Edebiyat, “Duygu, düşünce ve hayallerin etkili bir şekilde anlatılmasıdır.” diye tanımlanır ama ben “anlatılmasıdır” yerine “yaşatılmasıdır”ı tercih ederim. Kendi hayatınızda yaşamadığınız ya da yaşadığınız hâlde farkına varmadığınız duygu düşünce ve hayalleri yaşar ve zenginleşirsiniz. Kendi hayatınızla, kendi mekânınızla, kendi zamanınızla, kendi cinsiyetinizle hatta kendi türünüzle sınırlı kalmaz; ötekileri de yaşarsınız. Binlerce yıl yaşamış gibi zenginleşir ve daha da insanlaşırsınız; doktorsanız hastayı, hastaysanız doktoru; erkekseniz kadını, kadınsanız erkeği… daha iyi anlarsınız.
“Döndü gözlerinde bulgur bulgur yaş,
Sandım canevime döktüler ataş.
Sordum: “Memleketin neresi gardaş?”
“Köy.” dedi, yutkundu, eğdi başını.
dörtlüğüyle köyden gelip devlet dairelerinde itilip kakılan sizsiniz. Akif Paşa’nın:
“Feleğin kinesi yerin buldu mu?
Gül yaanağın, rengi-i ruyun soldu mu?
Acaba çürüdü, topprak oldu mu
Öpüp okşadığım o pamuk eller?
dörtlüğündeki vefaat eden yavru, artık sadece Akif Paşa’nın değil; sizin de torununuz. Avşarların, Yemen şehidi “Memmet” için söylediği:
Yerden yanı uldu m’ola?
Günden yanı soldu m’ola?
Memmet’in ala gözüne
Karıncalar doldu m’ola?
ağıtında, bugün o acıyı sadece Avşarlar mı yaşıyor, dersiniz? “Çanakkale Mahşeri”nde Çanakkale Savaşı’na katılırsınız, “Gökçek Ölmemiş”te Sarıkamış faciasının Zamantı Havzası’na düşürdüğü ateşin içindesiniz. “Acımak” romanındaki vefasızlığa uğrayan baba sizsiniz.
Ya din? Prof. Dr. Ömer Özsoy’un ve Prof Dr. İlhami Güler’in birlikte hazırladıkları “Konularına Göre Kuran” kitabında din şöyle tanımlanmış: “Din, en geniş anlamıyla dünya görüşüdür. Ferdin hayatını anlamlandıran, ona meşruiyet kazandıran bilgi ve inanç sistemidir.” Mevdudi de “Kuran’a Göre Dört Terim” isimli eserinde “din” kelimesinin dört unsurdan meydana gelen ve en mükemmel nizamı ifade için kullanılan bir terim olduğuna dikkat çeker ki bu dört unsur şunlardır:
1.Yüce hâkimiyet,
2.Bu hâkimiyete itaat,
3.Bu hâkimiyetin otoritesi altında meydana gelen fikrî ve amelî nizam,
4.Bu yüce egemenliğin verdiği mükâfat ya da ceza.”
Nasıl tanımlanırsa tanımlansın gerçek dinin ekseninde tevhit algısı vardır ve sadece itikat değil ameller de bu eksene bağlıdır. Bütün rasuller, “Lâ ilahe illallah”la başlamışlar, zaman içerisinde oluşan sahte ilahları, ilah muavinlerini, aracıları/ tefecileri ellerinin tersiyle itmişlerdir. Hiçbir toplumun Allah’ı reddetmediği; ancak ulûhiyette, özellikle de rububiyette ve mülukiyette yardımcı ilahçıklar uydurdukları, Kuran’ın ifadesiyle de sabittir. Ne hazindir ki putçuluk ya da şirk anlayışı tarihin belli dönemine mahsus bir olguymuş gibi bugünkü Müslümanlar “Lat, Menat, Uzza, Hübel” gibi tarihin derinliklerinde kalan şeriklere şiddetle karşı çıkarken kendi çağlarındaki şeriklere sımsıkı sarılmakta ve din algısını bu şeriklerin hâkimiyeti altında kurmaktadırlar.Markalar, şarap gibi yıllandıkça dokunulmazlık kazanan hazretler, siyasî liderler, uydurulmuş sözler, muhtelif felsefelerden ya da muharref dinlerden sokulan ilkeler, hikâyeler, ibadetler…
Din, tevhit algısını doğru kurabilenlerin bütün hayatını kuşattığına/ kuşatacağına göre edebiyat da dinden ayrı düşünülemez. Bir edebiyat terimi olarak “lâ dinî”, din karşıtı değil, konusu dinî olmayan anlamında kullanılmıştır. Ancak yazarın inandığı emir ve yasaklar külliyesi, yazdığı esere nasıl yansımaz? “Evreni bir yaratanın olduğuna inanmayan insanlar ne olacak?” derseniz, onlar da doğa’nın bir sebep sonuç zinciri içinde var olduğuna inanır ve bir bakıma bu inanç sistemi onun da dinidir. Adını kullanmamakta inat etse de bir “sünnetullah”ın varlığını kabul eder. Edebiyata, Yaratıcı’ya inananların inancınının yansıdığı gibi, inanmayanın(?) inanmadığı da yansır.
Allah’ın dinini kabul etmeyen ya da bu dine inanmayanların küçük bir azınlığı, bu görüşlerini açıkça ifade edebilme dürüstlüğünü gösterebilmişlerdir. Bunlardan erki ele geçirenler, Allah’ın dinini, açıkça inkâr yerine kendi çıkarları istikametinde tahrif hatta kurdukları dinle tebdil etmişler ve böylece adını değiştirmeden ama yeni dinler kurmuşlardır. Bu bağlamda da edebiyat(?) önemli bir araçtır.
Biz vahyin penceresinden bakarsak söylediğiniz ve yazdığınız şeyler için de helal ve haram ve geniş bir mübah sahası vardır. İnanan insan, bu geniş saha içinde gezinebilir ama edebiyatı harama alet etmez/ edemez.
En geniş anlamıyla iktidar sahiplerinin, liderlerin, şeyhlerin ilahlaştırılması sadece Mustafa Kemal dönemine mahsus gibi hep orada yoğunlaşılır ama daha evvel de bahsedildiği gibi, gezegenlerin, belli günlerin, türbelerin, tabiat olaylarının ve varlıklarının, özellikle de insanların ilahlaştırılması belli bir döneme mahsus değildir. Biz de örneğimizi sadece o dönemle sınırlı tutmayacağız ama Behçet Kemal Çağlar’ın Atatürk için yazdığı şu şiirine bakar mısınız?
“Kaç yıldır Türkçeydi Tanrı’nın dili.
İnsana ne ilah ne de sevgili.
Ne de ana baba aratıyordu.
Her an yaratıyor, yaratıyordu.
Behçet Kemal “Çağlar” da Edip Ayel çağlamaz mı?
“…
Cennetse bu yurt, sen onu buldundu harabe.
Bir gün olacaktır anıtın Türklük’e kâbe.
Zindan kesilen ruhlara bir nur gibi doldun,
Türk ırkının en son ulu peygamberi oldun.
Tutsak seni layık yüce Tanrı’yla müsavi,
Toprak olamaz kalp doğabilmişse semavi.
Ölmez, bize cennetlerin ufkundan inen ses,
İnsanlar ölür, Türklük’e Allah olan ölmez.
Bugün ne Edip Ayel ne de Mustafa Kemal var ama bugün de yanılabileceği, kulluğu kabul edilmeyen liderler ve hazretler yok mu? Hatta “Müslümanım elhamdülillah!” diyenlerin dillerinden düşmeyen:
Seninle cehennem ödüldür bana,
Sensiz cennet bile sürgün sayılır.”
İfadesi çok mu masum?
Daha önce de ifade ettiğimiz gibi bir kesim, “elfazı- küfrün” ve insanın ilahlaştırılması edebiyatının sadece Kemalizm’e mahsus olduğunu savunadursun, bizim “hazret edebiyatından” da örneklerimiz olacak.
Rasullerin, “Lâ ilahe illallah.”ına elin “panteizm”ini boyayarak “La mevcude illallah.” diye karşı çıkanlar çok mu masum?
Hallacı Mansur: “Enel Hak.” diyecek; avukatları: “Yok canım, o “Enel Hak.” derken “Enel Hak.” demek istemedi, siz anlamadınız.” diyecekler. Seyyid Nesimî de bizim gibi yanlış anlamış (!) olacak ki:
“Mansur “Enel Hak.” dedi,
Mansur demedi, Hak dedi.”
diyor.
Tasavvuf, tutarsız bir felsefe; demiyorum. Marksizm de kendi içinde tutarlı bir felsefe. Ancak felsefeleri, izmleri cebren ve hile ile “İslam” diye yutturmaya çalışmak, dürüstlük de değildir. Vahdet-i vücut ve tecelli doğru anlaşılırsa Hallac-ı Mansur’un sözünün Tasavvuf felsefesi için ne kadar tutarlı olduğu görülür.
Şimdi “hazret edebiyatından” bir örnek daha alalım:
…
Kıldan köprü yaratmışsın
Gelsin kulum geçsün deyü.
Hele biz şöyle duralım,
Dileyen inkâr eder, dileyen kabul eder ama “Din olarak İslam’ı seçtim.” diyen hiç kimsenin ne kadar meşhur olursa olsun, ne kadar eski olursa olsun yeni din kurma, günah işleme ya da haramları hafife alma hakkı yoktur.
Edebiyat doğru, iyi ve güzel anlatma sanatıdır, Müslüman’ın da doğruyu, iyiyi ve güzeli anlatma gibi, günümüzün şeriklerini de ellerinin tersiyle itme gibi bir mükellefiyetinin olduğu unutulmadan…