Modern devlet kurgusunda, din devletten soyutlanmış, bireysel alana itilmiş, tamamen bireyin kalbine gömülmüş bir yapı içerisinde işler, yani sekülerdir/dünyevidir ve dinin hayatın içinden dışlanması için gereken ilk, öncelikle devletten soyutlanmasıdır. Bu bağlamda laiklik gündeme gelir, laiklik devletin hüviyetine bürünür. Devletin laiklik ilkesi üzerine kurulması gerektiği tartışmaları, laikliğin öncelikle kime ya da neye yarayacağı, kimin ya da neyin dinden soyutlanacağı üzerine yoğunlaşmıştır. Laik seküler/dünyevi bir devleti arzulayanlar, öncelikli olarak nelerin dinden soyutlanması hangi olguların ve şeylerin Allah ile arasının açılması gerektiği üzerinde düşünmüştür. Bunu düşünenler için dinden soyutlanmasını gereken üç varlık vardır. Bunlar devlet, birey ve toplumdur. İlk hedef ise devletin laik bir karakter üzerine kurulmasıdır. Öncelikli olarak devletin laik karakterli olmasının nedeni ise, dinden soyutlamak için iki yöntemin olmasıdır, bu yöntemlerden biri zorla diğeri ise rıza ile olandır.
Egemenliğin kurulması ve belli bir düzene oturması, oturduğu düzen üzerinde işleyişini sürdürebilmesi için, gerekirse rıza gözetilmeden tepeden inme devlet kurgusu topluma dayatılır ve devlet aygıtı bütün işleyişiyle birlikte laik karakter üzerine kurularak, devlet dinden soyutlanmış olur. Bunun en belirgin ve yakın tarih örneği olarak Türkiye Cumhuriyeti’ni gösterebiliriz. Mütedeyyin bir toplumun topyekun yok olma pahasına, hilafetlerinin ve dinlerinin yaşaması için giriştiği büyük savaş sonrasında, birçok entrikalarla, yerli ve yabancı laiklerin işbirliği sonucu, istemedikleri bir devlet yapılanmasını gerçekleştirerek topluma dayatmaları bu minval üzerinde gerçekleşmiştir. Her ne kadar laiklik dinsizlik değildir şeklinde propagandalar yapılsa da, laikliğin dinle hiçbir işinin olmadığı zaman içerisinde gün yüzüne çıkmıştır. Halkı Müslüman yönetimi laik seküler olan devletlerde, laik karakterli devlet genellikle tepeden inme emrivaki ile gerçekleşmiştir.
Laiklik eski çağlardan beri din adamı olmayan ruhani bir sıfatı ve dinsel bir işlevi bulunmayan kişi, kurum ve nesneleri kısacası dinin dışında kalan alanı belirlemek için kullanılır. Laiklik özünde, din alanı ile dünya ve kamu alanlarının birbirinden ayrılması, birbirine karışmaması anlamına gelir. Bir yönetim ilkesi ya da devletin niteliklerinden biri olarak kişileri ilgilendiren yönüyle bir dokunulmazlık alanı çizer. Laik devlet din ve ibadet, inanma ve inanmama özgürlüklerini güvence altına alır. Kişilerin dinsel inançlarını seçmek, bunların belirlediği bireysel ve toplumsal ibadetleri yerine getirmek ya da hiçbir dinsel inanç benimsememek ve bundan ötürü kınanmamak konusunda mutlak dokunulmazlığı ve özgürlüğü vardır. Bütün bu yukarıda ifade edilenler, dini Hıristiyan olan Batı dünyasının oluşturduğu ve kabullendiği, özellikle de kendi dinleri olan Hıristiyanlığın çok tanrılı (paganist) değerlerle meczolmuş inanç ve uygulamalarının bütün Batı toplumunda, asırlarca geniş halk kitleleri üzerinde uygulama görmesine karşın oluşan tepkisel gelişmelerin sonuçlarıdır. (1) Batıda ortaya çıkan laiklik ideolojisi kilise-iktidar mücadelesinin sonucunda tepkisel olarak kendisini göstermiştir. Ne İslam’la ne de Müslüman ile yakından uzaktan ilgisi yoktur.
Batı’daki bu gelişime karşılık, genelde Doğu dünyasının, özelde Osmanlı toplumunun, Batı’dan farklı siyasal ve toplumsal yapısının bir sonucu olarak, laikleşme yönündeki değişim süreci bambaşka biçimde ortaya çıkmış ve laiklik olgusu da Batı’dakinden farklı nitelikler kazanmıştır. Osmanlı devleti ve toplumsal düzeninde merkezi otoritenin gücü, tüm toplum kesimlerini yerinde tutmayı öngören devlet ideolojisi ile birleşmişti. Batı’daki burjuvazi benzeri yeni bir sınıfın ortaya çıkması olanaksızdı. Bu geleneksel toplum yapısı kendi içinde Batı tipi bir modernleşme ve burjuva sınıfının oluşmasının imkansız kılıyordu. Dolayısıyla modernleşme ve laikleşme Osmanlı toplum yapısı içerisinde Batıda olduğu gibi istenilen şekilde seyretmedi. Toplumu laikleştirmek ve modernleştirmek ise asker-aydın-bürokrasi eliyle tepeden inme olarak gerçekleştirildi.
Türkiye Cumhuriyeti’nde, laiklik genel olarak insanların ve toplumun inanç özgürlüğünü ve bütün dinlere eşit mesafede yaklaşılacağı üzerine bir savunma stratejisiyle yürütüldü ve bu strateji üzerinden topluma devlet tarafından dikte ettirildi. Laikliğin nereden ve neden çıktığı, hangi toplumun değerlerinden ve tepkilerinden oluştuğu üzerinde hiç durulmadı. Kurucu modern zihnin öngörüsüyle durulmaması ve tartışılmaması da gerekiyordu. Yeni kurulan devletin baskıcı gücünün, yeni formatın tartışılmasına müsaade etmesi beklenemezdi. Kurucu kadro yeni oluşuma karşı duranları, dahili düşmanlar olarak görmekte, gerekirse bazı başların kesileceğini söylemektedir. Oysa altı yüzyıllık bir Osmanlı toplumu üzerinde, Batıdan gelen, Batının kendi iç dinamiklerinin çatışmasından doğan laiklik, Aydınlanma ve modern düşüncenin eseri olarak yeryüzüne arzı endam etmiş, giydirilmek istenen toplumla uzaktan yakından alakası olmayan bir ideolojiydi. Osmanlı toplumunun iman ettiği Dinin buyurgan kaynağının günah dediğine, laiklik yaşam tarzı olarak yaklaşıyordu.
Dine ait ve kutsal denilenlerin devletle ilişiğinin kesilip sadece yasaklanmakla kalmamalı, bunun da ötesine geçilmeliydi. Devlet laikleşip sosyal yaşama müdahale etmeli, toplumun kutsalları, gelenekleri, örf ve adetleri itibarsızlaştırılmalı. Birey olan insanlar sosyal yaşamda özgür olmalı, aklı ile kendilerini tanımlayıp yönetmeliydi.
Bu düşünceler içerisinde olanlar için en büyük sorun Laikliğin taşıyıcılığı görevini yapacak toplumsal sınıfların olmamasıydı. Bu sınıfların bulunmamasının ötesinde, İslam dininin ve Osmanlı devlet geleneğinde böyle bir sınıfın oluşması da mümkün değildi. Batının yaşadığı tecrübe ve kilise nezdinde dine karşı takındığı tavır, Osmanlı devleti ve toplumunun yaşamadığı ve yaşama ihtimalinin de olmadığı sosyolojik bir durumdu. Dolayısıyla Osmanlı devletinde din-devlet-toplum yüzyıllardır birbiriyle bir bütün olarak hayatta karşılık buluyordu. Batı ise yaşadığı Ortaçağ karanlığının ve medeniyet yoksunluğunun bütün faturasını dine ve Allah’a keserek, dini hem devlet düzeninden hem de sosyal hayatın içinden sürgün etti. Bu süreçte gelişen devlet anlayışında, devlet laikleştirilirken, özellikle Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunda toplumunda devlet kontrolünde bireysel inançlarını yaşayabileceği iddiası bulunuldu. Bu soyut iddia çerçevesinde devletin sürekli müdahalede bulunduğu din, resmi bir hüviyete bürünerek, iman esaslarını dinsiz devletin belirlediği yeni bir din anlayışı ortaya çıktı. Diyanetin kuruluş amacının bu gayeye hizmet olduğu bilinen gerçektir.
Ülkemizde başlayan Müslüman toplumun laikleştirilmesi için ilk öncelikli olan devletin laikleştirilmesi ve dinden soyutlanması hedef alındı. Cumhuriyetin ilk kuruluş yıllarıyla birlikte başlatılan devletin laikleştirilme girişimleri, toplumsal tepkilerin tamamı bastırılarak ve görmezden gelinerek baskıcı bir askeri ve despotik bürokrasi üzerinden sürdürüldü. Mustafa Kemal’in Millet Meclisi Tutanak Dergisi D. V, C. 20, Sa. 3’de yer alan 1 Kasım 1937 de Türkiye Büyük Millet Meclisi 5. Yasama Yılı konuşmasında dile getirdiği ifadeler, yeni kurulan devletin artık dini olmayan laik bir devlet olduğunun belirtilmesiydi. Mustafa Kemal konuşmasında şunları söylüyordu: “Dünyaca bilinmektedir ki, bizim devlet yönetimimizdeki ana programımız, Cumhuriyet Halk Partisi programıdır. Bunun kapsadığı prensipler, yönetimde ve politikada bizi aydınlatıcı ana çizgilerdir. Fakat bu prensipleri, gökten indiği sanılan kitapların doğmalarıyla asla bir tutmamalıdır. Biz, ilhamlarımızı, gökten ve gaipten değil, doğrudan doğruya yaşamdan almış bulunuyoruz.” (2) Artık Allah’a ve O’nun dinine ait hiçbir ifade ve eylemin söz konusu olamayacağı devlet kurgulanmış ve bu kurgu üzerine bina edilmişti.
Yeni devlet kurgusunun lideri Mustafa Kemal, “Kuvvetinin ve selahiyetinin Allah’tan geldiğini ve yalnız ona karşı ahirette, hesap verebileceğini farz eden devleti memleketi mevrus bir malikane kabul eyleyen bir hükümdar, her türlü kayıttan kendini vareste görür. Böyle bir idarede, milletin benliği, hürriyeti mevzubahis dahi olamaz. Binaenaleyh, selahiyeti mahdut dahi olsa, hükümdarlık şekli demokrasiye hâkimiyeti milliye prensibine mutabık değildir. Hükümetin, mahdut insanların, sınıfların elinde bulunması dahi millet mevcudiyetinin asla kabul edemeyeceği bir keyfiyettir. Bütün milletin, ekseriyetle devlet idaresine, iştirakine mani olan bu (oligarşi) usulü de bir zümrenin kendi menfaatlerini temin için umum millete ait hâkimiyeti gasptan başka bir şey değildir.” (3) Derken, Allah’tan O’nun dininden olan her ilke ve kaidenin de geçersiz olduğunu ifade ederek, bir sonraki ifadelerinde devletin resmi dininin olmadığını ifade etmişti.
Özellikle Osmanlı bakiyesi topraklar üzerinde kurulan ulus devletler için Laiklik ilkesi, din temelli ümmetçi anlayışa karşı ulusalcılığın ve ulus-devlet formülünün dayanağını oluşturur. Kemalizm’in getirdiği, dinsel birlik unsurunu dışlayan laik ulus tanımı, bu anlamda çağdaş bir ulus oluşturma hedefi doğrultusunda laiklik ilkesinin katkısını somutlaştırmaktadır. Bu maksatla 1930’lardan itibaren ortaöğretimde okutulan ders kitapları ve özellikle Medeni Bilgiler kitabı, ulusçuluk-dinsellik çelişkisi konusunda bize önemli veriler sunmaktadır. Büyük çapta Mustafa Kemal’in kaleme aldığı ya da dikte ettiği bu metinlerde şu saptama mühim bir nitelik arz etmektedir. “Türkler İslam dinini (el yazılarında Arap dini) kabul etmeden evvel büyük bir ulus idi. Bu dini kabul ettikten sonra, bu din, Türk ulusunun ulusal bağlarını gevşetti, ulusal hislerini, ulusal heyecanını uyuşturdu. Bu pek tabii idi. Çünkü Muhammed’in kurduğu dinin gayesi, bütün ulusların fevkinde, şamil bir ümmet siyaseti idi.” Atatürk’ün el yazılarının kitaba konulmayan bir bölümünde, “Bu Arap fikri, ümmet kelimesi ile ifade olundu.” dendikten sonra, “Türk ulusu, ulusal hissi dini hisle değil, fakat insani hisle yan yana düşünmekten zevk alır.” Demekte ve laiklik ile uluslaşma arasındaki sıkı bağa vurgu yapmaktadır. (4)
Dinin devletten soyutlanmasında önemli işlev oynayan laikliğin dikkat çeken diğer önemli rolü de ulusçulukla olan yakın ilişkisidir. Çünkü laiklik eliyle iktidarın kaynağı dinden soyutlanabilecek ve dini olandan uzaklaşacak, dünyevileşecektir. Bu sayede ulusal egemenliğe dayanan modern devletin varlığı gün yüzüne çıkarak, formunu değiştirecektir. Laiklik vasıtasıyla dinin egemen olduğu toplumsal yapıda ulusal egemenliğin kapıları aralanacak, dini kimlik yerine ulusal kimlik öne çıkacaktır. Ulusal kimliğin öne çıkarılması aynı zamanda dini kimliğin ötelenmesini sağladığı gibi, alim-ulema kesiminin de toplum üzerindeki etkisini de kıracak, alim-ulema sınıfının karşısına modern versiyondaki bilim adamlarının ve akademyanın çıkmasını gündeme getirecektir.
Halkı Müslüman ülkelerde Dinin devletten soyutlanması, dinin devlete karışamayacağı anlamına geldiği gibi, yeni bir anlayışı da toplumsal hayatın içerisine soktu. Artık hayatın, din ve dünya işi diyerek ikiye ayrılmasıyla, toplumsal manada yabancı bir algının hayat müdahil olmasına yol açtı. Bu bağlamda laiklik yalnızca, dinin siyasal hayata karışmasını önleme ve devleti dinin etkisini dışına çıkarma işlevine sahip siyasal içerikli bir girişim olmayıp aynı zamanda dine karşı toplumsal yaklaşımı da temellerinden etkiledi. Özellikle ülkemizde laiklik ifadesiyle kastedilen, sadece Batı örneğinde görülen din-devlet ayrımının ötesinde eğitimin, ailenin, ekonomik yaşamın, hukukun, görgü kurallarının, giyim-kuşamın, sosyal işlevin verili olan dini kuralların dışında, modern diye tanımlanan zamanın zorunluluklarına göre tanzim edilmeye başlandı.
Laik-seküler/dünyevi devlet anlayışında, devletin dinden soyutlanmasının ve devletin dinle ve dini olanla, daha da ilerisi, peygamberi nüansları bile hatırlatacak en ufak parçalardan bile uzakta yapılanmasında bütün bunların ötesinde de birçok nedenleri vardır. Bu nedenlerin ilki ve en önemlisi, yasa koyma, o yasalar üzerinden bireye ve topluma hükmetme meselesidir. Devletin dinden soyutlanması, insan ile dünya arasına girenlerin, yapacakları yasalarda dinden ve dini olandan etkilenmelerinin önüne geçmektir. Yasaları koyanlar devlet adına koyduklarından dolayı, laikliğin gereği dini olanı asla referans gösteremez, dini hükümlere atıfta bulunamaz.
Laiklik sadece dinin devletten ayrılması da değildir: “Laiklik, siyasal ve dinsel otoritelerin/kurumların birbirinden ayrılıp, birbirine karşı özerklik kazandığı, egemenliğin tanrıya veya daha kapsayıcı bir ifadeyle söylersek, kutsal olana dayandırılmadığı, devletin siyasal örgütlenmesini, hukuk düzenini, herhangi bir eylem ve işlemini kutsal olan ile meşrulaştırmadığı, bununla birlikte de,devlete, hukuk sistemini mutlak olarak dinsel olanla örtüşmeyecek biçimde düzenleme, tamamen dinsel olanın dışında düzenlemeler yapma gibi zorunluluk da yüklemeyen, devleti dinler karşısında tarafsız bir konuma iterek, farklılıkların [değişik inanç gruplarının], hiyerarşik bir derecelendirmeye tabi tutulmadan, eşit koşullar içerisinde bir arada yaşamasının güvencesi olan bir ilkenin adıdır.“ (5) Yani biraz daha açarsak laiklik, devletin ve yaşam tasavvurunun dini olanla ilgili bir değerin anlam dairesi içerisinde olmaması demektir. Yapıp edilecek işlerin meşruiyeti, dinden ve İlahi olandan, ucu Allah’a dayanan referansa atıf yapmaması demektir.
Laik demokratik toplumlarda bu kural devlet oluşumunun doğası gereği böyledir ve tam bu noktaya işaret eder. Devleti yönetenler için inandıkları dinin, bireysel yaşamlarının dışında herhangi bir belirleyiciliği yoktur. Belirleyiciliği olmadığı gibi, siyasal hayatın dini kurallara göre yönlendirilmesi mümkün değildir ve inandıkları dinin ne istediği, nasıl istediği dikkate alınamaz. Devletin yönetim şekli olan rejimin yapısı esastır, seçilmişler de bu esasa göre davranır. Toplumun vekilleri olarak toplumu istedikleri doğrultuda şekillendirir, devletin rejimine uygun yasalar çıkarırlar. Çıkardıkları yasalar dini olana hiçbir kurala atıfta bulunamayacağı gibi, devletin laiklik ilkesiyle çatışamaz. Yani çıkarılan yasalar hiçbir şekilde dini ve dinden olanı referans alamaz. Yasa çıkaranlar herhangi bir şekilde dinden ve dini olandan etkilenir ve dini referans gösteren yasalar çıkarmaya kalkarsa ve çıkarırsa, o vakit, devletin kurucu anayasasının bekçileri olan Anayasa Mahkemesi ve kuvvetler ayrılığı prensibi devreye girer.
Dinden soyutlanmış laik devlette kurallar ve kurumların muhtevası dinin ve dinden olanın kurallarına göre düzenlenemez. Hiç kimse kendisinin isteği dışında dini eğitime, ya da belli bir dini inanmaya, din üzerinde eğitilmeye mecbur bırakılamaz. Din eğitimi ve öğrenimi kişilerin kendi isteğine bağlıdır, herkes dini inanç, vicdan ve kanaat hürriyetine sahiptir şeklinde tanım yapılır. Bu hürriyete sahip olmakta yine dinden soyutlanmış devletin istediği tarzda şekillenir. Burası önemlidir; Din ve ahlak eğitim öğretimi devletin gözetim ve denetimi altında yapılır. Bu bunun gibi bazı sebeplerden dolayı devletin dinden soyutlanmasının bir başka anlamı da, devlet adına yürütmede bulunanların, icraatlar yapanların, dini olandan etkilenmelerini önlemektir. Dinle ve dini olanla bütün bağlarını koparan devlet, işlerini gördürdüğü memurlarını da dinden soyutlamakta, dini olandan etkilenmesini önlemektedir. Eğer devlet adına görev yapanlar dinden etkilenir, icraatlarında dini olanı gözetirlerse laiklik ilkesine aykırı hareket etmiş olurlar.
Bunun güncel bir örneğini verecek olursak, bir öğretmeni düşünün, Kur’an okuyan, Kur’an’ın ve dinin ilkelerine vakıf, dini ilimleri bilen, insan-insan, insan-eşya, insan-evren ilişkilerini kavramış, belli bir yetkinliği olan. Daha da ilerisi, kamusal alan olan okuldan ayrıldığında başka çevrelerden edindiği veya kendi meslektaşlarıyla birlikte bir araya gelerek dini konular üzerine dersler, sohbetler yapan bir devlet görevlisi. Bu öğretmen, okulda mesleğini icra ederken dinden ve dini olandan soyutlanmıştır ve dinin geleneksel boyutunun dışına çıkarak veya devletin asıl kurucu rejimine dokunmayan noktalar dışında herhangi bir hüviyetle görev yapamaz. Yüzlerce talebesi olmasına rağmen, bu talebeleriyle okul dışında dini bir etkinlikte bulunamaz, cesaret edemez. Kendisi dinden soyutlanmış bir devletin görevlisidir ve bu görevi onun hayatının tamamını etkisi altına almıştır. Tabi ki bu tespitin dışında olanlarda vardır mutlaka, ama bunların varlığı istisna bile denemeyecek kadar azdır. Bu gün için gözlemlediğimiz kadarıyla Kur’an en çok vakıf kişiler eğitim camiasında bulunmakta olmakla birlikte, eğittikleri talebelerin kalitesi ortadadır.
Devletin dinden soyutlanması, yasaları çıkaranların etkilenmesini önlemek kadar, yasaları uygulayacak olanlarında etkilenmesinin önüne geçmeyi amaçlamaktadır. Bunu sağlamak için bağlayıcı, caydırıcı, cezalandırıcı gerekirse azledici yaptırımları vardır. Devlet kendisini gerek yasa koymakta gerekse emredici buyurgan tavrında Kadiri Mutlak olarak görür. Devlet için esas olan dini değerler değil, anayasal olarak tanımladığı ve kendince eşitlik olarak belirlediği vatandaşlık hukukudur. Vatandaşlık hukuku anayasal bir hak olarak gösterilir ve toplum bu üretilmiş haklar üzerinden yapılandırılır. Bu tutum aynı zamanda toplumun laikleştirilmesine dair süren politikanın göstergesidir.
Dinden soyutlama ve laikleştirme açısından asıl sorun toplumun dönüştürülmesidir. Devletin dinden soyutlanması, toplumun da soyutlanacağı anlamını taşımamaktadır. Dinin devletten soyutlanmasının ardından, devletin laik karakterde ve seküler/dünyevi bir yapıda ömrünü sürebilmesi, toplumun da dönüşmesiyle mümkündür. Tolumun dönüştürülmesi içi çıkarılan yasalar ne kadar önem arz etmekteyse, bu yasaları uygulayanlar da çıkarılan yasalar kadar önemlidir. Sonuçta yasalar, devlet adına icraatlar da bulunanların elleriyle hayata geçecektir. Dinden soyutlanmış devlet rejiminin taşıyıcılığını çıkan yasaları uygulayanlar yüklenir ve rejimin kurucu ilkelerine paralel bir algıyı toplum geneline yayarlar.
Dinden soyutlanmış devlette laik bir karakter hakimdir ama bu karakter için sadece devletin dinden soyutlanması yeterli değildir, toplumda dinden soyutlanmalı ve laik olmalıdır. Bunun anlamı bireysel dindarlığa karşı olmak değildir. Birey olarak dindar olmanın laikliğe zararı yoktur. Laikliği savunanların savunduğu dindarlık, bireyin vicdanında varlığını sürdüren, Allah ile arasındaki manevi bir bağdır ve bütün din bu bağdan ibarettir. Dışarıya yansımadıktan sonra herhangi bir sakıncası yoktur. Kalbe gömülü ya da vicdanlara sıkıştırılmış bir Allah inancı ve sevgisi, sosyal hayatta karşılığının olmadığı soyut bir iman esasından öteye gidemez. Ve bu imanın tanımının karşılığı, din hayata müdahil olmaktan en başında vazgeçmiştir.
Devletin dinden soyutlanmasının ve bunu sağlamak için çabalayanların bir adım sonraki asıl gizli niyeti, toplumu oluşturan bireyin laikliğini sağlamaktır, birey laikleşip dinden soyutlandığında, toplum da laikleşecek ve dinden soyutlanacaktır. Dinden soyutlanmış devletin çeşitli alanlarda birey üzerinde oluşturduğu ve adına da bireysel özgürlük dediği dolaylı baskı kısa zamanda etkisini gösterecektir. Bu gizli ama alabildiğine hissettirilen baskı, çok az sayıda cesur insanın dindar kalabilmesi dışında, toplumun fertlerinin büyük çoğunluğunda etkisini gösterecek ve toplum devlete paralel olarak dinden soyutlanacaktır. Bu çabaların sonucunda bireyler dini olan ne varsa kalplerine gömmüşlerdir, dışarıya yansıttıkları ise sadece sosyal hayatın hiçbir alanına müdahale etmeyen birer şekilsel ibadetten ibaret kalacaktır. Bu gelişme bir bakıma toplumun istenen dinsizliğinin sağlanmış olması anlamını taşımaktadır. Bu aslında sonuç olarak dindar olanın ve dindar kalmak isteyenlerin elinden, dinini sosyal hayata aksettirme hürriyetinin alınması anlamına gelmektedir. Buna mukabil ve bunun tam karşısına da, dini olanı ve dinden olanı çağın dışında gösterecek bütün düşünce ve eylemleri sergilemek, bireysel özgürlük tanımında anlamını bulacak ve bu tür düşünce ve eylemleri gerçekleştirmek isteyenler alabildiğine özgür bırakılacaktır. Bunun anlam karşılığının dinsiz devlet ve dinsiz bir toplum oluşturulmaya çalışıldığı açıktır. Bir devlette bireysel olarak bütün kişiler dindar olsa da, eğer ki din devlete ve hayata müdahil değilse, o toplumda dinin sosyal hayatta varlığından söz edilemez.
Din birilerinin tanımıyla bir hayal veya şekillerden ibaret davranışlar bütünü değildir. Din hayatı düzenlemek, hayata şekil vermek, en alt basamak olan insan tekinden, en üst basamak olan devlet nizamına kadar müdahil olmak için vardır. Tabi ki bu din “Hak din olan İslam’dır.”