldığı kararlarla mı olmuştur? Yoksa, Allah’ın bir elçisi olarak ve Allah’ın kendisine bildirdiği ilim ve hikmetle, yine Allah’ın kendisine öğrettiği yol ve yöntemlerle mi olmuştur? Yani, müminleri arındıracak ilim ve hikmeti (vahyi) Allah indirdi, yol ve yöntemiyle birlikte bunu öğretti ve Rasûl de müminleri, içlerinden bir örnek olarak arındırdı, kendi gittiği yola davet etti. Allah vahyi indirir ama -haşa, tenzih ederiz- O, bir beşer kılığına girerek insanlar arasına inip, onlara örneklik etmez. Örnek, Elçi’dir.
Rasulullah’ın kendisi bizzat Allah’ın işaret buyurduğu üzere, kendisine Allah’ın bu lütfu vahiy ilka edilmezden önce ‘daall’ bir durumda idi (93/Duhâ, 7); iman nedir, kitap nedir bilmiyordu (42/Şura, 52. Ne bir kitap okumuş, ne de yazmıştı. (29/Ankebut, 48).
İşte hutbeyi hazırlayan kişinin ‘bilmiyor’ olduğunu iddia ettiğimiz konu budur.
Peygamber (a.s) Din’de teşri sahibi değildir. Teşrî hakkı sadece Allah’a aittir. Mülk Allah’ındır, Din de Allah’ındır, hüküm koyma yetkisi de tamamen Allah’ındır. Bir Din’in iki teşri mercii olamaz. Teşri mercii sadece Allah’tır, Peygamber ise o teşriyi uygulayandır. Peygamber (a.s) elbette sadece bir postacı gibi de değildir, ictihatları söz konusudur ama ictihatları hiçbir zaman onu teşri sahibi kılmaz.
Diyanet İşleri Başkanlığı, seksen milyona hitap etmenin verdiği dayanılmaz hafiflikle, Peygamber Allah’a rağmen hüküm koyuyormuş, Allah’ın yasakladıklarına rağmen bazı helaller ya da helal kıldıklarına bazı haramlar getirerek, Kur’an’ı tahsis ediyormuş gibi bir mesaj vermekten utanmalıdır.
Diyanet hutbesinde, “Resul-i Ekrem’in şerefli sözleri olmadan Kur’an anlaşılamaz ve yaşanamaz” gibi bir cümleyi ilim ve diyanet adına milyonlara üflemektedir. Oysa Rasûl-i Ekrem’in ‘şerefli sözleri’ denilen hadis koleksiyonu, ilk başta bu sözü söyleyenleri mahcup edecek nice rivayetlerle doludur. Bir sözün Rasulullah’a ait olduğu tespit ve tescil edilebilirse, onun ‘şerefli’ olduğunda hiçbir kuşku yoktur. Allah’ın şerefli elçisinden, şeref dışı bir söz asla sadır olmaz. Ama nice sözler var ki, bunları Allah Rasulünden tenzih etmek de bir şereftir.
Diyanet, “Resul-i Ekrem’in şerefli sözleri” derken aslında Rasullah’a aidiyeti kesin olan sözleri değil -ki öyle olsa hiçbir mü’minin bu sözlerle en küçük bir sorunu olmaz-, Kur’an’a aykırı bir akide belirlemiş olan kültürü kutsamaktadır.
Diyanet hutbesi, Allah Rasulü adına uydurulmuş bir sözden hareketle, “bize Kur’an yeter” söylemini mahkûm etmeye çalışıyor. Oysa bize Kur’an yeter diyen, öncelikle Rasulullah’ın kendisidir. Veda hutbesinde de biz müminlere tek kaynak: Allah’ın kitabını bıraktığını söylemiş, ona tutunduğumuz sürece dalalete düşmeyeceğimizi belirtmiştir. (Muslim, 15/Hac, 19, H. No: 1218, I/890; İbni Mâce, Sunen, 25/Menasik, 84/3074, II/1025; Hikmet Zeyveli, Kur’an ve Sünnet Üzerine Makaleler, s. 23).
Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer ve Hz. Aişe annemiz gibi sahabe de defalarca “bize Kur’an yeter” mealinde sözler söylemişlerdir. Mesela Hz. Ömer’in bir Sunen kitabı yazmayı düşündüğü ama daha sonra bundan vazgeçtiği bildirilmektedir. Gerekçesi ise şöyledir: “Size bir sunen kitabından bahsetmiştim. Sonradan düşündüm ki, sizden önceki ehli kitap, Kitabullah’tan başka kitaplar yazmışlar, o kitaplar üzerine düşerek Allah’ın kitabını terk etmişlerdir. Ben, yemin ederim ki Allah’ın kitabını hiçbir şeyle örtmem/gölgelemem.” (Talat Koçyiğit, İbni Abdil Berr’in, Camiu Beyanil İlm ve Fadlih adlı eserinden nakletmektedir; Hadis Tarihi, Ank-2012, s. 42 ve Hadislerin Toplanması ve Yazı ile Tespiti, Konya-2007, s. 53).
Yine Hz. Ömer’in, Peygamber hasta yatağında iken kalem-kâğıt getirin demesine olan muhalefeti ve “Yanımızda Kur’an vardır, o bize yeter” sözü bilinen bir rivayettir. (Talat Koçyiğit, Hadis Tarihi, 42).
Bir rivayete göre Karaza İbni Ka’b ve arkadaşları Irak’a gitmek için yola çıktıklarında Ömer onlara şu şekilde nasihatte bulunur:
“Siz öyle bir beldeye gidiyorsunuz ki, ahalisi arı uğultusu gibi Kur’an okur. Hadislerle onları meşgul etmeyiniz ve yollarını saptırmayınız. Kur’an’ı iyi okuyunuz ve Hz. Peygamber’den rivayeti azaltınız.” (Talat Koçyiğit, İbni Hıbban, İbni Hanbel ve Zehebî’den nakletmektedir; Hadis Tarihi, 42-43).
Talat Koçyiğit Ömer’in bu tutumunu şöyle özetlemektedir: Müslümanların en kuvvetlisi idi. Buna rağmen “Müslümanların Kur’an’dan başka şeyle meşgul olup, Kur’an’ı terk etmelerinden korkuyordu.” (Hadis tarihi, 42).
Bir keresinde Hz. Ebu Bekir’in insanları toplayarak onlara şöyle bir hutbe irad ettiği rivayet edilmektedir: “Siz Rasulullah (sav)’den birtakım Hadîsler rivayet ediyorsunuz. Rivayetlerinizde ihtilaf ettiğiniz de oluyor. Sizden sonra gelecek olanlar daha ziyade ihtilafa düşecekler. O halde Rasûl (a.s)’dan bir şey rivayet etmeyiniz. Şayet size muhtelefun-fîh bir şey soran olursa, aramızda Kitabullah var deyiniz. Kitabullah’ın helalini helal, haramını haram biliniz.” buyurdu. (Ahmed Naim, Tecrid Tercümesi, 1. Cilt, s. 54; Ahmet Keleş, Hadislerin Kur’an’a Arzı, 2. Bsk. İst-2003, s. 24).
Ben bu rivayetleri bilhassa, Diyanet’in, rivayetler arkasına sığınarak, Kur’an merkezli Din algısına saldırmasına, kendi yöntemiyle cevap verme babından yer veriyorum. Bu bahis, bu makalenin sınırlarına sığmayacak kadar çok geniş bir alandır.
Diyanet hutbesinde kaydedilen uydurma hadisin bir sürümü Mikdam ibni Ma’dikerib’den şu şekilde rivayet edilmektedir:
“Dikkat edin, bana bu Kitab ve onun bir misli daha verildi. Bilin ki, karnı tok bir adamın koltuğuna yaslanıp da, şöyle demesi yakındır: Size bu Kur’an gerekir. Onda haram bulduğunuzu haram kabul edin, helal bulduğunuzu helal kabul edin. Dikkat edin, size ehlî eşek (eti) helal değildir ve yırtıcı hayvanlardan köpek/azı dişi olanların tamamı helal değildir. …” (Ebu Davud, Sunen, 39/Sunne, 4604. Hadis, V/10-11).
Dikkat edilirse hadis, Rasulullah’a, “bana bu Kitab ve onun bir misli daha verildi” dedirterek başlamaktadır. Rasulullah’a, Kur’an’dan başka ve onun bir misli daha verildiğini iddia etmek ve buna inanmaya davet etmek, Peygamber sevgisi ile, Allah’a itaat, Peygambere itaat ve İslam’a titizlenmekle telif edilebilir mi? O zaman Şia’nın Kur’an dışında başka Mushaflar verildiği iddialarına ne demelidir?
Rasulullah’a Kur’an’dan başka bir şey verildiğini iddia etmek en hafif deyimiyle, İslam’ı bilmemektir.
Sonuç olarak, Peygambersiz bir İslam tasavvur etmek nasıl ki İslam’ı bitirmeyi hedefleyen bir proje ise, Peygamberi sanki Allah’ın ortağıymış gibi ya da sünneti Kur’an’dan başka, alternatif bir kaynakmış gibi sunmak da öylece İslam dışı bir yaklaşımdır.
Aslında birilerinin Kur’an’dan korkmasını yadırgamıyoruz. Kur’an gerçekten korkutucudur, rahatsız edicidir, uykuları kaçırıcıdır; ta ki kendisine kayıtsız şartsız teslim oluncaya kadar… Gelenekten devraldığımız akidevî/fıkhî tortuları atıp, vahyin berrak dünyasına kendimizi teslim edinceye kadar…
Diyanet teşkilatı ve bilumum ‘paralel din’ hissedarlarının telaşı, ayaklarının altındaki halının kaymasındandır. Kendilerini bugüne kadar bulunmaz hint kumaşı gibi tanıtan, molla sanılmaları için ağırdan alan adamların oluşturduğu, İslam’ın önündeki bütün bu engeller Kur’an’ın hayata önlenemez dönüşü ile yok olacaktır. Artık cami kürsüsünden, “kaale Rasulullah” diye başlayan her masalı dinlemeyecek kadar bilinç düzeyi gelişmiş bir topluluk oluşmaktadır.
Biz müminler Kur’an’la sünneti, Kur’an’la Rasulullah’ı asla ayrı ve gayrı düşünemeyiz. İmanımız Allah’a, Allah’ın, Rasulüne indirdiklerine, meleklerine, kitaplarına, rasullerine ve ahiret gününedir. Rasulullah Muhammed (sav) bizim tartışmasız örneğimizdir.