Her devrim bir isyan ve başkaldırıdır içerideki ve onu besleyen dışarıdaki çürümüş statüko güçlerine karşı. Her devrim yeni bir umut ve yeni bir başlangıçtır. Her devrim aynı zamanda bir iddiadır; ve iddiasını ifade edecek bir dil, kavramsal çerçeve, bunları temsil edecek önderlik, kadro ve alternatif bir projedir. Devrimler tarihine baktığımız zaman aşağı-yukarı hepsi bu şekilde tezahür etmişlerdir.
İran İslam Devrimi, 20. yy’ın son çeyreğinde gerçekleşen bir devrim olarak diğer devrimlere hem benzeşen hem ayrışan özelliklere sahiptir. Benzeşen özelliklere yukarıdaki satırlarda dikkat çektik. İran İslam Devrimi dünyayı algılayış, dünyayı değerlendirirken kullandığı kavramsal çerçeve, zihniyet, paradigma olarak farklı bir devrim örneğiydi. Ayrıca devrimin önder kadrosu da farklı bir temsiliyet örneği oluşturuyordu.
19.ve20. yy’da gerçekleşen devrimler -Fransız Aydınlanma ve Rus Bolşevik Devrimi- Batı düşüncesinden neşet eden Seküler temelli devrimlerdi. İran İslam Devrimi Batı düşüncesinden değil İslam düşüncesinden beslenen dini-İslami bir devrimdi. Mevcut dünyayı İslami perspektiften analiz eden ve bunun sonucunda ulaştığı sonuçları ve teklifleri İslam’a refere ederek açıklama iddiasında olan bir devrimdi. Devrimi temsil eden önderlik ve devrimin yaslandığı halk kitlelerinin kahir ekseriyeti İslami değerleri ve dünya görüşünü kabul eden ve hayatlarını bu çerçeve içinde yaşamaya gayret eden insanlardan oluşuyordu. Sonuç olarak İran İslam Devrimi iki özelliğiyle dünyaya farklı bir devrim örneği sunuyordu:
,
1-Devrim, dünyada geçerli olan zihniyet, kavramsal çerçeve ve paradigmanın tersine İslami Dünya Görüşü’ne bağlı kaldığını ilan ediyordu. İran toplumunun Şii İslam düşüncesinin etkisinde olmasına rağmen Devrim önderliği bu çerçeveyi zorlayarak -“La Şiiye, La Sünniye vahde vahde İslamiye” sloganında billurlaşan ifadesiyle- geniş İslam kitlelerine ve dünya mustazaf halklarına yaslanmaya çalışan bir gayret içerisindeydi.
2-Devrim, mevcut dünya konjonktürünün dışına çıkan bir uluslararası politika dili ve iddiası peşindeydi. Bu iddiada “La Şarkiyye, La Garbiyye İslam Cumhuriyeti” ifadesinde kendini buluyordu. Mevcut sistemin dışına çıkarak “yeni bir dünya ve ideoloji” öneriyordu.
Bu özelliklerinden dolayı Devrim dünyada büyük bir yankı uyandırdı. Geleneksel bütün doğulu ve batılı algıları sarstı ve ters yüz etti. Batı dünyası, bu büyük olaya karşı onu fiziki olarak yok etme amacı güttü. Bunun için; Tabes olayı, Cumhur-i İslami Partisi’ne düzenlenen suikast ve Irak-İran savaşı örneklerinde olduğu gibi İran büyük bir kuşatma altına alındı. Sünni dünya ve Sovyetlerin hegemonyasında yaşayan Müslüman kitlelere etkisi dolayısıyla Komünist Rusya farklı bir tepki verdiler. Bu daha çok tarihsel-geleneksel Sünni-Şii tartışmalarını tedavüle sokmak olarak gerçekleşti. Türkiye ve Suud örneğinde olduğu gibi içyapılar yeniden re-organize edildiler. Bu süreçlerin sonunda genel hatlarıyla iki tedbir öne çıktı:
1-Devrim ateşi İran sınırlarına hapsedilmeli ve İslam Cumhuriyeti hedefi, Ulus-devlet modeline mecbur edilmeliydi. Bunun için; Irak-İran Savaşı’yla Devrim iç sorunlarıyla uğraştırılarak güçsüzleştirildi ve etkisi kırılmaya, enerjisi anlamsız savaşla başka alanlarda heder edilmeye çalışıldı. Ambargo süreci de bu amacın savaş sonunda gerçekleşen başka bir boyutuydu.
2-Şii-Sünni tartışmasıyla İslam Devrimi Şii parantezine alınmalıydı. Bu tartışma bu gün de farklı isimler altında ve politikalarla devam ettirilmektedir.
Batılı emperyalist güçlerin planladığı ve tezgâhladığı bu sinsi plan hala yürürlükte ve bu plana Şii ve Sünni yapılar bilerek veya bilmeyerek alet olmaya devam etmekteler.
Dünya Sistemi baştan bu tarafa İslam Devrimi’nin yukarıda açıkladığımız İslami hedefleriyle uğraştı. İran, nükleer tartışma bahane, amaç, İnsanlığa sunulan yeni İslami hedeflerdi. Bu gün yaşanan anlaşma sürecine kadar Dünya Sistemi İran’ı bu amaçlardan vazgeçirmek için elinden gelen her şeyi yapmaya çalıştı ve bundan sonra da çalışacaktır. Yoksa herkes biliyor ki; İran denen ülkeyi oradan söküp atamayacak, oradaki halkı yok edemeyecek; o zaman tek amaç kalıyor İslami iddialarından vazgeçmiş, dünya sistemine şu veya bu şekilde dahil olmuş İran’ı oluşturmaya çalışmaktır. İran iddialarından vazgeçtikten ve Sistem’e dahil olduktan sonra adının İslam Cumhuriyeti olmasının, sarıklı mollaların yönetmesinin, baskıcı dini rejim(!) olmasının, bunun sonucu olarak başörtüsü mecburiyetini genişletme çalışmalarının hiçbir önemi yoktur.
Dünya Sistemi’nin Ortadoğu için üç kırmızıçizgisi bulunuyor. 1-Kapitalist Sistem’in sürekliliği için bölgedeki “enerji potansiyelinin” ucuz ve güvenli biçimde Batı’ya ulaştırılması. 2-İslam Dünyası’ndan Küresel Sistemi rahatsız edecek bir İslami Muhalefet’in oluşumunu ve gelişmesini engellemek. 3-Uluslararası Sistem’in bölgeye müdahalesini kolaylaştırmak için ihdas edilen bir üs olan Siyonist Devlet’in güvenliğinin sağlanması. Küresel Sistem ve onun ağa babası ABD bu üç kırmızıçizgiye uyumlu her türlü ideolojik, dini, ulusal devlet ve örgütlerle rahatlıkla çalışabilir ve onların siyasal devamlılığına destek verebilir. Bu stratejik hedefler görmezden gelinerek yapılan yorumların, geliştirilen eylemlerin kıymet-i harbiyesi yoktur.
İran, 79’da gerçekleşen Devrim’den sonra şu aşamaları geçerek bu günlere geldi: Tahmil edilen Irak-İran Savaşı ve savaş sonucunda oluşan maddi ve manevi tahribatla uğraşma, İmam’ın vefatından sonra yaşanan “bundan sonra nasıl bir İran’la yola devam edilecek” tartışmaları, İran’ı, Devrim’i etkisizleştirecek, Dünya Sistemi’ne dahil olmaya mecbur edecek ambargo süreci, Amerika’nın, onun şahsında Batı’nın içte, dışta yaşadığı siyasi, ekonomik kriz ve dünyada yükselen namzet güçler, beraberinde dünya sisteminde yaşanan iç tartışmalar ve anlaşma süreci.
Bugün itibariyle; Devrim ateşini söndürmek için planlanan yukarıda sıraladığımız Devrim’in İran’a hapsedilmesi, İslam Cumhuriyeti tecrübesinin Ulus-devletleşme sürecine mecbur edilmesi ve Şii parantezine alma planları büyük oranda gerçekleşmiş bulunmaktadır. Şii ve Sünni dünyada, İnsanlık çapında etki yapacak bir İslami dil oluşturma, bunu en güzel şekilde temsil ederek İslam’ı en nezih bir şekilde insanlığa sunma hedefi berhava edilmiştir, Şii ve Sünni fanatikler eliyle. Bu gün İran ülkesinde, Devrimci İslam’ın yeryüzünde etkisi nasıl geliştirilir tartışmaları değil, Ulus-devlet sürecine girmiş bir devletin/rejimin beka sorunu, ulus-devlet olarak bölgede nasıl etkili olacağı sorunu tartışılmaktadır. İslam Cumhuriyeti tecrübesi bir İnsanlık Projesi’ne dönüştürülemedi. İranlı yöneticiler İslam’ın yeryüzündeki etkisini konuşacaklarına Şii İran’ın Şiiler üzerindeki etkisinin, diğer mezhep insanlarının Şii mezhebine geçmesinin heyecanını yaşıyorlar. Özellikle Suriye olayları bu algıyı iyice pekiştirme işlevi gördü. Sağ olsun Sünni gruplar da bu algının Müslüman halklar nezdinde revaç bulması için ellerinden geleni hakkıyla(!) yerine getirdiler ve getirmekteler. Türkiye örneği bunun en güzel şahididir. Ne acıdır ki; Türk Devleti bu konuda İslamcı(!) unsurlardan daha basiretli davrandı. En azından onlar kadar yangına körükle gitmedi. Düne kadar İslam Devrimi’ni pazarlayan, onun üzerinden siyasi, ekonomik rant devşiren unsurlar bu gün mal bulmuş magribi gibi İran’ın eski defterlerini karıştırarak ne menem bir bir mel’un(!) olduğunu ispatlamaya çalışıyorlar. Bu davranışlarının tersinden Devrim ateşinin sönmesine, İslam Cumhuriyeti’nin ulus ve mezhep tuzağına düşerek İslam dünyasından yalıtılmasına, yalnızlaşarak Dünya Sistemi’yle uzlaşmaya mecbur edilmesine katkı yapacağını unutuyorlar.
Ambargo sürecinin İran üzerindeki etkisini Fikret Ertan Zaman Gazetesi’nde yazdığı “Ruhani’nin Önceliği” isimli makalesinde şu şekilde gündeme getiriyor: ”Amerika ve Batı, İran’a nükleer programı konusunda kendi şartlarını kabul ettirmek amacıyla yıllardır ya BM Güvenlik Konseyi yoluyla ya da kendi başlarına çeşitli müeyyideler uyguluyorlar, uygulattırıyorlar. Kendi başlarına aldıkları kararlarla tek yanlı olarak da Amerika başta olmak üzere AB ve çeşitli ülkelerin İran’a karşı aldıkları kararlarla uyguladıkları müeyyideler de çoktandır uygulanıyor. Bunlar, genelde İran’ın nükleer faaliyetleri ile ilgili kurumları, şahısları, programları, şirketleri hedef alıyor. Çoğu da İran’ın mali kurumlarıyla ilgili sayılır. Son dönemde bunlardan bazıları İran’ın enerji yapısını, petrol sektörünü, bunlarla ilgili yatırım ve yabancılarla olan işbirliklerini de müeyyideler kapsamına almış bulunuyorlar.
Amerika ve Avrupa Birliği (AB) dışında Kanada, Avustralya, Güney Kore, Japonya, İsviçre ve hatta Hindistan gibi ülkeler de İran’a karşı çeşitli müeyyideler uyguluyorlar.
Nitekim, bugünkü Cumhurbaşkanı Hasan Ruhani, 14 Temmuz’da İran Meclisi’ne konuşurken ülkesinin ekonomik halinin Ahmedinejad yönetiminin kabul ettiğinden çok daha kötü olduğunu söylemiş, bununla ilgili vahim ekonomik verileri açıklamıştı. Mesela ekonominin son iki yılda görülmedik ölçüde daraldığı, enflasyonun yüzde 42’ye yükseldiği, mevcut işsizlik yüzdesi olan yüzde 13’ün daha da yükseleceği gibi verilerdi bunlar.
”İran’ın sıkışmışlığı, bölgede yaşanan yeni gelişmeler, Amerika’nın iç ve dış nedenlerden dolayı politika değişikliğine gitme denemesi motivasyonuyla yapılan P5+1 ülkeleri ile İran arasında yapılan Cenevre görüşmeleri ve akabinde yapılan anlaşma ile Dünya Sistemi ve İran arasındaki ilişkiler yeni bir aşamaya girmiş bulunmaktadır. Tarafların her biri anlaşmadan kazançlı çıkan tarafın kendileri olduğunu iddia etmektedir. Anlaşma her şeyin bittiği anlamına gelmemekte bilakis sürecin yeni başladığını göstermektedir. Gerçek olan şu ki; İran, Dünya Sistemi ve onun baş aktörü Amerika ile yeni bir süreç için ilk adımı atmış bulunmaktadır. Sürecin zamanla nasıl bir yol alacağını ve ne şekilde sonuçlanacağını yaşayanlar görecektir.
Müslümanlar olarak bizler sürecin İslam’ın, Ümmet’in, İran İslam Cumhuriyeti’nin lehine olmasını temenni ederiz. Eğer sürecin sonunda, İslam, Ümmet ve İnsanlık için bir umut olan Devrim ve İslam Cumhuriyeti tecrübesi Sistem’e teslim olursa, hep birlikte kaybetmiş oluruz. İran devleti güvenliğini garanti altına almış olabilir ama İnsanlığa ve Ümmet’e yeni bir kurtuluş imkanı sunan İslami bir çıkış imkanı büyük bir yara almış olur. “Yeni bir dünya mümkün” umutlarımız büyük bir mevzi kaybetmiş olur.
Suriye olayları gösterdi ki; Müslümanların İslam algısı ulus, ulus-devlet, mezhep, örgüt kuşatması altında bulunmaktadır. Müslümanlar uluslarının, ulus-devletlerinin, mezheplerinin, örgütlerinin menfaatlerini İslam’ın, Ümmet’in menfaati olarak görüyorlar. Bu durum böyle devam edecek olursa, Müslümanlar için izzetli bir çıkış mümkün görünmüyor.
İslam kaybetmez; ama çağın Müslümanları ve mustazafları kaybetmiş olurlar.