Dershanelerin dönüştürülmesi veya kapatılması konusunda Hükümet’in “Ocak’ta kayıt alınmayacak” kararından vazgeçmesi, tansiyonu düşürdü. Medyanın gücünü ve yanı sıra medya organlarının nihayetinde baskı ve çıkar odaklarının etkili bir silahı olma niteliğini bir kere daha yakinen müşahede ettik.
Neydi o toz duman günler. Sanki çoluk çocuğun boğazlandığı coğrafya Suriye, Afganistan, Filistin değil de Türkiye imiş gibi gündemler üstü bir gündem oluşturuldu, inanılmaz bir vaveyla koparıldı, bir “topyekün savaş” psikolojisi oluşturuldu.
Minicik öğrenciler, anne-babalar, dedeler bu savaşın psikolojik boyutu için propaganda malzemesi olarak kullanıldı, yer yer çocuklara ezberletildiği belli olan replikler eşliğinde maşeri vicdan ayağa kaldırılmaya çalışıldı. Bu psikolojik harp taktiklerinde toplum nezdinde çok başarılı olunamasa da, savaşın bir ileri aşaması olan “belge dolu bavul” kartının açılmasıyla siyasetin direnci zayıflatıldı ve sonuç da alındı. Belki de Hükümet “Ölümü gösterip sıtmaya razı etme” taktiği uyguladı ve bunda da başarılı oldu. Sonuç böyle de okunabilir.
Hükümet’in geri adımından sonra artık savaş halinden çıkılabilir, normal haberciliğe ve kardeşlik, barış, hoşgörü sloganlarına dönülebilirdi! Suriye’de her gün yüzlerce mazlumun katledilmesi, Filistin’in her geçen gün daha da tahkim edilen ve meşrulaştırılan işgali ve Gazze ambargosu, Mısır’daki cunta zulmü, Türkiye’de resmi ve gayri resmi faiz, kumar ve her türlü fuhşiyyatın almış başını gidiyor olması gibi konular mı? Bu konuların sözü mü olur, dershane gündeminin yanında! Teferruat kelimesi literatürde boşa mı duruyor!
Dershane gündemi bir defa daha gösterdi, gerçeğin medyasıyla değil, “medyanın gerçeği”yle muhatap olduğumuzu ve bu halin süregittiğini. Gezi olaylarında da CNN ve Reuters gibi uluslararası operasyonel medya kuruluşları üzerinden bu gerçeğe tanıklık etmiştik. Medya organları, baskı ve çıkar odaklarının/çevrelerinin subjektif gerçekliklerini, toplumların objektif gerçekliği olarak pazarlama araçlarıdır bu açıdan.
Dershane gündeminin hatıra getirdiği bir başka konu, insanların geçmişte yapıp ettikleri şeylerin, söyledikleri sözlerin, aldıkları pozisyonların, takındıkları tutumların geleceği ne kadar da ilzam edici olduğu gerçeğiydi. Söylenen her söz, yapılan her iş gün geliyor insanın karşısına bir tutarlılık testi olarak, bir samimiyet sorunsalı olarak çıkıveriyor işte! Bu açıdan bir de Hesap Günü’nü, o gün ellerin ve ayakların tanıklığını düşünmek gerekiyor.
“Ben yaptım oldu” demenin bugün için insanı geçitlerden geçirebileceğini, ancak asıl geçitte sıkıntıyla karşı karşıya bırakacağını hesaba katmak gerekiyor.
Bahse konu gündem, geçmişin “geçmiş” olmadığı konusunda çok çarpıcı örneklerin gündeme gelmesine vesile oldu. Mavi Marmara gemisi konusundaki “Otorite” çıkışından, 28 Şubat sürecindeki “Müctehid MGK” söylemine, “Ecevit’e şefaat”ten “Başörtüsünün teferruat olduğu” iddiasına ve Çevik Bir’e yapılan “Okulların teslim edilmesi” teklifine, yakın geçmişteki konuşmalar ve tavır alışlar, bugün dershane konusunda verilen aslanlar gibi mücadeleyi ve bu çerçevede yapılan “Doğru istikametten taviz, Hakk’a saygısızlıktır” şeklindeki açıklamaları nasıl da inandırıcılıktan düşürüyor, anlam sahasından uzakta tutuyor.
Dershane konusunda otoriteyle yaka paça olununca, insanların aklına haklı olarak, Mavi Marmara hakkında Pensilvanya’dan yapılan ve başta o açıklamaya kadar Mavi Marmara hakkına olumlu haber ve yazılara yer veren Zaman gazetesi olmak üzere kamuoyuna balans ayarı amacı taşıyan “Otorite” açıklaması geldi haliyle. Yine 28 Şubat sürecinde Çevik Bir’e onca taltifle birlikte yapılan “Teslimat” teklifi de “Dün ve bugün” bağlamında gündeme geldi.
Hükümet’in dershane konusundaki çalışmasına yönelik savaş modundaki muhalefet, ister istemez 28 Şubat sürecinde MGK konusunda söylenen “MGK kararları belki bu şekilde tavsiye niteliğinde, bazıları onları muhtıra şeklinde de algıladı. Bu şekliyle gelişmiş demokrasilerde antidemokratik bulunabilir… Mesela şimdi onlar da şöyle düşünüyorsa, biz burada milli güvenlik, milletimizin güvenliğini şayet koruma mevkiinde bulunuyorsak, olup bitenler de, ister gerçekten öyle olsun, ister bizim ictihatlarımıza, algılamalarımıza göre şu gelişmelerde rejim için şayet bir tehlike ise, bunlara müdahale etmek bizim sorumluluğumuz altındadır, bunlara müdahale etmek. Müdahale etmediğimiz zaman tarih önünde suçlu oluruz, mülahazası ile hareket ediyorlarsa, meseleyi böyle algılıyorlarsa, bana göre onlar masumdurlar. Eğer işin içinde bir hata varsa, bu ictihat hatasıdır. Hatta meseleye fakihlerin mülahazası ile de yaklaşılabilir. İctihattaki hatalar bir sevap kazandırır, eğer isabet olursa iki sevap kazandırır mülahazası” şeklindeki sözleri akla getirdi.
O dönem doğrudan İslami değerleri hedef alan MGK kararları en az bir sevap kazandıracak ictihat olarak görüldüğüne göre, şimdi Hükümet’in kararı niçin böyle görülmüyor, gibi sorular gündeme geldi.
O dönem İslami değerler doğrudan hedef alındığında bu şekilde hoşgörülü bir tutum takınılırken, bugün hizipsel kazanımları korumak için, İslami argümanlar da sıkça kullanılarak bir savaş veriliyorsa, burada akla gelen, İslami argümanların hizipsel ihtiyaçlar için araçsallaştırıldığı gerçeğidir. 28 Şubat’ta İslami değer ve argümanlara arka çıkmayan bir hizbin, bugün o değer ve argümanları iktidar mücadelesinde bir savaş aracı olarak kullanıyor olması, başka türlü bir değerlendirmeye de imkan tanımıyor zaten.
Dershane gündeminin akla getirdiği daha birçok husus sıralanabilir, ancak bizim ilk elde aklımıza gelen hususlar bunlar. Şahsen bu süreçte yaşananlardan, bugün yaptığımız işler ve söylediğimiz sözlerin, yarın dünyada da, asıl olarak da Hesap Günü’nde karşımıza çıkacağı, onlarla değerlendirileceğimiz bilincini yenileme ve güncelleme konusunda bir ders çıkarmaya çalıştım. Olup biteni bir film izler gibi izlemedim, hamdolsun. Boş meşgalelerden yüz çevirmek, mü’minlerin vasıflarından biri değil mi? [1]
[1] “Onlar ki, boş ve yararsız şeylerden yüz çevirirler.” (Mü’minun, 23/3)