Doğrusu böylesine bir kafa konforuna, konformizmi aciz bırakacak düzeydeki bu ideolojik konfora hiç dokunmak istemezdim.
Bu son derece tatlı, anlatanı da dinleyenleri de mest edecek güzellikteki masalın ortasına “gerçeklik” diye bir itirazi şerh koymayı hiç arzu etmezdim.
İpek böceği misali nice emekler verilerek örülen ve gerçekliğe mutabık mı değil mi gözetilmeden içinde mutlu-mesut yaşanılan bu masalımlı kozayı, eleştirel bir değininin konusu yapmak istemezdim.
Hem bilirim ki, kitleler de çocuklar gibidir, gerçeklerden ziyade masallardan hoşlanırlar. Dolayısıyla da gerçeklerden söz edenleri değil, masal anlatanları severler.
Buna rağmen, tutup güzelim bir masalı gerçeklik adına teşhir masasına yatırmak, masalcının ve o masalla mest olan dinleyenlerinin o güzelim konforunu zedeleyerek “kötü adam” durumuna düşmek akıl kârı mıdır?
Aklın ve akıllılığın tanımına göre değişir tabi bu sorunun cevabı. Lakin mevcut geçerli tanımlara göre hiç de akıl kârı değildir.
Ortada anlatılan bir masal varsa, oturup masalın büyüsüne kendini kaptırmak ve onunla huzur bulmak yerine, gerçeklikten söz ederek huzur kaçırmanın âlemi var mıdır?
Suyun aktığı yöne kendini kaptırıp huzur içinde, masalsı duygular eşliğinde akıp gitmek varken, akıntıya karşı kulaç atmanın, hem kendini hem muhatapları yormanın lüzumu nedir?
Gördüğüm bir lüzum üzerine işte tam da bunu yapmaya karar verdim.
Anlatılan masalın ortasına dalıp, “Hayır arkadaş, benim bildiğim, masal çocuklara anlatılır. Siz alenen büyüklere masal anlatıyor, onları gerçeklikten uzaklaştırıyor, sâbiteleri ve o sâbiteler üzere nice mü’min şahsiyetin asırlardır sürdürdüğü gayretler, verdikleri emeklerle oluşturulan özgün ve bağımsız İslami algıyı bozuk para gibi harcıyorsunuz” demenin bir yükümlülük olduğuna kani oldum.
Bu vesileyle masalcılara ve masalı dinleyenlere verecek olduğum rahatsızlıktan dolayı şimdiden özür dilemiyorum!
Aksine, kendilerini gerçeklikten koparan bu fasîd masaldan uyandırma gayretinin, emr-i bil ma’ruf, nehy-i anil münker çerçevesinde İslami bir yükümlülük olması hasebiyle beni anlayışla karşılayacaklarını ve işin neticesinde hayır duada bulunacaklarını umuyorum.
Öncelikle bir tavzih… Hep söylerim, insanlık olarak önemli bir sorunumuz da isim ile müsemma arasında yaygın şekilde görülen tutarsızlıklardır. Devletlere verilen isimler ve taşıdıkları mahiyet (müsemma) üzerinden örneklendirecek olursak, dünya cumhursuz, cumhura rağmen “cumhuriyet”lerle, halka rağmen “halk yönetimleri”yle, İslam’sız “İslam cumhuriyetleri” ile doludur.
Özellikle son 10 yıllık süreçte, Kur’an’ın temel akidevi ilkelerinden olan¹ ruczdan/cahiliyeden hicret (ilkesel kopuş) tutum ve duruşunu terk ederek cahiliye düzeni içi politik rekabet süreçlerine aktif destekçi olarak katılan bir ekibin yayınladığı “Haksöz” dergisinin de, el’an işbu isim-müsemma uyumsuzluğunun bir örneği olarak orta yerde durduğunu belirtmemiz gerekir.
İşte bu derginin yazarlarından olan bir arkadaş, geçtiğimiz günlerde Diyanet Başkanı’nın eşcinsellik sapkınlığıyla ilgili hutbesi çerçevesinde laik-seküler azgın azınlıkça koparılmaya çalışılan kaba gürültüye dair bir makale kaleme aldı, derginin yanı sıra yazarlarından olduğu Yeni Akit gazetesinde.
“Diyanet Hangi Günahlarla, Ne Kadar Mücadele Edebilir?” başlıklı bu makale² , “Bakın Resmi İdeoloji’nin küfür ve şirk içeren sembol, söylem ve ritüelleri hakkında Diyanet’in ağzını bıçak açmıyor. Ulu Önder kültü ile ezilen bir toplumu itikadi ve iktisadi sapmalardan korumak için kim konuşacak?” şeklindeki haklı/doğru ifadeleri de hâvi olmakla birlikte, genel itibariyle gerçeklikten kopuk bir ideolojik konforun ürünü olarak masalımsı bir nitelik arz etmekteydi. Yayın organlarında “büyüklere masallar” diye bir kategori olsa, tam da o kategoriye layık bir makale!
Mesela “Diyanet İşleri’nin görevi Kur’anı Kerim ve Sünnet-i Seniyye’de beyan edilen hakikatleri uygun bir üslub ve hikmetle topluma taşımak gibi bir görevi var” diyor yazar arkadaş. (“Görevi” kelimesinin iki defa kullanılarak yapılan tashih hatası, yazının gerçeklikten kopuk masalımsı niteliği yanında devede kulak kaldığı için hiç mühim değil.)
Peki gerçek böyle mi? Gerçeği bizatihi Diyanet’i tanımlayıp mahiyet ve görevlerini belirleyen Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’ndan okuyalım:
“Genel idare içinde yer alan Diyanet İşleri Başkanlığı, lâiklik ilkesi doğrultusunda, bütün siyasî görüş ve düşünüşlerin dışında kalarak ve milletçe dayanışma ve bütünleşmeyi amaç edinerek, özel kanununda gösterilen görevleri yerine getirir.” (136. Madde)
Gördünüz mü, çöpe gitti güzelim masal! Oysa masalı anlatan da, dinleyenler de ne kadar sevmişti bu büyüklere masal anlatısını!
Meğerse, mesele masalda anlatıldığı gibi değilmiş, Diyanet’in asıl görevi lâiklik ilkesi doğrultusunda din hizmeti vermekmiş!
Gerçekten merak ediyorum, söz konusu yazar arkadaş laik-kemalist düzenin Diyanet’e onca devasa bütçeyi, Kur’an ve onun hayata aktarılmış hali olan Sünnet’te yer alan hakikatleri topluma taşıması için tahsis ettiğine kendisini inandırmış mı, yoksa “Şunun şurasında masal anlatıyoruz, masalın gerçekliğe uygunluk arz etmesi gibi bir zorunluluk yoktur” mantığıyla mı yazmış bu satırları?
Yine mesela “Evet hiçbir günaha, harama cevaz verilmiyor, hiçbir cürüm için kapı aralanmıyor” iddiasında bulunuyor arkadaş. Peki gerçek böyle mi?
En son “Toki faizi” örneğinde olduğu üzere “genel idarenin” İslam’ın ölçülerine aykırı çeşitli icraatlarını meşrulaştıracak fetvaları bir tarafa, Diyanet’in yayın organlarını, dergisini, her camide asılı olan takvimini hiç görmedi mi bu arkadaş?
O yayınlarda resmi ideoloji ve kurucusunun, üstelik Allah’ın dini adına nasıl taltif edildiğini ya bilmiyor, ya da bildiği halde masalına zeval gelmesin diye yok saymayı tercih ediyor.
Evet, o güzelim masalı bölmek, o muhteşem ideolojik konfora rahatsızlık vermek istemezdim. Fakat Müslümanların alenen, gündüz vakti uyumasına ve uyutulmasına gönlüm elvermedi işte.
Bu arkadaşların da şunun şurasında son 10 yıl öncesine kadar kalplerinden ve dillerinden düşürmediği “cahiliyeden ayrışma” ilkesi, cahiliyenin tüm değer yargıları ve bu değer yargılar üzere bina olunan tüm kurumlarından ilkesel/akidevi teberriyi içeren, ifade eden bir ilkedir, malum olduğu üzere.
Şimdilerde ise aynı arkadaşların, kuruluş gayesi ve işlevselliği açısından cahiliyenin en önemli kurumlarından birini gerçeklikten kopuk tanımlamalarla İslami açıdan nasıl da taltif edip meşrulaştırılmaya çalıştığını görmek, câmiada son dönemde yaşanan akidevi erozyonun boyutlarını anlamak açından ibretliktir.
Bu masalın geniş kesimlerin ulaşabileceği yaygınlıkta anlatıma girdiği gün, ben karınca kararınca konuyla ilgili yaklaşımımı şöyle ifade etmiştim, paylaşım sitesindeki sayfamda:
Sâbite olarak; Laik düzenin Allah’ın dini üzerindeki vesayetini temsil ve icra eden Diyanet’e ve dolayısıyla bu kurumun yöneticilerine temelden/akidevi olarak karşıyız. Bu akidevi tutumumuzu da hiçbir konjonktürel gelişme değiştiremez.
Güncel olarak ise; Diyanet Başkanı’nın cinsel sapkınlıklar konusundaki açıklamalarını destekliyor, bu açıklamalara karşı linç kampanyası başlatan sapkın kesimleri lânetliyoruz.
Tabi maalesef bugün insanımızın algısını, sâbitelerde ısrarcı/sebatkâr olmaya gayret eden bizler değil de, gerçekliklerden koparak masalımsı dünyalarda yaşayan bu gibi arkadaşların ellerindeki medya imkânlarıyla daha yaygın olarak etkilediğini, belirlediğini söylememiz gerekiyor.
¹ Bkz: Müddessir, 74/4-5, Müzzemmil, 73/10 vb
² https://www.haksozhaber.net/diyanet-hangi-gunahlarla-ne-kadar-mucadele-edebilir-33562yy.htm
Yazınızdan anladığım kadarıyla sizler yumuşak bir geçiş sürecine karşısınız ya da geçiş sürecinin yumuşaklıkla gerçekleşemeyeceğini hatta eldeki bulgurdan da olunacağı tedirginliğini yaşıyorsunuz, sanki biraz ya hep ya hiç mantığı taşıyorsunuz. yani bir insan ya hep iyidir ya da hep kötüdür mantığı gibi! halbuki insan ne melektir(günahsız) ne de tam anlamıyla şeytandır(hep günahkar). Bunun muhasebesini elbette sizlere bırakıyorum.
-Siz sert bir geçiş sürecini ya da hemen bir an önce olsun eğer öyle olmazsa o halde ben de sizinle oynamıyorum diye yıllarca diretenlerdensiniz. halbuki sert bir geçiş sürecinin olamayacağını bilmeniz gerekmiyor muydu? İslam ve diğer semavi dinler yeryüzüne iner inmez tüm insanlık tarafından hemen kabul edilmiş miydi, mesela Hz. Musa ve Hz. Yusuf a.s. lar Firavunların saraylarında büyümemişler miydi? Fazla sözü uzatmayacağım ne demek istediğimi çok iyi anladığınızı düşünüyorum. İsteseniz ya da biraz muhakeme yeteneğinizi geliştirseniz ümmete çok daha faydalı biri olacaksınız inşaallah. Birbirimizle bu kadar çok uğraşmayalım lütfen, hayat çok kısa. Bazen gerektiğinde beynimizin sol lopunu da çalıştıralım. Selam ve dua ile.. Bu arada Haksöz-Özgür-der üyesi değilim ama genel çerçevede beğendiğim bir camia-cemiyet-cemaattir. Zaman buldukça Venhar Haberi de takip ediyor ve sizlerden de genel anlamda memnunum. Düşman istiyorsak, sataşacak birileri istiyorsak, birilerinin açığını bulmak istiyorsak İslama düşman ve ümmetin içine sızan 10 larca 100 lerce ajan cemaat, tarikat, örgüt var piyasada. Onları teşhir etmek, ahaliye tanıtmak en önemli görevlerimiz olması gerekir. Bakınız fetöye müslümanların insan kaynağına en ağır darbeyi vuran bir örgüt oldu hem de bunu İslamı ve müslüman ahaliyi kullanarak yaptılar. İşte asıl mücadelemiz bunlar olmalıdır..
Zazahan adıyla yazan arkadaş, öncelikle Bayramımız mübarek olsun. “Muhakeme yeteneği”, “beynin sol tarafı” gibi şahsıma yönelik iltifatalrınızı (!) bir tarafa bırakarak birkaç kelam etmek istiyorum. Öncelikle şunu anlamanız gerekir; geçiş süreci, yani merhale bir dünya görüşünün ve o dünya görüşüne dayalı sosyal-siyasal düzenin kendi iç işleyişiyle, uygulama süreciyle ilgilidir. Akidevi düzlemde cahiliyenin kesin reddi ve İslam’ın bütüncül bir hayat nizamı olarak kabulü konusunda bir geçiş süreci, merhale yoktur. Kur’an’ın ilk bölümleri arasında bulunan Müddssir 5. ayette ve Müzzemmil 10. ayette cahiliyeden ve temsilcisi cahili düzenden akidevi hicretten söz edilmesi de bunu açık olarak gösterir.
Biz, dilimizin ve tarzımızın kavl-i leyyin üzere olmasını savunan insanlarız, Kur’an’ın beyanları gereği, fakat dinimizi, ilkelerimizi yumuşatmayı asla kabullenmiyoruz, yine Kur’an’ın beyanları gereği. Yani sizin “sert geçiş” dediğiniz konu, bizatihi Rasullerin (a.s.) üzerinde bulunduğu, pratize ettiği akidevi netlik halidir. Usulde, tarzda, davette sertlik değil, ilkelerde ve bâtıla ve onun toplumsal-siyasal işleyişine karşı netlik.
Musa (a.s.) da, Yusuf (a.s.) da hiçbir şekilde bâtılla ve bâtılın temsilcisi düzenlerle uzlaşmamış, aksine net bir akidevi reddiye ile sizin deyiminizle sert, benim deyimimle net bir geçiş süreci yaşamışlardır. (Bkz: Yusuf sûresi 39-40)
H.Söz – Özgür-Der çevresi, geçmişte benim de birlikte çalıştığım bir çevreydi, ta ki 2010 yılı anayasa referandumunda cahili anayasanın revizyonuna aktif destek vererek, “cahiliyeden akidevi ayrışma” ilkesini açıkça ihlal etmelerine kadar.
Bizler, bu çevreye yönelik zaman zaman emri bil maruf sorumluluğumuz gereği, daha önce birlikte savunduğumuz tevhidi ilkelere rücu etmeleri yönünde hatırlatmada bulunmayı İslam’ın bize kazandırdığı merhametin bir gereği olarak görüyoruz.
Bu çevrenin yıllarca savunduğu “cahiliyeden ilkesel ayrışma” Kur’ani ölçüsünden, 2010 yılı itibariyle rücu ederek cahiliye düzeni politik süreçlerine aktif ddestekçi durumuna düştüğünü ve cahiliye düzeni bünyesinde merhale anlayışıyla hakla bâtılın birbirine bulandırıldığı işleyişe ortaklık etmeye başladığını göremiyor musunuz?