Siyonist işgal rejimine dair başta nükleer silahları olmak üzere, herkesçe bilinen ve fakat bilinmezden gelinen önemli bilgilerin söz konusu edildiği İsrael Shahak imzalı “Açık Sırlar” adlı bir kitap var. “Açık” ve “sır” gibi birbirine tamamen zıt iki kavramla bir isim tamlaması teşkil edilmesi garip olsa da, yaşanan gerçekliği daha anlamlı şekilde ifade etmek mümkün olmazdı herhalde.
Gerçi, Yüce Rabbimizin “mubîn/apaçık” olarak nitelendirdiği Kitab-ı Keriminde de “sır” arayanlar, Kitab-ı Kerim’in “esrarı”ndan söz edip bu mahiyette kitaplar yazanlar da tarih boyunca eksik olmamıştır ya, bu ayrı bir mevzu…
Dünya istikbarının koruması altındaki siyonist rejimin “açık sırları”na benzer bir durum, yaşadığımız coğrafyadaki hâkim rejimin Allah’ın dini karşısındaki durumu konusunda da yaşanıyor. Apaçık olan ve herkesin bildiği bir hakikat, bilinmezden geliniyor, üstü örtülmeye çalışılıyor.
Mevcut rejimin, Allah’ın dinine teslim olmak yerine onu teslim almaya çalışan laik karakteri, İslam’ın mevcut işleyişte hâkim değil mahkûm konumda oluşu apaçık ortada iken, Diyanet gibi “Dine göre devlet değil, devlete göre din” projesinin eseri kurumların varlığı üzerinden bu gerçeği perdelemeye çalışanlar olduğu gibi (özellikle de sistemin sağ kanadı on yıllardır bunu yapıyor), gördüğü apaçık gerçeği görmezden gelenler de büyük bir yekun oluşturuyor.
Aslına bakarsanız az çok İslam’dan ve yaşadığı şartlardan haberdar olan herkes, mevcut rejimin gayri İslami karakterinin farkında. Zaten rejim de bu gerçeği çok saklıyor değil! Hem yasal hem de pratik alanda laik karakterini olanca açıklığıyla deklare etmiş ve her daim etmekte.
Siyaset, ekonomi ve yargı gibi makro egemenlik alanlarındaki yasalar ve bu yasalara dayalı uygulamalar da, toplumsal işleyişle ilgili mikro egemenlik alanlarına dair yasalar ve onlara dayalı uygulamalar da vahye değil, insan hevasını esas alan laikliğe dayalı.
Bu toplumda yaşayan insanlar olarak her an ve alanda rejimin gayri İslami karakterine muhatap oluyor, sürekli bu durumun tanıklığını yapıyoruz. Geçtiğimiz ay içerisinde bir kere daha tartışmaya açılan “dinî nikâh” – “resmî nikâh” ikilemi, bu açıdan üzerinde durulmaya ve gündem edilmeye değer bir konudur.
Özellikle de mevcut rejimin “din kurumu” Diyanet İşleri Başkanlığı’nın bu tartışmaya katılmış ve “resmî nikâh yapılmadan dinî nikâh kıyılmaması gerektiği” yönünde açıklamalar yapmış olması, bunun yanı sıra Tarsus Müftülüğü’nün “Resmî nikâh kıyılmadan dinî nikâh kıyılmayacağı” yönündeki kararı, yaşadığımız coğrafyada “resmî” olanla “dinî” olan arasında var olan derin çelişkinin rejimin “din kurumu”nca da kabul ve itiraf edilmesinden başka bir şey değildir.
Oysa Diyanet İşleri Bakanı ve müftüler dahil herkes bilir ki, nikâh nikâhtır. Resmîsi, dinîsi diye bir ayrım yoktur, olmamalıdır. İslami olan ve İslami olmayan vardır. İslam’ın helal-haram sınırları ve evliliğe dair şartları gözetilerek açık-şeffaf olarak şahitler huzurunda yapılan nikâh akdi İslami, bu sınır ve şartları gözetmeyen bir nikâh akdi ise İslam dışıdır.
Bunun dışında nikâhta resmî olan veya olmayan diye bir ayrım söz konusu değildir. Dahası, nikâh akdi taraflara karşılıklı hak ve sorumluluklar doğurduğu için, bu akdin bağlayıcılık ve yaptırıma sahip olabilmesi için “resmî” niteliğe haiz olması, meşru bir otoritenin gözetim ve denetimine tâbi olması icap eder. Bugünkü “resmî” – “dinî” ikilemi işte tam da bu “meşruluk” meselesinde ortaya çıkış bulunmaktadır.
Mevcut rejimin İslami açıdan bir meşruiyete sahip olmaması sebebiyle, onun gözetim ve denetiminde kıyılan nikâh da İslami açıdan meşru kabul edilmemekte, bu meşruiyeti sağlamak için bir de “dinî nikâh”a ihtiyaç duyulmaktadır.
“Dinî nikâh”ın ise, arkasında bir otorite bulunmaması sebebiyle bir bağlayıcılığa ve yaptırıma sahip olmaması sebebiyle, yanı sıra bunu sağlayacak resmî nikâha ihtiyaç duyulmaktadır. Kısacası birisinde İslami açıdan meşruiyet sorunu, diğerinde ise pratik açısından güvence ve bağlayıcılık sorunu söz konusu olmaktadır. Bu sebeple insanlar meşruiyeti “dinî nikâh”la sağlarken, bağlayıcılık ve güvence sorununu “resmî nikâh”la sağlama yoluna gitmektedirler ve böylece ortaya iki tür nikâh çıkmaktadır.
İşbu “dinî nikâh” – “resmî nikâh” ikilemi, Diyanet kurumunun da, toplumun da mevcut rejimi İslami açıdan meşru görmediğinin pratik bir kanıtı durumunda. Zira şayet rejim İslami açıdan meşru kabul edilseydi onun gözetim ve denetiminde kıyılan nikâh, nikâh olarak kabul edilecek ve ayrıca “dinî nikâh” kıyılması gibi bir ihtiyaç hissedilmeyecekti.
Hal bu iken, Diyanet kurumu; bu din, akıl, mantık dışı durumu ve bu durum üzerinden bizatihi kendisinin bile İslami açıdan meşru kabul etmediği bir otoritenin (İslami açıdan meşru kabul etseydi, memurları aracılığıyla yaptığı evlilik akitlerini de İslami açıdan meşru ve dolayısıyla yeterli kabul etmesi gerekirdi), “din kurumu” olma şeklindeki kendi konumunu sorgulamak yerine, “resmî nikâh olmadan dinî nikâh kıyılmamalı” şeklinde ucûbe yaklaşımları tekrarlamakla yetiniyor.
“Resmî nikâh olmadan dinî nikâh kıyılmamalı” şeklindeki yaklaşımı anlamak zor değil. Zira aksi durum ciddi mağduriyetlere yol açıyor. “Dinî nikâh” meşru olanı temsil etse de, arkasında bir otorite yok, dolayısıyla bir yaptırıma sahip değil.
Bu pratik gerçek üzerinden, İslam’ın, onu kendisine temel referans olarak kabul etmiş olan bir siyasi otorite olmadan tüm boyutlarıyla yaşanamayacağı, gücü-otoritesi olmayan bir hakkın, gaye ve hedeflerini yerine getiremeyeceği gerçeği kavranıp dillendirileceği yerde, “resmî” – “dinî” ucube ikilemi ile laikliğe meşruiyet alanı açılıyor, insan hevasını esas alan laikliğin hâkim, Âlemlerin Rabbi’nin hükümlerini esas alan İslam’ın ise mahkûm olması durumu sıradanlaştırılıyor.