DEVLETLİ KÖYÜ
Zamanın içinde bir yerde “devletli” isminde bir köy varmış. Bu köyün geniş toprakları, büyük meraları, verimli meyve bahçeleri varmış. Ekinleri boy boy uzar, başaklar buğdaylarla dolarmış. Başakların ağırlığından ekin sapları, başlarını eğerlermiş. Dereler gürül gürül akarmış da çayırlar, bostanlar kana kana sulanırmış.
Devletli köyünün tam on iki tane hayvan sürüsü varmış. Akşam sabah bu hayvanlardan sağım yapıldığında oluk gibi süt akarmış. Sütleri, peynirleri, yağları, yoğurtları hiç eksik olmazmış. Velhasıl bolluk içinde yaşarlarmış. Ama bu dünya da her şeyin bir evveli vardır bir de ahiri. İşte devletli köyünün asıl hikâyesi burada başlamış.
Bolluk ve refah içinde yaşayan Devletli köyünün sakinleri, zamanla rahat ve zengin yaşamın büyüsüne kapılarak görevlerini ihmal etmeye başlamışlar. İlk kötü gidiş çobanların çocuklarını yanlarında götürmemeleriyle başlamış. Oğullarını sabah erken kaldırmaya kıyamamışlar. Sürüleri tek başlarına otlatmaya götürmüşler. Zamanla çoban çocukları araziyi ve meranın otlak zamanını, hayvanları toplamayı ve sulama zamanını unutmuşlar. Bu nedenle çobanlık edememişler ve çobanlık işi, komşu köylerden ücretli getirilen çobanlara verilmiş. Dışarıdan gelen çobanlarda hem tembelliklerinden hem de kıskançlıklarından ötürü hayvanlarla yeterince ilgilenmemişler. Bu nedenle kısa sürede sürüler küçülmeye ve süt verimi düşmeye başlamış.
Çiftçilerde de durum farklı değilmiş. Bol ürün ve zengin sofralar öyle güven vermiş ki hiç bitmeyecek sanmışlar. Meyve ağaçlarını budamamış, bakımını yapmamışlar. Bahçeler ve bostanlar zamanında sulanmadığı ve gerekli çapa yapılmadığı için zayıf düşmüş ve toprağın verimi azalmış. Sebze ve meyve artık yok denecek kadar azmış. Ekinler de çobanların bazen kolaycılığa kaçıp sürüleri tarlalara koy vermeleri nedeniyle zarar görmüş. Bir de köylünün havaların çok sıcak olduğunu bahane ederek ekinleri biçmeyip, başka köylerden tırpancı bulmaları mahsul verimini iyice düşürmüş. Artık tırpanlar dikkatli ve dipten değil, gelişi güzel savruluyormuş. Sadece mahsul mü, hayır, saman da çok az çıkmaya başlamış. Kışın hayvanlara yetecek saman olmadığı için hayvanların bir kısmını da bu nedenle satmak zorunda kalmışlar. Yeterince beslenememiş oldukları için zayıf düşen hayvanlar da çok ucuz fiyata komşu köylüler tarafından satın alınmışlar.
Kalabalık köy nüfusunun geçimi git gide daralıyormuş. Özellikle gençler rahat ve bolluğa alıştıkları için kanaate pek yanaşmıyorlarmış. Mesela bal yerken kaymak ya da tereyağı da olmalıymış. Madımak aşının içine etli kemikte atılmalıymış. Kızların çeyizlerinde basmalı fistanları olmalıymış. Köydeki her delikanlı deri çizme giymeliymiş. Her yeni yapılan eve nazar değmesin diye ayna asılırmış. (Böylece kötü bakışları yansıtarak nazardan koruduğuna inanılırmış). Böylece lüks sayılacak alışkanlıklarından vazgeçemeyenler ve yok demeyi gururlarına yediremeyen köylüler, birer birer tarlalarını satmaya başlamışlar. Önceleri zaruri ihtiyaçlarını görecek kadar mal ve arazi satmaya niyetli imişler. Ama daha sonra bu durum, geçim kapısı olarak kullanılmaya başlanmış.
Bir süre sonra satılan arazilerden çıkan kaynak suları da, tarlayı alan komşu köylerin arazisi içinde kalmış ve her birinin kanal yolu tarlaları satın alanlar tarafından değiştirilmiş. Suların akarı kesilince köy susuz kalmış. İçmeye bile suları kalmamış. Buna dayanamayan köyün büyükleri, gençlerin durumunu eleştirmişler ve komşu köylülerle konuşmuşlar. Böylece aylık ödenen makul bir ücret karşılığı içme sularına yeniden kavuşmuşlar. Ama artık hayatlarında ilk defa taksitli yaşamayla taşınmışlar. Artık her ay ödedikleri su parası derdi varmış. Tabi bununla kalmamış. Kısa zaman sonra yol parası da ödemeye başlamışlar. Zira şehre giden yolda komşu köyün arazisinde kalmış.
Bu kötü gidiş hiç durmak bilmemiş. Aksilikler çorap söküğü gibi geliyormuş. Köyün kızları, kendi köylerindeki zor geçimi bahane ederek başka köylere gelin gitmeye başlamış. Köyün delikanlıları diğer köylerdeki gençlerin durumuna imrenmişler ve bir umutla o köylerde ki ücretli işlerde çalışmaya başlamışlar. Kazandıkları paraların, kötü giden talihlerini düzelteceğini düşünmüşler. Ama kazandıkları paraları, övündükleri geçmişlerinden kopamadıkları için gereksiz yerlerde harcamaya devam etmişler. Ve netice de bir zamanların bolluk diyarı devletli köyü, küçücük, toprakları olmayan, fakir bir köy haline gelmiş. Geçmişten geriye kalan ihtişamlı tek şey, köylerinin ismi olmuş; “Devletli Köyü”.
****
Sefil bir yaşam adeta kaderleri olmuş Devletli Köyünün. Buna inanmışlar. Hatta bazıları sabretmelerine karşılık olarak cennetin kendilerine daha kolay olduğunu iddia ediyormuş. Birbirlerini sürekli teselli ediyorlarmış. Bir gün bu sıkıntılarından kurtulacaklarını, daha iyi bir yaşama ulaşacaklarına inanıyorlarmış. Bazı söylentilerde duyulmaya başlamış. İnançları onlara bu sıkıntıların geçici olduğunu, sabredip beklerlerse bir gün mükâfatını alacaklarını vaat ediyormuş. O gün geldiğinde bir zamanlar türlü sebeplerle kaybettikleri arazilerini yeniden alacaklarmış, başkalarının değil kendi sürülerini otlatacaklarmış, harmandan topladıkları mahsulü kendi ambarlarına dolduracaklarmış. Hayvanları meralarında özgürce gezebilecekmiş. Kızlarını ve oğullarını yanlarında tutabileceklermiş. Bu ümit ve beklentiler uzun yıllar boyunca onları oyalayan bir hikâye, bir anı, bir ümit kapısı olmuş. Bu şekilde beklerken nesiller gelip geçmiş. Sadece büyük dedeler, dedelerinden duydukları eksi güzel günleri yâd edip dururlarmış.
Günlerden bir gün, devletli köyünün sakinlerinden olan topal Osman isimli köylü, (tek ayağı doğuştan sakat olduğu için Topal Osman diye anılırmış), köyün mezarlığında ayağını sürterek gezerken ayağına bir şeyin takıldığını fark etmiş. Durmuş ve ayağına takılan şeyi tekmelemek istemiş. O tekmeledikçe ortaya bir garip şey çıkmaya başlamış. Sonra merakla hemen yere yatmış ve etrafını elleriyle kazımaya başlamış. Eski bir tahta sandukanın köşeleri çıktığını gören topal Osman, hazine bulacağı inancıyla çılgına dönmüş. Bir porsuk gibi toprağı kazmaya devam etmiş. Tırnaklarının içine dolan kuru toprağa aldırış etmeden kazmış. Eğer sandukadan altın çıkarsa büyük bir servete konacağının hayalini kuruyormuş. Böylece kötü başlayan talihi bir anda değişebilirmiş. Köyün en güzel kızıyla evlenebilir, evini tamir ettirebilir hatta evini yeniden yaptırabilirmiş. Komşu köylerden arazi satın alıp, kocaman bir sürüye sahip olabilirmiş. Düşüncesinde harman olan bu fikirler onu sarhoş etmiş. Kazdıkça ve kutu ortaya çıktıkça hevesi artıyor, daha hızlı kazıyormuş.
Büyük uğraşlar sonunda kutuyu çıkarmış. Kimseye göstermek istemediği için bir mezar taşının arkasına saklanarak açmaya çalışmış. Küçük bir valizi andıran kutuyu açmak hiçte kolay değilmiş. Zira görünürde ne kilit varmış ne kapak. Evirmiş çevirmiş bir yol bulamamış. Nasıl açmalı acaba diye düşünürken saklandığı koca mezar taşının arkasından iki arkadaşı çıkıvermiş. Sinsi sinsi gülüyorlarmış. İçlerinden biri alaycı bir edayla Osman’a seslenmiş.
-Osman kardeşim, ne yapıyorsun burada.
-hiiiç.
-hiç mi? Az önce yeri kazarak çıkardığın kutuyla mezar taşının arkasına saklanmış, hiç mi diyorsun yani?
-gördünüz demek!
Sonradan gelen iki köylünün, alaycı yüz ifadeleri biranda ciddileşti. Ötekisi;
-Osman, her şeyi gördük. Yeri kazdığını, kutuyu çıkarıp buraya saklandığını, her şeyi.
Kutudan ne çıkarsa beraber paylaşacağız.
-neden paylaşayım ki? Ben buldum!
-nerede buldun? Mezarlıkta, köyün mezarlığında. Peki, bu mezarlığın köyün borçlarına karşılık iki yıldır Batıköye rehin verildiğini bilmiyor musun? Seni şikâyet edersek hepsini elinden alır Batıköylüler.
Bu çok ciddi bir tehditmiş. Evet, nasıl da unutmuştu buranın rehin verildiğini. Yapacak bir şey olmadığını anlamış ve istemeye istemeye paylaşmayı kabul etmiş. Heyecanla kutuyu kucaklayan davetsiz misafirler, kutuyu evirip çevirip bakmışlar. Açacak yeri olmadığını fark ettiklerinde şaşırıp kalmışlar. “bu ne biçim bir sandık” diye düşünüp durmuşlar. Kucaklarında hızla sallamışlar. İçlerinden birisi; akıllı olanı;
-arkadaşlar bunun içinde altın ya da gümüş olduğunu hiç zannetmiyorum. Çünkü çok hafif. Hem içinden şıngırtı mıngırtı da duyulmuyor. Bir de benim bildiğim eski adamlar altını, toprak küplere saklarlarmış. Bunda başka bir şey var sanırım.
-ne olabilir ki? Böyle gizemli bir kutuya ne konulabilir.
Topal Osman duydukları karşısında fena bir hal almış. Tüm hayalleri çökmüş biranda. Zaten talih ondan yana olsa böyle tek ayağı topal doğmazmış. “ne talihsiz bir adamım arkadaş” demiş. Sonra önemsiz bir şeyden bahsedercesine seslenmiş;
-arkadaşlar, madem içinde altın yok, köye götürelim bu sandığı. Belki açmayı başaran ya da bunun ne olduğunu bilen birisi çıkar.
Diğerleri de Osman’a hak vermişler ve sandığı kucaklayıp köyün yolunu tutmuşlar.
***
Akşam vakti, işten gelen köylüler, köy meydanında meraklı bir kalabalıkla karşılaşmışlar. Hemen onlarda kalabalığa karışmışlar. Kalabalığın en orta yerinde ihtiyarlar varmış. Yerde parçalanmış bir sandık duruyormuş. İhtiyarların elinde ise bir kitap varmış. Akşamın alaca karanlığında, ellerde yanan meşalelerin fersiz ışığı, bazı ayrıntıları saklıyormuş. Ama meraklı gözler kalın, deri kaplamalı, eski bir kitabın yapraklarının çevrildiğini rahatlıkla görebiliyorlarmış. “Bu kitapta nereden çıktı?” “ Ne önemi vardı ki herkes toplanmıştı başına?” “Yerde ki sandık parçalandığına göre kitap onun içinden mi çıkmıştı?” Daha birçok soru dolaşmaya başlamış dillerde. Bütün bunlara son vermek isteyen hatırı sayılır bir köy büyüğü, herkes görsün diye, boy farkı oluşturacak bir duvar taşının üzerine çıkarak halka seslenmiş;
-herkes sussun ve beni dinlesin. Ey devletli köyü sakinleri, bugün Osman kardeşimiz, mezarlıkta dolaşırken ayağına bir şey takılmış. Dikkatle baktığında onun bir sandık olduğunu görmüş. Toprağı kazmış ve iki arkadaşının yardımıyla buraya getirmiş. Aslında şuan mezarlığımız batıköy tarafından rehinlidir. Ama içinden çıkan maddi kıymette bir şey değildir. Bu kitabın atalarımızdan kalan bir miras olduğunu farz ederek söylüyorum, bu kitap bize, yani tüm köy halkına aittir. İçinde ne anlatıldığını henüz bilmiyoruz ama en kısa zamanda okumuş kardeşlerimizin yardımıyla anlamaya çalışacağız. İçindeki her ne olursa olsun sizle paylaşacağız. Şimdilik kimse üzerine düşmesin ve bizden haber beklesin.
Bu sözleri duyan köylüler dağılmışlar. Dedikodunun fısıltısı da duyuluyormuş tabi. Merak etmişler kitabı ama üzerinde de pek durmamışlar. “Keşke altın çıksaydı” diyormuş birçoğu. Osman bile zengin olsa, bir şekilde kendilerine de pay düşermiş. En azından komşu köye değil “bizim Osman”a çalışırdık” diye de içlerinden geçirmişler. “Osman kendi adamımız en azından” diyorlarmış. Bu düşünce ve dedikodular eşliğinde evlerine gidip hemen uyumuşlar. Çünkü sabah erken kalkmaları gerekiyormuş.
Bu arada köyün tüm büyükleri ve okumuş insanlar bir araya toplanmışlar. Onlar kitabın bir an önce gizemini çözmek istiyorlarmış. Yabancı bir dilde yazılmış kitap mıymış? Yoksa hazine haritası mıymış? Tarih kitabı mıymış? Öğüt ve nasihat miymiş yoksa? Belki de bir aşığın yazdığı deli dolu şiirlerle doluymuş! Kim bilebilirmiş? Ama ne olursa olsun, kısa zamanda köylüye verecekleri bir cevap olmalıymış.
****
Aradan üç gün geçmiş. Köyün imamı, öğretmeni, muhtarı, medrese eğitiminden geçmiş birkaç molla, köyün önde gelen birkaç büyüğü ve aykırı fikirleri delilik olarak kabul edilen ama saygı da duyulan hebeş, uzun uzun tartışmışlar, akıl fikir sormuşlar, ortak bir konuda anlaşmaya çalışmışlar ama olmamış. Herkes farklı bir noktadan yakalamış ve o konuda baskın gelmeye çalışmış. İmam ve birkaç molla ellerinde ki kitabın bir din kitabı olduğunu, insanların ahretini kazanmaları için bir vesile olduğunu ve bu nedenle kutsallığı olduğunu savunmuşlar. Öğretmen kitabın yakın tarihte bölgede yaşamış atalarının bilgi ve tecrübelerini kaleme aldıkları günlük olarak gördüğünü anlatmış. Bazı mollalar kitapta dini ve sosyal yaşamdan başka ziraat, hayvancılık, arazileri hakkında da bilgiler olduğunu, bununla birlikte tarihi olması ve içinde henüz bilemedikler bazı sırlardan ötürü halka duyurulmaması, gizlenmesi ve derinlemesine araştırılması gerektiğinde ısrar etmişler. Köyün büyükleri de ihtilafa düşmüşler. Her biri bir tarafı tutuyormuş. İlk defa bu kadar çok farklı ses duyuluyormuş köyün meclisinde. Genel olarak bir konuda ya tamam, ya olmaz derlermiş. Şimdi ellerinde bir kitap varmış ve herkes farklı düşünüyormuş. Bu arada deli hebeş her zaman olduğunun aksine sakin yaklaşıyormuş meseleye. Çok kayda değer bir fikri yokmuş sanki. O herkesin bir sonuca varmakta acele ettiğini, herkesin söylediklerinde haklılık payı olduğunu, dikkatle tekrar okunması gerektiğini, hem herkes haklı, hem herkes haksız gibi saçma sapan şeyler söyleyip durmuş. Kimse de pek kayda değer görmemiş zaten söylediklerini. O kadar mollanın, hocanın, büyüğün yanında deli hebeşin sözünün ne kıymeti varmış ki?. Aslında ilk başta onu meclise almak istememişler ama deli işte, ısrar edip durmuş.
İmam sözü almış yeniden:
-saygıdeğer büyüklerim, komşularım, arkadaşlarım. Bakın, biz yüce Allahın yeryüzündeki kıymetli kullarıyız. Bize daha önce kutsal kitapları peygamberleri aracılığı ile gönderdi. Bu kitapları tanıyan ve ibadetinde kusur etmeyenler cenneti kazandılar. Biz bu dünyada misafir sayılırız. Önceden varlıklıydık, şimdi yokluk içindeyiz. Bütün bunlar birer imtihan. Dünyalık değil bu kitap, anlayın işte, ahretimiz için söz söyler sadece. Matematik mi? değil, fen mi? değil işte. Bakın ne diyor; “her kim samimi bir şekilde çalışırsa karşılığını alacaktır.” “kim karşılıksız verirse huzura o taliptir” “yalnız Allaha kulluk edin” “ve öyle sağlam bir yol tutturun ki sizi yarı yolda bırakmasın”. Biz bu kitaptan daha dindar olmayı öğrenebiliriz.
Öğretmen söze kimsenin girmesine fırsat vermemiş.
-imam efendi, neden bu kadar dar bakıyorsun olaya. Eğer dediğin gibi kutsal ise, bu kitap sadece sana düşecek değil mi? Kitap elinde insanlara camide nutuk mu atacaksın? Bu topluma ne yarar getirir. Bu güne kadar o kadar vaaz ettin kime ne yararı dokundu. Hem kutsal kitap deyip duruyorsun, kutsal kitaplar toprakta mı bulunurmuş? Allah sözü dediğin kitaplar, peygamberlere gelir. Bu kitabı çok uzakta olmayan atalarımız yazmış belli ki. İçerinde en çok bireysel gelişimden ve özgürlükten bahsediyor. “yalnız Allaha kulluk edin” diyor. Bundan başkasına, diğerine hatta birbirinize kulluk etmeyin anlamı çıkmaz mı? Diğer köylere işçi gidiyor bütün köy. Akşama kadar ibadet aşkıyla, karın tokluğuna çalışıyor köylüler. Sonra da o kadar yoldan dönüyorlar evlerine. Dudakları çatlamış, elleri perişan…Allah değil başkalarına kulluk ettiğimizin kanıtıdır bu. “kendini bilen rabbini bilir” demiş bak. Biz kendimizi kaybettik.
-“öyle deme müderris bey” demiş uzun sakallı molla.
-ben müderris değil, öğretmenim hacı bey.
-ikisi de aynı şey değil mi?
-aynı şey olabilir, ama bir şeyin, bir ismin bugün en yaygın kullanımı ne ise onu kullanmak daha doğru olmaz mı? Eski lisanı bilen kaç kişi kaldı?
-iyi ki kalmış, yoksa bu kitabı nasıl çözebilirdik? Bakın siz söylediniz, artık yeni bir dil, yeni bir lisan, yeni bir nesil yetişti. Uzun zamandır köyümüzün üzerinden sıkıntılar eksik olmuyor.
Topraklarımız elimizden gitti, sürülerimiz kayboldu, derelerimiz başka köylerin oldu. Suyu parayla almaya başladık, yoldan parayla geçer olduk. Her şey para olunca daha çok çalışmak zorunda kaldık ve evlatlarımız dahil her şeyimizi kaybettik, kaybediyoruz. Nicedir dua edip bir kurtuluş bekliyorduk. Bizce bu kitap bize kurtuluşumuz için bir şans. Bir kul tarafından yazılmışta olsa içinde kutsal sözler var. Bizce bu bir işaret ve onu dikkatle takip etmeliyiz. Bunun için eski lisana hakim birkaç arkadaşla bu kitap bizde kalmalı ve onu ince ince tetkik etmeliyiz. İçindeki dua ve etkili sözleri bulmalıyız. Böylece ondaki sırlara vakıf oluruz ve köylüye anlayacakları şekilde anlatırız. Belki o zaman kurtulabiliriz. Elimizdeki son şansı kaçırmamalıyız.
Köşe de oturan ak saçlı bir ihtiyarın duydukları karşısında etkilenmiş ve gözleri fal taşı gibi açılmış. Üç gündür tartışarak bir yere varamamışlar ama şimdi duydukları ona bir fikir kazandırmış. Kimsenin beklemediği ama herkesin tüylerini ürperten bir şey söylemiş;
-“bu bir büyü kitabı mı yoksa”
Herkes susmuş biranda. Son ses hebeşten duyulmuş;
-evet, bu bir büyü kitabıdır.
***
Aradan belki on dakika geçmiş ama kimse konuşmaya cesaret edememiş. Hepsinin aklından binbir düşünce geçiyormuş. Eğer gerçekten ellerindeki büyü kitabı ise köyün tüm kaderi değişebilirmiş. Diğer köylerin boyunduruğundan kurtulup onlara üstünlük kurulabilirlermiş mesela. Ya da köyün arazisinde saklı olan hazinelerin yerleri tespit edilebilirmiş. Köyü tehdit eden tüm kara büyüler önlenebilirmiş. Devletli köyü yeniden zenginliğe kavuşup, eski günlerdeki şanına kavuşabilirmiş. Bütün buna benzer düşünceler herkesin aklında uzadıkça uzuyormuş. Biri hariç, hebeş…
Hebeş uzun sessizliği sert bir üslupla bozmuş.
-efendiler, aklınızı mı kaybettiniz. Üç gündür okuyup tartışıyorsunuz bu kitabı. Bunun büyü kitabı olduğuna nasıl inanırsınız.
-“ama sende bunun bir büyü kitabı olduğunu söyledin hebeş” demiş bir ihtiyar.
-yahu bana dersiniz deli diye. Eski bir kitapla karşı karşıyayız. Burada onun hakkında herkes doğru söylüyor. Ama herkes kendine yakın konuyu görebiliyor. Böyle olmaz. Konuyu toplu ve doğru değerlendirmeliyiz. Bu kitap kutsal değil ama kıymetlidir. Büyü değil fakat öğüt kitabıdır. Melekler, cinler, periler değil insanlar yazmış ama kurandan ayetlerde yazılmış. Yabancı değil kitap, bu toprakların önceki sahipleri tarafından yazılmış. Bakın, kitaba kulak verirsek, kendini bize açacaktır. Gelin, akıllıca okuyalım, belki bir faydası dokunsun bizlere.
Kimse dikkate almamış hebeşin söylediklerini. Kitabın büyülü bir kitap olduğundan kimsenin şüphesi kalmamış. Fısıltıyla “Büyü kitabı değilse ne diye böyle sağlam bir sandık içinde mezarlığa gömülmüş” şeklinde konuşuyorlarmış. Ama kimse de hebeşin sözlerine itirazda bulunmamış. Hepsi de hebeşin sözüne itibar ediyormuş gibi davranmış. Ama gece olup herkes evine yatmak için giderken, birbirlerine fark ettirmeden, kitaptan birer parça kopararak götürmüşler. Çaldıkları kitaptan sayfalarla evlerine koşan köylüler, heyecanlarını bastıramamışlar ve sabaha kadar heyecan ateşi içinde yanmışlar. Sadece hebeş rahat uyumuş. Çünkü o kitaptan hiçbir şey çalmamış.
Sabah olup gerçek ortaya çıktığında cılız seslerle ufak tefek itirazlar gelmiş. Birbirini şikayet edenler olmuş, birbirlerine suçlamalar atılmış ama iş büyümemiş. Mesele çabuk kapanmış. Zira kitap için toplanan kurulda, kitaptan bir bölüm çalarak herkes hırsızlığa bulaşmış. Hepsi birbirini biliyorlarmış. Köyün diğer sakinleri de işinde gücünde insanlarmış zaten. Başka köylerde karın tokluğuna ölesiye çalıştıkları için olayı soruşturacak takatleri bile yokmuş. Böylece olay örtbas edilmiş ve kısa sürede de unutulmuş. Yapılması gereken açıklama bile yapılmamış. Hatta o sözü hatırlayan bile olmamış. Devletli köyünün kaderi kaldığı yerden devam etmiş. Ya da değişen kader kendini iyi saklamış. Zira görünen böyleymiş sadece. Kaderde gizliden gizliye bir değişim başlamış. Çünkü imamdan öğretmene, muhtardan mollalara, kitaptan bir bölüm çalan herkes, akşamları kendi yandaşlarına kitaptan gizli sırlar okuyor, taraftar topluyorlarmış. Onlara ellerindeki sayfaların, kitabın en özel kısmı olduğunu, buradaki sırlara vakıf olduklarında her türlü kapının kendilerine açılacağını anlatıyorlarmış. Böylece, hem diğer köylerden hem de köydeki diğer ailelerde üstün olacaklarına her biri, ayrı ayrı inanmaya başlamış. Her biriyle bir şekilde akrabalığı olan hebeş, onları dinleme fırsatı bulmuş ama hepsinin de büyük bir yanlış içinde olduğunu söyleyip kenarda durmayı tercih etmiş.
***
Günler hızla akıp gidiyormuş. Devletli köyü kötüye giden kaderini değiştirmek istermişçesine kıpırdanmaya başlamış. Hatta ne kıpırdanması, köylülerin fısıltılarında silkinip uyanmaktan bile bahsediliyormuş artık. Başka köylere köle gibi çalışmak yerine kendi topraklarını işleyebilirler, ambarlarını mahsülle doldurabilirlermiş. Kendi sürülerini otlatıp, kendi sütlerini işleyebilirlermiş. Bahar aylarında aşılama yaptıkları, emek vererek topladıkları meyve ağaçlarının türlü meyvelerini, kendi adlarına pazarlarda satabilir, kışlık ayırabilir, pekmez gibi gıdalara dönüştürebilirlermiş. Yeniden parasız suya kavuşabilirler, şehre giden yola ayakbastı parası ödemezlermiş. Ama tüm bunlar nasıl olacak? Elbette bir yolu olmalıymış; mesela muhtar efendiyi değiştirmekle başlayabilirlermiş. Çünkü ellerindeki kitap “nasılsanız öyle yönetilirsiniz” diyordu. Yönetici gördükleri muhtarın değişmesi halinde kendi durumlarının da değişeceğine inanmışlar. Bunda hemfikir köylüler kararlarını vermişler.
İlk kez bir muhtar ölmeden görevi bırakmak zorunda kalacakmış Devletli köyünde. Köyün adetlerine göre bir kişi muhtar olduğunda ölene kadar göreve devam edermiş. Hatta çoğu zaman muhtarın oğlu da babasından dolayı tecrübeli olduğu için muhtarlığa layık görülür ve muhtarın oğlu da muhtar olurmuş. Köy halkı, bu saltanatı değiştirmenin zamanı geldiğine karar vermişler.
İlk başta fısıltıyla başlayan muhtar karşıtı söylemler zamanla güç kazanmış. Tabi muhtarı koruyan sahiplenenlerde olmuş ama muhalifler daha güçlüymüş. Zira köyün kötü gidişatından sorumlu tutuluyormuş muhtar. Zira o diğer köylere sık sık gider, orada muhtarlarla görüşür, ahbaplık kurar bunun neticesinde de köyün aleyhine bazı kararlar alınmasına sebep olurmuş. Bunu sonradan fark eden köylüler muhtarı görevi bırakmak zorunda bırakmışlar. Böylece ilk defa devletli köyü muhtarı görevini istemeden bırakmış.
Köylü bunu zafer bayramı gibi kutlamış. Bunun adına devrim diyen bile olmuş. Neticede hayatlarında ilk kez siyasi bir olaya karışmışlar ve itirazları ilk kez ses getirmiş. Bu durum, köy halkında bir iç güvene sebep olmuş. Ve sesi cılız çıkan kimseler bile meydanlarda marş okur hale gelmişler.
Ama yeni muhtarın nasıl seçileceğine gelince işler biraz karışmış. Çünkü daha önce hiç muhtar seçmemişler. Ama bu muammayı çabuk çözmüşler. Diğer köylerde işçi olarak çalışmaya gidenler, oralarda gördükleri, adına “meşru seçim” denilen bir yöntemden bahsetmişler. Önce adaylar belirleniyormuş, sonra da seçime gidiliyormuş. Hemen bu yöntem uygulamaya konulmuş ve seçim için köyden üç aday belirlenmiş. Akıllı, okumuş ve yaşça tecrübeli olmasını dikkate alarak seçtikleri üç adaydan duvar ustası Ahmet çavuş, seçimde en çok oyu alarak devletli köyünün yeni muhtarı olmuş. Olmuş olmasına ama ertesi gün komşu köye işe gitmemiş ve komşu köydeki, birkaç gün önce bir değirmen duvarının örülmesi işi konusunda sözleşme yaptıkları şahıs, Ahmet çavuştan davacı olacağını söyleyince işler karışmış. Evet, Ahmet çavuş altı ay çalışmak için sözleşme imzalamış. Henüz başlamamışlar işe ama değirmenci ısrar etmiş ve davacı olacağı tehdidi ile muhtarlıktan vazgeçirmiş Ahmet çavuşu. Olayı öğrenen diğer köylerin önde gelenleri böyle bir işi kendilerinden habersiz yapılmasını doğru bulmamışlar ve işin içine onlarda girmiş. Çünkü devletli köyünden seçilen her muhtar adayı bir başka köye ırgatlık için sözleşme imzalamışlar. Tek başına bu sözleşmeyi yok sayıp işe gitmemek olmazmış. Devletli köyünün tüm ırgat sınıfı işlerine gitmeseler bu defa da açlıkla yüzleşmek zorunda kalacaklarmış ve bir daha iş bulamayabilirlermiş. Köy içinde de, akıllı, tecrübeli, muhtarlığı hakkıyla yapacak pek kimsede yokmuş. Köyde kalanların çoğu yaşlı, kadın ve çocuklarmış. Köyde kalan yetişkin birkaç kişiyi de, diğer köylerin önde gelenleri kabul etmemişler. Ve devletli köyüne cazip bir teklifte bulunmuşlar. Kendi köylerinde işsiz olan bir emekli öğretmenin devletli köyüne muhtarlığını önermişler. Hem de muhtarlık maaşının kendi köylerinin bütçesinden karşılanacağını ve böylece devletli köyünün de muhtarlık maaşı yükünden de kurtulacağını söylemişler. Birkaç itiraz olmuş ama çok cılız kalmış ve hemen bastırılmış. Muhtarlık maaşından kurtulmaları demek; köydeki her hane başına senelik ödemeleri gereken iki teneke dolusu buğdayın, yani yarım çuvaldan az fazla buğdayın kilerde kalması demekmiş. Bu teklifi memnuniyetle karşılamışlar. Komşu köyün bu girişiminin kendi köylerine karşı duyduğu yakın ilgiye işaret olduğunu, bundan sonrada daha sağlam ilişkileri olacağına inanmışlar. En ciddi muhalefet hebeşten gelmiş. “kuzuya kurttan çoban olmaz”, “tuzlu aşa su katmak olmaz”, “eğri hıyar bükmekle doğrulmaz”, “her gelen beleş tavuk yenmez”, “hırsıza anahtar, yolsuza yol sorulmaz, aşık olana akıl, maşuka vefa sorulmaz”, “yaş yemeni başa sarılmaz”, “başka köyün beyinden bizim köye bey olmaz” “eğri kılıç düz kılıfa girmez” “esnafın insafına, münafığın imanına, yabancının fendine güven olmaz” hebeş daha nice sözler söylemiş ama bu sözlerini kimse dikkate almamış. Ve ilk kez köy dışından bir muhtarları olmuş.
***
Kısa süre içinde yeni muhtar evini devletli köyüne taşımış ve görevine başlamış. Böylece Devletli köyü yeni muhtarına kavuşmuş.
Yeni muhtar çok çalışkan bir adammış. Durmak nedir bilmiyormuş. En başta eski mesleği olan öğretmenliğin tecrübesinden de yararlanarak köyü baştan sona teftiş etmiş. Köy de kaç aile var, yaş grupları nedir, ne iş yaparlar, çalışanlar, çalışmayanlar, köyün mevcut arazisi, su kaynakları, tarihi, vs daha bir çok konuyu araştırıyor, hepsini not alıyormuş. Onun çok çalışkan olduğunu söylüyormuş bazı köylüler. Önceki muhtarlar bunların hiçbirini yapmazlarmış. Gerçi bu bilgilerin hepsini aynı köyün insanı oldukları için zaten bilirlermiş, “ama olsun, yazılı kayda geçmek daha iyidir” diyormuş yine bazı köylüler. Ama muhalefet etmeyi öğrenen devletli köyünün sakinlerinden, yeni muhtarın faaliyetlerinden rahatsız olmaya başlayanlar da varmış.
-“Bu bilgileri niçin topluyor sanıyorsunuz? Tabi ki satmak için. Bu muhtar diğer köylerin ajanı olarak buraya geldi. Bu bilgileri aleyhimize kullanacaklar.”
-“evet,doğru söylüyorsun. Elde kalan az sayıda araziyi de almak istiyorlar. Bu arazileri işleyecek adama da ihtiyaçları olacak. Onun içinde işsiz olanlarımızı, onlara işçi gitmeyenlerimizi tesbit ediyorlar. Bekar kız ve oğullarımızı listeliyorlar.”
-“sadece mal ve evlatlar mı? Hayır, kim yandaş kim farklı düşünüyor bunu da araştırıyorlar. Zira bizim köy, civar köyler içinde en kalabalık nüfusa sahip olan köydür. Menfaatleri icabı hem arazimizi hem insanımızı el altında tutmak istiyorlar. Kimse böyle bir geçim kaynağını kaybetmek istemez. Bunun içinde bizim nabzımızı ölçmek için gönderdiler bu muhtarı.”
-“haklısın, haklısın.”
…
(Hemen her yerde karşımıza çıkan bir gerçek vardır; düşünürlerin çoğu, hayatın içindeki olumsuzlukları, sorun ve kötü gidişatı doğru tespit ederler de, çözümde yanılırlar. Halk ise zaten orta da olan çözümü görürler, bilirler ama yaşamazlar; daha çok kendi adlarına düşünenleri takip ederler. Çünkü sorumluluk almak istemezler. Kendi adlarına düşünenleri takip edince sorumluluktan kurtulduklarını sanırlar. Sonuçta bedeli hep beraber öderler. Bunun için de böyle toplumlar iflah olmazlar)
Devletli köyü ilk zamanlar yaşam şekilleri değiştiği için inançlarını kaybetmişler. Daha sonra köylerinin arazisini ve hayvan sürülerini. Daha sonra geçinebilmek için çalışmaya giden evlatlarını. Mal, evlat ve inançlarını kaybeden köylüler, son olarak muhtarlığı da, yarım teneke buğday karşılığı diğer köylülere satarak idareyi de kaybetmişler. Bunun çok yanlış bir iş olduğunu kısa zamanda anlamışlar ama çoğu kimse sorumluluk almak istemediği için konuyu dillendirmemiş.
Hebeş ve bazı köylülerin öngörüleri ise bir bir gerçekleşiyormuş. Yeni muhtar köye gelen resmi sömürücüymüş sanki. Kısa zamanda köylünün elinde kalan son tarlalarda satılmış. Çalışmayan köylüler köyün kötü talihi gerekçe gösterilerek başka köylere işe gitmeye zorlanmış. Çocukların eğitimi yetersiz bulunarak okul derslerine ek dersler konulmuş. Ayrıca köylüye bir vergi konmuş. Hatta adına vergi bile denmemiş; “devletli köyü bütçe aidatı” denmiş. Bu parayla köy için bütçe oluşturulmuş ve köy için modern yatırımlar planlanmış. Köyün ilk yatırımı ise, köyün ihtişamlı geçmişini hatırlatan büyük bir kuleymiş. Kulenin üstünde de köyün çalışkanlığını temsil eden bir heykel olacakmış. Bu heykel, kucağında buğday başakları taşıyan gürbüz bir delikanlı olarak kararlaştırılmış. Kararlaştırılmış diyoruz çünkü muhtar, “buna tek başıma karar veremem” diyerek köylünün seçmesi için bir akşam seçim yapılmasına karar vermiş ve köylüler de kendilerine sunulan, köye gösterişli bir giriş kapısı yaptırmak yerine, köyün tam orta yerine yapılacak bu hatıra anıtına karar vermişler. Seçim sonrası kürsüye çıkan muhtar bir konuşma yapmış. Son günlerde ki gelişmeleri, köy halkının, medeni anlamda sınıf atlama çabası olarak değerlendirmiş, tüm köylüyü özgür iradelerine ve köylerinin geleceğine sahip çıkmalarından ötürü tebrik etmiş.
Köylünün içinse anıt seçimleri, tercihleri sorulduğu için gurur kaynağı olmuş. Kendilerini daha önemli sayıyorlarmış bu gibi durumlarda. Netice de kendileri seçmişti hatıra anıtını. Gerçi kimine göre başka bir yatırımda düşünülebilirmiş ama muhtar, seçmek için ya köy kapısı, ya da köy anıtı seçeneğini koymuş seçim kâğıdına. Diğer yandan, anıt için yeterli bütçeleri olmadığından, komşu köyden faizle kredi almaları da sıkıntı olmuş içlerine. Hatıra anıtının maliyetinin neredeyse yarısı için kredi kullanmak, bir anlamda geleceklerini, emeklerini ipotek vermek gibiymiş. Ama seçim kâğıdında da başka seçenekte yokmuş. Köy kapısı da deseler hatıra kulesi de deseler ikisi için de borçlanmaya “evet” demiş oluyorlarmış. Bütün bunlar zaman zaman kafalarına takılsa da, hatıra anıtının yükselen duvarları, gururlarını epeyce okşamış. Zira bu köyün şanlı bir geçmişi varmış ve ataları şimdi onlarla gurur duyuyor olmalıymış.
…
Günler hızla geçiyormuş. Devletli köyünün hatıra anıtının yapımı bitmiş. Törenle açılış yapılmış. Çocuklar koro halinde şarkılar söylemişler, büyükler davullu zurnalı halay çekmişler. Köyün yeni simgesi anıtmış artık. Ama kısa sürede bir özelliğinin olmadığı konuşulmaya başlanmış. Kimisi köye giriş kapısı yapılsa daha iyi olurdu diyormuş. Kimisi köyün imkânlarının böyle gereksiz israf edilmesine karşıymış. Kimisi “kredi kullanmadan yapılsaydı keşke” diyormuş. Kimisi anıt için kullanılan taşların, ustaların ve diğer malzemelerin diğer köylerden satın alınmasına içerlemiş. Netice de herkes bir şeylerin yanlış yapıldığını söylüyormuş ama muhtar referandumu hatırlatarak sorumluluğu köylünün üzerine atıyormuş.
Bir gün çok fena bir şey olmuş. Komşu köyden bir grup, devletli köyünün kendilerinden aldıkları borcun faizini tahsil etmeye gelmişler. Ve muhtardan alacaklarının bir kısmını para olarak almışlar, paranın kafi gelmediği yerde de köy adına borç senedi almışlar. Yemekler yenilip, ikramlar bitip, akşam yaklaşınca komşu köyün tahsildarı ve iki arkadaşı dönüş yoluna koyulmuşlar. Ama onları bekleyen bir felaket varmış. Devletli köyü sakinlerinden bir grup, gizlice pusu kurmuş, tahsildarı ve iki arkadaşını öldürmüşler. Çantalarında ki tüm paraları ve senetleri almışlar. Hatta öfkelerini alamayıp cesetler üzerinde türlü eziyetler yapmışlar.
O gece olayı bilmeyenler sabaha kadar huzurlu bir şekilde uyumuşlar. Uyuyamayanlar katiller ve baykuşlarmış. Baykuşlar sabaha kadar uğursuz uğursuz ötmüşler. Kimine göre baykuşların ötüşü çok kötü günlerin habercisiymiş.
…
Ertesi sabah, acı haber köylere hızla yayılmış. Kan kokusu taa nerelerden duyulmuş. Feryatlar, figanlar, çığlıklar, intikam yeminleri birbirini kovalıyormuş. Ama töre gereği ilk yapılması gereken cenazelerin defin işlemleriymiş. Kalabalık bir topluluk, cenazelerini alıp köylerine dönmüşler.
Suçluluk üstlerine zift kokusu gibi sinen devletli köyü sakinleri, o gün köyden dışarı çıkmamışlar. İşe de gidememişler. Diğer köylere iş için gittiklerinde, başlarına bir bela gelmesinden korkuyorlarmış.
Köye tam bir sessizlik hakim olmuş. Kimse gürültü yapmaya yanaşmıyormuş. Çocuklar oyun oynamıyormuş. Hatta bahçe kenarlarında gezinen üç beş tavuk, kaz, ördek bile ses çıkarmıyormuş. Cinayetin soğuk havasını taşıyan sabah meltemi de esmiyormuş.
Akşama doğru, evlerin ve sokakların köşelerinde toplanmaya başlamış köylüler. Bir yandan endişelerine, bir yandan da meraklı sorularına cevap arıyorlarmış. Böyle bir cinayeti kimin yaptığını hiç kimse bilmiyormuş. Ancak bazı hane sahiplerinin, geceleyin eve geç gelen birkaç gencin ismini vermesiyle olay bir anda ortaya çıkmış. Sabah cenaze yerinde olmayan, ortalıklarda da hiç görünmeyen en az on beş genç varmış. Tek tek isimleri ortaya çıkıyormuş. Kimse kendi evladının ismini vermemiş ama herkes birbirinin evladının ismini ispiyon ederek kimler olduklarını ortaya çıkarmışlar. Bu arada köy meydanında insanlar toplanmaya başlamış. Fısıltılar itiraflara, ispiyonlara, haykırışlara dönmüş. Ve netice de eldeki veriler karşılarına organize bir yapı çıkarmış. Tam da olayı çözdük diyorlarmış ki, gecenin failleri bizzat kendileri ortaya çıkmış.
Sabahtan beri ortalarda görünmeyen failler, bir asker bölüğü gibi disiplinli, nizamlı adımlarla köy meydanına doğru geliyorlarmış. Ne telaş, ne suçluluk varmış suratlarında. Herkesin gördüğü bir isyan, bir nefret izi varmış şakaklarında. Önlerinde komutan edasıyla yürüyen kişi de, köy sakinlerinden olan öğretmenmiş.
Meydan da toplanan kalabalığın karşısına gelip durmuşlar. Kalabalık içinden kimi anne babalar korkuyla evlatlarına bakıyorlarmış. Ama evlatlar kendilerini izleyen anne babalarıyla göz temasından itina ile kaçınmışlar. Zira bu onların metin duruşlarını sarsabilirmiş. Buna karşılık gençlerin keskin bakışları köylülerin ürpermelerine yetmiş. Bu bakışlar, o güne kadar pek görmedikleri bir bakışmış. İntikam bakışı.
Öğretmen kalabalığı tam karşısına almış ve konuşmaya başlamış.
-“Ey devletli köyü sakinleri. Geçen sene mezarlığımızda bulunan, köyümüzün en değerli hazinesi olan kitabımız da şöyle yazıyor. “kim haksızlık karşısında susarsa dilsiz şeytandır” evet halkım, siz haksızlık karşısında sustunuz ve sizin babalarınız ve onlarında babaları da haksızlık karşısında her zaman sustular. Böylece zavallıca yaşamak, kaderimiz oldu adeta.
Köyümüz çok uzun zamandır sistemli bir şekilde sömürülmektedir. Büyüklerimizin anlattıklarına ve eski kitaplarımıza baktığımızda önce topraklarımızı elimizden aldılar. Sonra hayvanlarımızı, yollarımızı derelerimizi aldılar. Geçim derdine düştüğümüzde bizleri işçi alarak, emeklerimize sahip oldular. Önceden komşuyduk onlarla, sonrasında bize efendi oldular. Özgür düşünemeyen gençlerimiz yeni efendilerine imrendiler ve sahip olmadıkları şeyleri taklide başladılar. Böylece oğullarımızı kızlarımızı kaybettik. Gençleri tükenen bir toplumun, geleceği de tükenir. Biz böylece maddi manevi neyimiz varsa, hayatta kalma pahasına kaybettik. Bu durumu belki yaşlı kadınlar sadece ağıt yakarak kabullenebilir. Zoraki köleliğe gücümüz yetmez ise neyse diyebiliriz, sabır diyebiliriz, “belki bir gün…” der ümit besleriz. Ama artık, gönüllü kulluğu benimsettiler halkımıza. Aslımızı unuttuk ve geriye bir şey kalmadı.
Tam bu nokta da bir mucize oldu ve bize özgürlüğümüzü yeniden kazandıracak bir kitap ortaya çıktı. Evet, itiraf ediyorum, o kitap bende. Ve bu gençler, kitaptan aldıkları sorumlulukla o kan emici, soyguncu, özgürlüğümüze bir kilit daha vurmaya çalışan hırsızları, köyün geleceği için, kahramanca öldürmüştür. Bundan sonra ki hedefimizde diğer köylerin içimizde ki ajanı olan şu muhtarı öldürmektir.”
Bunu söyleyen öğretmenin işaret parmağı, muhtarı göstermiş. O sırada muhtar, bir köşede, tüm konuşulanları not alıyormuş. Ayrıca isyancı grubun içindeki gençlerinde tam listesini alel acele kaydetmiş. İsyancı başı öğretmenin, öfke dolu ağzından çıkan “muhtar” kelimesi, yabancı muhtarın tüylerini diken diken etmiş. Eli ayağı titremeye başlamış. Öfkeli gençlerin tehdit dolu haykırışları, linç edilme korkusunu son hücresine kadar hissetmesine neden olmuş. Son bir çare, kendine çeki düzen vermiş; sesini ve bembeyaz olan yüzünün rengini toparlamaya çalışarak, seslenmiş;
-“Ey meslektaşım, biliyorsun ki ben de bir öğretmenim. Ömrüm boyunca çocukların, dolayısıyla toplumun ıslahı için çalıştım. Şimdi de yorulmadan bıkmadan köyünüzde hizmet veriyorum. Sana soruyorum öğretmen, mesleğine yakıştı mı bu yaptığın. (köylülere dönerek ve sesini yükselterek) Peki, size soruyorum ey koskoca devletli köyünün sakinleri, sizin adetlerinizde, örfünüzde, inancınızda bir misafiri tehdit etmek ya da öldürmek var mıdır?”
Bu sözleriyle köyün gururunu öyle bir kabartmış ki, köylüler, muhtarın önüne set olarak isyancılarla muhtar arasında set oluşturmuşlar. Bu sahneyi gören öğretmen, parmaklarını birleştirdiği sağ elini, kılıç savurur gibi savurmuş ve kalabalığı sanki ortadan ikiye ayırmış. Gür sesiyle haykırmış içinde birikenleri;
-“Ne yapıyorsunuz? Neyi koruyorsunuz? Kahraman evlatlarınızı korumak yerine, birazcık gururunuzu okşadı diye şu ispiyoncu ajanı, muhtarı mı koruyorsunuz. Kime acıyarak bakıyorsunuz. Köyün kaderini değiştirecek bu gençleri neden marşlarla karşılamıyorsunuz. Sömürü çarkının aldığı öğüttüğü sizi miskin, sizi korkak, sizi gurur budalası insanlar… Sizin inancınızda misafire hürmet varmış, peki hırsıza, yalancıya, fırsatçıya ne var? Bileklerinizin, el ve ayaklarınızı kiraya verdiniz diyelim yabancılara, peki aklınızı da mı kiraladılar. Şunu bilin ki, kutsal kitabın bize verdiği yetkiye dayanarak, hem yabancıları hem de sizleri bize tabi olmaya çağırıyorum, aksi halde düşmanımızsınız artık.”
Bu açık tehditten irkilmemiş kimse kalmamış. Gençlerin alev alev yanan bakışları, kinlerini, öfkelerini ve önderlerine ne denli bağlı olduklarını çok net gösteriyormuş.
Meydan da kısa süreli bir sessizlik oluşmuş. Sonra meydana yaşlı başlı bir molla çıkmış. Gün görmüş bir adammış molla efendi. Üzerinde bedenini yarasa gibi saran, kendine has geniş, siyah bir örtü varmış. Kafasında ancak mollaların taktığı bir sarık varmış. Meydanın orta yerine doğru hem yürüyor hem de sol eliyle kavradığı sarığını sıkarak başından çıkarıyormuş. Sonunda sarığı sıktığı sol elini yumruk yapmış. Sarığı öğretmene doğru fırlatmış. Sonra da başlamış haykırmaya.
-“her şeyi berbat ettin, her şeyi berbat ettin sen. Ey isyancı terörist, kandırıp aklına girdiğin bu gençleri yoldan çıkarmak marifet midir? Peki, suçsuz yere sadece görevini yapan tahsildarları öldürmek marifet midir? Komşu köylerle uzun yıllardır zorluklarla oluşturduğumuz ilişkilerimizi ve ekmek kapılarımızı tehlikeye atmak marifet midir? Evlatlarını ailelerine karşı düşman etmek marifet midir? İnsanların geleceklerini, bir halkın kaderini, ümitlerini kendi ihtirasların uğruna harcamak marifet midir? Sen bunları okuduğun kitabın neresinden çıkarıyorsun? Kitap sana öldür, isyan et, tehdit et, yeminleri sözleşmeleri yok say, ekmeğine ihanet et mi diyor? Şunu bil ki; biz tarihimizi senden iyi biliriz. Köyümüzün şanlı tarihi ve kökü sağlam kültürünü senin gibi aşırılardan öğrenecek değiliz. Bahsettiğin şanlı tarihe kavuşmanın yolu isyan mıdır yoksa gayret midir? Bak yakın geçmişimize, belki arkanda duran gençler bilmez ama sen bilirsin. İş versinler diye diğer köylülere yalvaran biz değil miydik? Yalan bahanelerle diğer köylere gidip, maharetlerimizi sergileyerek iş uman biz değil miydik? Senin baban yıllarca batıköye çoban olup hizmet etmedi mi? Ne çabuk unutuyorsun. Bak şimdi sen öğretmen oldun. Çocuklarımız rahatça iş bulabiliyorlar komşu köylerde. Çalışkanlığımız ve emeklerimiz takdir edilmiyor mu onlar tarafından? Birçok köylü hemşerimiz, niteliklerinden ötürü, farklı farklı görevler almadılar mı diğer köylerde. Birçok kritik noktada aldığımız sorumlulukları ve yetkileri kullanarak köyümüzün menfaatine işler üretemez miydik? Onların güveninin kazanarak düşmanlıklarından emin olmaz mıydık? Diğer köyler, özellikle batıköy, ne zaman dara düşsek kredi verdiler. Bütün kızlarımız oğullarımız iş sahibi oldular. Şanlı ama zengin tarihimizde unuttuğumuz meslek ve becerileri yeniden kazandık onlar sayesinde. Biz emek verdik ama onlarda bize teknik öğrettiler, medeniyet öğrettiler. Onların hoşgörülerini kazansaydık, dostluklarımızı pekiştirseydik, hizmette kusur etmeseydik ne çok şey kazanırdık. Ama görünen o ki, senin gibiler yüzünden her şeyimizi kaybettik. Kimden en çok nefret ediyorum biliyor musun? Senin gibi düzen bozucu, asi ve hainlerden. Çünkü sen olmasaydın, güven ve huzurumuz bozulmayacaktı. Sen köyümüze ait kitabı, sadece kendinde sanıyorsun ama yanılıyorsun. Kitabın büyük bir kısmı da bendedir. O kitap diyor ki; “size karşı savaşmayanlarla savaşmayın, adam öldürmeyin, fitne çıkarmayın, haddi aşmayın, tamahkâr olmayın ve asla yöneticilere isyan etmeyin”
Mollanın sözleri henüz bitmişti ki öğretmen tehdit dolu, saldırgan cümleler le cevap verdi;
-seni satılık seniii, işbirlikçi molla. Köyümüzün bir ferdi gibi değil; onların casusu gibi konuşuyorsun? Demek ki senin kitabın hakkını aramaya fitne, hırsızlığa mani olmaya ve hakkın olanı geri almaya tamahkârlık, tepki vermeye de savaş diyor öyle mi? Madem öyle bende açık bir savaş ilan ediyorum; köyümüzün topraklarından ve halkımın özgürlüğü üzerinden diğer köylerin egemenliği kalkmadığı sürece bu savaş hiç bitmeyecek.
Molla cevabı yetiştirdi:
-“yeni egemenlik senin mi olacak peki? Atalarımızın parayla sattığı bu toprakların tapusu şuan onların değil midir? Buraları kaba kuvvetle alırsan eğer, sen de hırsız olmaz mısın? İşgalci olmaz mısın?”
-“onlar işgalci olacağına ben işgalci olurum” demiş öğretmen.
Bunun üzerine mollanın sözü kalmamış. Susmuş, düşünmeye başlamış. Karşısında dimdik duran öğretmen çok kararlı, aynı zamanda da inatçıymış. Öğretmene ne söylese fayda etmeyecek gibiymiş. Sessizliğini bozmamış. Hiddeti ezilmiş, suratı iyice düşmüş. Ama arkasında duranlarda çoğalmış.
Köy halkı, tiyatro seyircisi gibi izlemiş tüm olanları. Bir mollayı, bir öğretmeni dinlemişler. İçlerinden biri de müdahil olmamış son ana kadar. Ancak en sonunda birisi, kalabalık arasından sıyrılarak çıkmış meydana. Bu kişi imammış. Kendinden emin yüz ifadesi takınmış. Zira endişe etmesini gerektirecek bir şey yokmuş. O saygın biriymiş. Köyün büyüklerindenmiş. Tüm doğum, düğün ve cenazelerde ona müracaat edilirmiş. Herkes üzerinde hakkı varmış. Söze girmiş ve böylece sessizliği bozmuş;
-vay halinize, vay halinize sizin. Köyün en aklı başında insanları, köyün sözü dinlenir büyükleri, eğitimli ve ilim sahibi sandığımız kişilerin haline bir bakın. Birisi çıkmış ateşe körükle gitmiş, hakkımızı arayacağız diye insanları öldürmüş. Gençleri ailelerine karşı örgütlemiş. İsyan edip düzen bozmuş. İnsanın egemenliğinden şikâyet edip şeytanın egemenliğine teslim olmuş. Şikâyetlerinde haklı ama eylemlerinde haksız olan birisi, öğretmen, sen ne yaptığının farkında mısın? Sana gelelim molla efendi, sen ne yaptığının farkında mısın? Öğretmenin şiddeti tercih ederek yoldan çıkışına karşı cevabın az önce duyduğumuz saçmalıklar mıydı? Sömürü nedir, haksız ve hileli kazanç nedir, köleleştirme nedir? Bunlar hakkında hiçbir fikrin yok mudur? Bilinçli ve sistemli bir sömürüye maruz kalan köyümüzün, maddi manevi tüm yeni değerleri, diğer köylere hizmet edecek şekilde düzenlenmiş olduğunu görmüyor musun? Bu duruma açlık endişesi ile belki sabredilebilir. Ama sen bu halka gönüllü köleliği emrediyorsun? Emeğimizi esirgemediğimiz diğer köylere karşı hep hoşgörülü, alttan alan, hizmette kusur etmeyenler olmamızı emrediyorsun. Peki, neden onlar bizi hoş görmüyor. Neden zilleti bize reva görüyor. Şu arkandaki küçük mollalar da belli ki hocalarının dediklerini sadece ezberlemişler ama maalesef hiç düşünmemişler.
Sonra yüzünü halka dönerek sözlerine devam etmiş.
-“ey halkım, mezarlık içinden kurtuluş reçetesi olarak çıkan kutsal kitap diyor ki; “onlar her vakit Allahı anarlar ve onlar hep orta yolu seçerler ve onlar aşırı gitmezler ve onlar nankörlük etmezler”. Yani mümin bir kul hayatını helalinden kazanır, fitneden uzaklaşır, orta yolu takip eder ve Allahın adını anmaktan vazgeçmez. Şu gördüğünüz iki kişide aşırıdır. Biri hak ararken katil oluyor, diğeri de itidal adına sömürüyü meşrulaştırıyor. Ben derim ki, kurtarıcımız gelene kadar ibadetlerimize devam edelim. Gece zikirlerinden ve günde yüz kere salâvat getirmekten geri durmayalım. Biz nefsimize dönelim. İbadetler bizim kurtuluş reçetelerimizdir. Camimize daha sık gelin, kabirdekiler için bol bol Yasin-i şerif okuyun, tesbihatı sakın bırakmayın. Ve dua edin. Bir gün Mehdi hazretleri gelecek ve tüm inanmış kullara şefaat edecek.
Şimdi ben, şu ikisinden de uzaklaşıyorum. Ne yapacakları varsa yapsınlar, ben kendi işime bakacağım. Kimse de bunları takip edip fitneye alet olmasın”
İmam sözünü bitirip yürümeye başlamış. Halkın içine karışıp gözden kayboldu. Kalabalık bir grupta imamın peşinden gitmeye hazırlanıyormuş ki köyün ihtiyar heyetinden birisi ortaya çıkıp bağırmış.
-“heyy, kimse gitmesin, size diyorum kimse gitmesin. Beni dinleyin, bugün anlaşılıyor ki köyün en aklı başında sandığımız, insanlara yol gösterecek makamlarda olanlarımız, ne dediklerini bilmiyorlar. Bu meseleyi uzatmadan çözmeliyiz yoksa köyümüz parça parça olacak. Muhtar, hele söyle bir çözüm önerin var mıdır?
Köşe bir yere sıkışmış muhtar sözün kendine düştüğünü görünce hemen atılmış;
-olmaz mı efendi olmaz mı? Ben derim ki; sorunları ortak akıl çözer. Yani oylamaya gidelim derim.
-ama muhtar, ne oylaması, neye oy kullanacağız?
-“görüyorum ki tüm ayrılık düşüncelerinin temelinde bir kitap yatıyor. Bu kitap ayrılığı körüklüyor, insanları anarşizme sürüklüyor. Her şey yolunda giderken ve insanlar mutluyken bir anda ortalık karışıyor. Bunun suçlusu olarak ben bu kitabı görüyorum. Köyümüzde yapılacak oylama da şuna karar verelim. Bu kitabı toplatıp yakmalı mı yoksa bu kitabı toplatıp, kilitli bir sandığa koyup, kimsenin bilmediği bir yere mi gömmeli? İşte bunun oylamasını yapalım derim. Her şey özgür irade ile olacak. Kim ne istiyorsa onu oylayacak. İster gömülsün, ister yakılsın”
Muhtar konuşmaya başlayınca ortamı terk eden öğretmen ve tabisi olan gençler dışında herkes bu öneriyi kabul etmiş. Sadece bir kişi itiraz etmiş. O da Deli Hebeş’miş.
…
Köy halkı, muhtarın oylama teklifinin, çok iyi bir fikir olduğuna inanmış. Zira köyde, kitap ortaya çıktığından beri ihtilaf varmış. Parça parça olmuş köy halkı. Her bir grup diğerlerinden farklı düşünüyormuş. Son yaşanan olaylar da bunun en iyi örneği olmuş.
Bölünmüş, birbirine zıt düşmüş grupların tamamı da iddialarını kitaba dayandırıyormuş. Parça parça olmuş kitabın, kim bir parçasına sahipse o kadarıyla övünüyormuş. Fikirlerinin, dolayısıyla kendilerinin, diğer gruplara üstünlüklerine böylece inanmışlar. Bu inanç, (üstünlük fikri) olayların olduğu gün, düşüncelerini diğer taraflara dayatma olarak kendisini göstermiş. Bunun çok tehlikeli olduğunu anlayan köylüler, çözümü, (muhtarın teklifi üzere), ihtilaf kaynağı kitabın yakılması ya da gömülmesinde bulmuş.
Herkesin oylamaya tamam dediği anda, en başından beri sessiz sedasız olanları izleyen Deli Hebeş, ortaya atılmış.
-Ey aklını kullanmayan halkım, beni dinleyin.
Muhtar Hebeş’in sözünü yarıda kesmiş;
-Dinleyecek bir şey yok, sesini kes ve ortalığı daha fazla karıştırma Hebeş.
-Asıl sen kes sesini yabancı, burada en çok ben konuşmalıyım. Zira akılsız başın cezasını ayaklar çekermiş. Benim halkım çok uzun zamandır akıldan uzak yaşamaya alışmıştır. Onlara karar aldıran akılları değil tabi olduklarıdır. Bazen hislerine, bazen keyiflerine, bazen büyüklerine, bazen de şeytana tabi oldular. Şimdi de sana tabi olmak üzereler. Peki ne için? Onlara sunduğun teklif için? O teklif neydi? Bir daha düşünün komşularım, akrabalarım, ey halkım bir daha. Size sunulan şey, fitnenin kaynağı gösterilen kitabı yakmak ya da gömmek için oylamaya gitmek, öylemi? (muhtarı parmağıyla göstererek)Duydum ki muhtarın bu teklifine uzak diyarlar da demokrasi diyorlarmış. Seçeneklerini iktidar sahiplerinin belirlediği şeyleri halka seçtirerek adeta bir tiyatro oynatıyorlarmış. Halkta asla kendi lehlerine olmayan ama kendilerinin seçmek zorunda kaldıkları şeye razı oluyorlarmış. Muhtarı da öyle seçtirmediler mi köyümüze? Peki şimdi soruyorum size, neden yakmak ya da gömmek zorunda kalalım. O kitapta yazan ve kötü olan ne duyduk ki bugüne kadar. Asıl kötü olan kitabı parçalamak ve kişisel hırslara göre yorumlamak değil midir? Ve şu da bir gerçek ki; halka okunmadı o kitap, sadece ekabir geçinen insanlar, kendi aralarında paylaştılar ve kendilerine göre okuma yaptılar. Kendileri gibi düşünmeyenleri benim gibi deli ya da aşırı olarak nitelendirdiler. Halktan neden gizlendi tüm kitap. Her akşam bir sayfası okunsaydı köy meydanında, köy halkının da fikri olsaydı kitapla ilgili… İşte o zaman yakmak isteyen yaksın, gömmek isteyen gömsün derdim. Ama bence, kitabı toplayıp birleştirerek yeniden okumalı. Belki o zaman, en başından beri savunduğum, bu halk için bir huzur sebebi olabilir.
Ve şimdi, en sonunda ortaya katiller çıktı, gönüllü kölelikten yana hainler çıktı, hiçbir şeye karışmam, zikir çekerim ve ahreti beklerim diyenlerimiz çıktı. Kitaptan şunu duymuştum bir keresinde “nasılsanız öyle yönetilirsiniz” ve “bir toplum kendi nefsinde olanı değiştirmedikçe Allah o toplumda olanı değiştirmez”. Değişim biz de başlamalı, anlayın artık. Sonra bu değişimin hayatın her alanına yansıyacağını hep birlikte göreceğiz. Aksi halde serseriler gibi bir o yana, bir bu yana koşturup duracağız. Geri de ise acılarla dolu, türlü zahmet ve meşakkatle dolu günler kalacak. Gelin, beni dinleyin ve şu muhtara güvenmeyin. Ne şiddet taraftarı öğretmeni, ne uysal koyun olmayı öğütleyen mollayı, ne de beklentilerini ve bir toplumun kaderini ahrete erteleyen imamı dinlemeyin. Beni de dinlemeyin hatta, dinleyeceğiniz şey o kitap olsun. Eğer verecekseniz bir karar ondan sonra verin. İşte o zaman hayatınızda nelerin değiştiğini hayretle göreceksiniz.
Kalabalık içerisinden bir ses duyulmuş;
-ey hebeş, sen bize kitap okumayı mı öğütlüyorsun, başımızda bu kadar mesele varken oturalım da eskilerin masalı olan bir kitaptan medet mi umalım?
Hebeş bir şey duyamaz olmuş. Ortalık karışmış. Her kafadan bir ses çıkıyormuş. Saatlerdir meydanı dolduran kalabalık büyük bir kargaşa, dedikodu ve hengâmeyle dağılmaya başlamış. Ne üzerinde karar kıldıkları belli değilmiş. Hebeş çağrısının karşılıksız kalması üzerine boğazı düğümlenmiş. İlk kez ağlamaklı olmuş. Ne yapacağını bilemiyormuş. Hem kızgın, hem öfkeli hem de çaresizmiş. Halkı taşlamak istiyormuş, sabahlara kadar suratlarına karşı haykırmak istiyormuş. Onların duyarsızlığı ve cahilce yaklaşımları en sabırlı insanı bile çileden çıkarabilirmiş.
Gece karanlığı çökmeye başlamış. Gökyüzünü kapkara bulutlar kaplamış. Ardı ardına şimşekler çakmaya başlamış. Ama hiç yağmur yağmamış. Bereket artık daha çok uzaklaşmış devletli köyünden. Ağaç yapraklarını baykuşlar doldurmuş. Sabaha kadar ürkütücü ürkütücü ötmüşler. Köpekler ulumuş, ağıt yakar gibi. Bütün köy halkı o geceyi, evlerinin köşelerinde sabaha kadar dedikoduyla geçirmişler. Kimse uyuyamamış. Fırtına çıkmış hafiften.
Ve o gece, karanlık sokaklarda dolaşan biri varmış. Hırsız edasıyla bazı evlerin kapılarını, pencerelerini yokluyormuş. Ne baykuşlar ne de karanlık onu korkutmuyormuş. O insanlarından korktukları şeylerden korkmuyormuş. O, çizilen ve kendisine dayatılan kaderden korkuyormuş. Ve o korkusunu yenmek için onunla yüzleşen biriymiş.
Karanlık sokakta pencerenin birini aralamış ve içeri atlamış. Onu gören köpek hiç ses çıkarmamış.
….
Devletli köyü ibretlik bir köymüş. Zenginlik ve refah içinde yaşarlarken Allaha şükretmeyi unutmuşlar. Böylece nankörlük etmişler ve zelil bir yaşam kaderleri olmuş. Allahı unutan ilimden(vahy) uzak kalır, ilimden uzaklaşan cehalete yakınlaşır. Cehalete yaklaşan ölçüyü kaybeder. Ölçüsüz ve değersiz insan ise fesat çıkartır, kan döker. Artık o kaybedendir sadece.
Ahretini kaybetmiş insan dünyasını da kaybetmiştir. Bu zarar, sadece onu çıkaranı sarmakla kalmaz, herkese ulaşır. Böylece fitne, koca bir toplumu, hastalık gibi sarar. Önceleri hastalıktır sadece ama sonra kansere dönüşür. Tüm beden ifsad olur.
Devletli köyü bir zamanlar bereketin adresi-simgesi olmuş. Bol bol nasiplenmişler bu zenginlikten. Ama bu bereketin şükrünü-gereğini yerine getirmemişler. Sadece kendilerini düşünmüşler. Yangın ve sel gibi afetler yaşayan diğer köylere destek olmamışlar. Bu durum diğer köylerde hırs ve rekabet hissi uyandırmış. Komşu köylerin hırslı rekabeti, devletli köyünün de tembellik ve rehavet dolu hali, adeta saltanat süren bir halkı yok etmiş. En sonunda Devletli köyü toprak ve akarsularını kaybetmiş, insanlarını işçi-köle vermiş, inanç ve geleneklerini unutmuş, umutları olmayan bir toplum olarak kala kalmış. Şimdi de başlarını cinayet belası ve ayrılık sancısı sarmış.
Gaflet uykusundan uyanmak için kurtuluş reçetesi olarak gördükleri kitap, başlarına ne büyük belalar sarmış. Ve nihayet o gün, aldıkları son kararla kitabı köy meydanında yakacaklarmış. Ayrılıkları ve aykırı görüşleri ortadan kaldıracaklarmış. Sonra öldürülen tahsildarlar için kesilecek cezaya razı olacaklarmış. Böylece her şey eski günlere dönmüş olacakmış. “azıcık aşım, kaygısız başım” diyorlarmış.
Ama bu hesaplar tutmamış tabi. Öncesinde, elinde kitaptan bir parça bulunanlar, ellerindeki mushafı vermek istememişler. Vermeye razı edildiklerinde de kitabı bulamamışlar. Hemen akabinde komşu köyden haber gelmiş. Kurulan köy mahkemesinde alınan karara göre; öldürülen üç tahsildara karşılık, olaya karışan 13 gencin ve emirleri olan öğretmenin idamına, devletli köyüne de ceza olarak, köy isimlerinin eski köy olarak değiştirilmesine karar verilmiştir. Bu haber ortalığı tarumar etmiş. Kimisi evlatlarının akıbetine yanmaya başlamış. Kimisi itibar olarak kalan tek şeylerinin köylerinin ismi olduğunu, onunda kendilerinden alındığında hiçbir şeylerinin kalmayacağına yanıyormuş. Kimisi mahkemeye itiraz ediyor, kimisi neden bütün köy yargılanıyor diye feryad ediyor, kimisi de artık sonuca katlanılması gerektiğini anlatıyormuş.
Söylentiye göre bu dava hiç bitmemiş. İsyan eden öğretmen ve arkadaşlarından bazıları yakalanıp idam edilmişler. Ama bazıları da intikam yeminleri etmiş, ekinleri ateşe vermiş, hayvan sürülerini dağıtmış, ağaç fidelerini kesmişler.
Köy içinde de ayrılıklar devam etmiş. Komşu köylere çalışmaya gitmeye devam edenler olmuş, çok az kısmı iş bırakmış. İşsizler açlıkla yüzleşmiş, diğerleri onur ve haysiyetlerini kaybetmekle… ve herkes birbirini suçluyormuş. Kimse kimseyi sevmiyormuş artık. Akraba bile olsa birbirlerine güvenmiyorlarmış.
Köy de eğitim ve cami yasaklanmış. Zira buralarda isyancılar ve aykırı fikirlilerin yetiştiği düşünülüyormuş. Köy de tüm kitapların okunması da yasaklanmış. Çocuklar için sokaklar güvenilir olmadığı için dışarı çıkmalarına da pek müsaade edilmiyormuş. Ya çalışmaya zorlanmışlar ya da ev içinde oynamaya.
Köyden göçler eden de olmuş. Burada yaşanmaz diye tası tarağı toplayıp çok uzaklara giden de olmuş, çalıştıkları, iş bulabildikleri köye göçenlerde olmuş. Eski adı devletli köyü olan, yeni adı eski köy olan, topraksız, verimsiz, sessiz ve neşesiz köy artık şehirleri andırıyormuş.
Çok soğuk ve yabancı bir çehreye dönmüş köyün mizacı. Tam anlamıyla ruhunu kaybetmiş. İnsanlar artık çok mutsuzmuş.
Tarih ve yaşam, çok zor kabul edilen şeylerin defalarca üstesinden gelindiğine şahit olmuşlar. İşte bu köy içinde yaşayan biri de, çok zor olan bir şeyi başarmaya çalışıyormuş. Yön veremediği azgın nehirde en azından kendi istikametini korumaya çalışıyormuş. Bununla beraber nehirde boğulmaktan kurtardığı üç beş masuma da boğulmamayı ve nehirde sürüklenmemeyi, en azından istikameti korumayı öğretmiş. Bu kişi herkesin deli kabul ettiği hebeşten başkası değilmiş. Olaylı günün gecesinde, bir hırsız kıvraklığıyla girdiği evlerden, kutsal kitabın parçalarını çalmayı sonra da onları birleştirmeyi başarmış. Sonra bu kitabı, birkaç gence gizlice vermiş. Bu gençler geceleri toplanıp kitaptan sözler okumuşlar. Ve bu okuma onları aydınlatmış. Okudukça aydınlanmışlar. Aydınlandıkça okumuşlar.
Devletli köyünün akıbetini sonrasında kimseler bilememiş. Defalarca isim ve nesil değiştirmiş. Hatta öyle ki özenti duyarak ismini devletli köyü olarak değiştiren bazı köylerin kaderi de birbirine benzemiş. Sonrasında kim o köyden, kim başka köyden hepsi karışmış.
Bu hikâyeyi okuduktan sonra anladım ki, köyümün, toprağımın, coğrafyamın neresi olduğu önemli değil. Önemli olan kitabı doğru okumak ve biraz da deli olmak. Zira dünyayı karıştıranlar hep akıllı olanlar olmuş.
Çocukluğumda köyde iken oynadığımız bir oyun vardı. Bu oyunun kurallarına göre kim kovalamaca da yolunu kaybeder ya da yakalanırsa “hebeşin deli” ismi verilen ebe tarafından fena halde dövülürdü. Hebeşin nereden çıkacağı belli olmazdı. Bahçe duvarının üstünden, söğüt ağacının dalları arasından, ekin saplarının içinden, koca bir ineğin arkasından… Onun için kim “hebeşin deliii” diye bir bağırtı duysa, hemen yolunu düzeltir, kendine çeki düzen verirdi.
Hebeşi dost edinmek biraz can yakıcı olsa da, yolu bulma da çok faydalıdır. Allah yoldan sapan kullarından eylemesin bizleri. Herkese en az bir tane de hebeş dost versin.
Şimdi bağırıyorum, herkes yerini yurdunu, köyünü bucağını bilsin ve oyun başlasın;
“HEBEŞİN DELİİİİİ”
Son