Mayıs ayının son gününde Taksim Gezi Parkı’nda başlayan olaylar, bir çırpıda ve tek cümlelik bir yorumla özetlenmesi zor bir siyasal duruma işaret ediyor. Bununla beraber, tek cümleyle özetlenebilecek bazı gerçekler elbette söz konusu. Mesela şunun gibi: Türkiye’nin geneline yayılan protesto eylemleri, her ne kadar çevreci bir duyarlılıkla başlamışsa da, gelinen nokta ve eylemcilerin geneli, eylemin bütünü göz önünde bulundurulduğunda Gezi Parkı protestosunun çevre duyarlılığından neşet ettiğine inanamayız. Başbakanın, protesto eylemlerini üç ay kadar öncesinden istihbar etiklerini ama böylesine çevreci bir noktadan nüksedeceğini beklemediklerini beyan etmesi de bu açıdan kayda değer bir durumdur.
Eğer Gezi Parkı eylemleri çevreci bir duyarlılıktan kaynaklansaydı, AKP’nin doğayı tahrip eden, büyük şehirlerden köylere kadar bütün ülkeyi bir beton yığınına döndüren, şehirleri on beş katlı beton karaltılar cehennemine çeviren politikalarına bugüne kadar bir tepki verilmesi beklenirdi. Üstelik çevre adına eylem yapanların çevreyi savaş alanına döndürmeleri de, iddialarını temelden çürütmektedir.
Gezi Parkı’nda kim ne istemekte, kim neyi devirmektedir? Bir anda neredeyse tüm ülkeyi saran eylemler, twitter’ın gücü adına/adıyla mı yapılmakta, yoksa özel bir yerlerden vaziyet edilmekte midir? Twitter’ın bu kadar gücü bulunduğuna inanmalı mıyız safça?
Rotasız, kaptansız, nereye gideceği, ne taşıdığı belli olmayan bir gemiye benzeyen Gezi Parkı eylemlerini Türkiye’nin Tahrir’i olarak yorumlamak, Tahrir Meydanından kalma bir özentinin geç kalmış bir dışavurumu mudur acaba? Yoksa bir tür ‘ulusalcı’ refleksi midir? Ne de olsa, Türkiye’de AKP Hükümetinin ülkeyi esir aldığını, Türkiye’yi ortaçağın karanlığına hapsetmek, dinci bir hayat düzenini çağdaş Türkiye’ye dayatmak istediğini ileri süren birtakım ‘devrimci’ avazlar mebzul miktarda mevcuttur.
Oysa eğer illa da bir Türkiye Tahriri’nden bahsetmek gerekirse, (Başbakanın da dile getirdiği gibi) bunu AKP Hükümeti 2002 yılında gerçekleştirmişti. Türkiye’yi Hüsnü Mübarek tarzı bir yönetim anlayışından, kelimenin tam anlamıyla demokratik bir yönetime doğru tekamül ettirme iradesini AKP ortaya koydu ve bu süreç devam etmektedir. Bu açıdan AKP hükümetine TC tarihinin en demokrat hükümeti dense yeridir. Şimdilerde Erdoğan’a ateş püsküren liberal aydınlar da söze, AKP’nin bu misyonunu teslim ederek başlamaktadırlar.
Ortadoğu ülkeleri için yıllardır model ülke olarak hazırlanan Türkiye’de AKP ılımlı, muhafazakâr demokrat bir modeli somut bir şekilde ortaya çıkarmıştır. Tunus, Mısır ve Libya örnekleri belki de varlıklarını az veya çok AKP’li bir Türkiye’ye borçludurlar. Dolayısıyla Gezi Parkı eylemlerini ‘Tahrir’ olarak açıklamak, kasta mukarin değilse, bir tür gaftır.
Peki, Gezi Parkı’nda ne yapılmak istenmektedir? Başbakan Tayyip Erdoğan’ın demokratik sınırlar dâhilindeki yükselişine bir uyarı yapılmak, imajına çentik atılmak istenir gibidir. Başbakanın bazı ‘hassas’ noktalardaki ısrarcı ve kendi taahhüdünün aksine, ‘dikleşen’ tavrı laik, liberal-demokrat ve neo-nurculuk gibi bazı kesimleri rahatsız etmiştir. (Bilindiği gibi neo-nurculuğun rahatsızlığı yeni değildir). Alkol düzenlemesi adeta bardağı taşıran son damla olmuştur. Neo-nurculuğun tepkisi, Zaman gazetesi, Samanyolu televizyonu ve Amerikan gözetimindeki ekümenik ‘hocaefendi’nin beyanlarında açıkça gözlenmektedir.
Aslında Türkiye’nin mürekkep yalamış liberal entelektüel tabakası, Başbakanın ve AKP’nin, yaşam tarzlarını değiştirme ve yeni bir yaşam tarzı dayatmak gibi bir niyetinin olmadığını çok iyi bilmektedirler. Çünkü her şey ayan-beyan ortadadır ve yapılan her şey demokrasi adına, demokrasi kriterleri içerisinde ve demokratik bir ruhla yapılmaktadır. O halde neden böyle bir tepki verilmektedir? Çünkü Başbakan’ın yer yer meydan okuyucu, hırçın, söz dinlemez ve ‘frenlenemez’ görünümlü tutumu, ilgili kesimde, demokratik kültüre meydan okuma gibi algılanmaktadır. Buna kısaca ‘hayat tarzı’ endişesi diyebiliriz. İhsan Dağı’nın adlandırmasıyla, AKP’nin tavandaki ve tabandaki bazı ‘koalisyon’ ortakları, Tayyip Erdoğan’ın, yaşam tarzlarına müdahale etmek gibi bir niyet taşıdığı endişesine kapılmışlardır. Yani AKP’nin merkez partisi olmaktan çıkıp, aslına rücu ettiği, Milli Görüş gömleğini yeniden giymek istediğine dair soru işaretleri belirmiştir. Aslına bakılırsa, ortada bir restleşme hamleleri var: Tayyip Erdoğan’ı ‘dik’ bulanlar kendi dikleşmelerini dayatmaktadırlar. Karizmalarının çizilemeyeceğini kanıtlamak istemektedirler.
Oysa ortada, sandıkları gibi bir durum söz konusu değildir. Tayyip Erdoğan zaten hiç İslamcı olmadı, bunca demokratik süreçten sonra mı olacak? Milli Görüş gömleğini yeniden giyse Erbakan’dan fazla bir şey mi olacak? Ömer Çelik gibi bakanların, Gezi Parkı eylemcilerinin, on yılda kendilerinin yetiştirdiği gençlik olduğunu vurgulamaları da yerindedir. AKP’nin muhafazakâr kesimlerden, kimi sabık radikallere varıncaya kadar toplumu liberal demokrasi ile İslam üzerinde buluşturmuşluğunu, ilgili koalisyonlar çok iyi bilirler. Hele de neo-nurcu kadro, ideolojik olarak AKP ile aralarında neredeyse hiç fark bulunmadığını unutmuş olabilir mi? Öyle ise ‘hesap’ başka olmalıdır.
İşte bu ‘hesap’ zımnında görüş ayrılıkları başlamaktadır. Kavganın başkanlık sistemine ve Tayyip Erdoğan’ın başkan olmasına ve hatta Cumhurbaşkanı olmasına yönelik bir hamle olma ihtimalini göz ardı etmemek gerekir. Başbakan mitinglerde her ne kadar aksini ima etse de, Abdullah Gül’ün mesajları, Fethullah Gülen’in ‘tam zamanında’ gelen beyanatları böyle bir hesabı teyid etmektedir. Fakat benzeri çok görüldüğü üzere, eğer hesap buysa, bunun, tam tersine, bu ‘hamle’nin Erdoğan’a hizmet etmesi de mümkündür. Çünkü mağduriyet imajının Erdoğan’ın oylarını artırma ihtimali vardır. Bu hususta olayları Erdoğan’ın yaptırdığı şeklindeki komplo teorisi belki de bu yüzden kimilerine inandırıcı gelmektedir.
Gezi Parkı eylemlerine, kamuoyunda İslamî bir nitelikle anılan bazı kliklerin desteğine de kısaca değinmek gerekir. İslamîlik iddiası taşıyan, çalışma alanı, biçimi ve ideolojik yapısı birbirinden farklı birçok kanadın Gezi Parkı eylemine katılması ve eylemler üzerinden adeta ‘tahriryen’ bir söylem üretmeleri bazen hamakat derecesine varmaktadır. Kimileri kendilerini ele-güne rezil edercesine, ‘mirac kandili’ni gezi devrimine tahvil etmenin, devrimin belki de ilk Cuma namazını kılmanın(!) telaşesindeler. Kimileri, AKP’ne olan muhalefetlerini(!) Gezi Parkı’ndan yürütmek istemektedirler. Bu kaçıncı aldanış, bu kaçıncı sefahet, bu kaçıncı eblehlik? Ne için Parkı doldurduklarını çoğunun bilmediği, niçin buradasın sorusuna kahir ekseriyetinin vereceği bir cevabı olmayan yığınlarla birlikte, Taksim Meydanı’nda İslamcı bir devrim umudu… Kim neyi, niçin, ne adına, nasıl deviriyor; devrilenin yerine neyin ikame edeceğine dair bir fikir var mıdır acaba?
Sözün özü, fitilini Gezi Parkı’nda İBB’nin yapmak istediği tadilatlara çevreci(?) kaygılarla başlayan eylemlerin oluşturduğu ve şimdilerde bütün Türkiye’nin ve hatta Türkiye’nin müttefiklerinin gündemine oturmuş geniş çaplı bir protesto eylemi icra edilmektedir. Bu eylemler Tayyip Erdoğan’la olan bir hesabın yeni bir hamlesi gibi görülmektedir. Daha önceki Cumhuriyet mitingleri misali benzerlerinden farkı, bu sefer neo-nurcu ekibin yanı sıra bazı muhafazakâr grupların da muhalifler arasında yer almasıdır.
Kanaatim o ki AKP bir şekilde bu eylemi de sonlandıracaktır. Fakat bu eylemler sebebiyle Tayyip Erdoğan ve düşünce olarak ona çok yakın duran arkadaşları şunu çok iyi anlamış olmalıdırlar: Bir değil, yüz tane de Tayyip Erdoğan bulunsa, siz asla sistemin sahibi değilsiniz! Siz, sistemin amaçlarına hizmet ettiğiniz müddetçe baş tacı edilirsiniz. Sistem içinde, muhafazakâr kesimlere ‘çok büyük’ gelen değişikliklere de imza atabilirsiniz. Aslında onlar, sizin tavandaki koalisyon ortaklarınız nazarında çok küçüktür. Ama icraatlarınız o ortaklar nazarında ‘büyük’ olarak algılanmaya başladığı anda siz bir hiçsiniz. Kendini Müslüman olarak tanımlayan büyük kitlelere verdiğiniz laik-demokratik hasar ise yanınıza ‘kar’ kalacaktır.
Tayyip Erdoğan, Türkiye’de liberal demokratik bir siyaset ve ahlakı yerleştirmek uğrunda çok emek verdi, vermeye de devam etmektedir. Gezi Parkı eylemleri bile demokrasinin kazanımı olacaktır. Çünkü eylemler vesilesiyle, polisinden valisine, eylemcisinden başbakanına, muhalefetinden Cuma namazlı anti-kapitalistine kadar her taraf, demokratik kültürün olgunlaşmasına katkı sağlamaktadır. Fakat bütün bu hizmetleri, yine ‘hizmet’ adını taşıyan en yakın destekçisi tarafından bile yeri geldiğinde ‘firavun’ olarak tanımlanmasına engel olmayacaktır. Birçok laik yazar bu eylemden bir hayır çıkmasın için dua etmektedir. Buna rağmen Erdoğan’ın, Gezi eyleminin hedefine yerleştirilmiş olması, onun öfkesini celb etmekte, bunun için “elinize dizinize dursun” sitemini yollamaktadır.
Oysa Tayyip Erdoğan ta başından beri bütün enerjisini Allah yolunda (fî-sebîlillah) ve Allah’ın koyduğu ölçüler içerisinde kullansaydı, demokrasiyi bir siyaset ve yaşam biçimi olarak benimsemeseydi, hiç kimseye “elinize gözünüze dursun” siteminde bulunması gerekmeyecekti. Çünkü Allah için yapılan her eylemin ecrini sadece ve sadece Allah’tan bekleyecek, insanlardan küfran-ı nimet görürse, onu da yine Allah’a havale edecekti. Şimdi ise Tayyip Erdoğan Allah’a nasıl bir şikâyette bulunacaktır dersiniz? Demokrasi uğrundaki mücadelesinin ecrini kimden beklemeli, demokratik muhaliflerini kime şikâyet etmelidir?