1: Özgürlük kavramı ve düşüncesi modern çağın bir icadıdır; insanın ‘yücelmesi’ ile özgürleşmesi aynı süreçle birlikte ortaya çıkmış; özgürlük, insanlığın en yüce değeri ve hedefi olarak sunulmuştur.
Modern çağ endüstriyel toplum yapılanması, kapitalist serbest pazar ekonomisi ve serbest girişim temelli bir sosyal düzenleme, bir yaşam biçimidir; bu düzen, siyaset kuramı ve uygulamasıyla demokratik siyaseti; ‘bilimsel doğru’ temelli etik değerleri ile bir bütündür. Modern paradigmanın iki temel ideolojisi olan liberalizm ve Marksizm de bu şartlarda tarihe girecektir.
Demokratik siyasetin öncülü insanın özgürleşmesi önündeki engellerin kaldırılmasıydı; o sebeple liberalizm ‘bireyin’, Marksizm ‘toplumun’ güçlendirilmesini savundu. Birey ya da toplum kendi kaderi hakkında söz sahibi olmalı, sorumluluk almalıydı; normatif/hukuki “etiği” akıl ve bilim onaylamalıydı.
Kapitalist nitelikli materyalist toplum şartlarında ortaya çıkan demokratik paradigmanın iki ideolojisi/mezhebi yalnızca birer siyaset kuramı olarak kalmayacak, toplumsal siyasal örgütlenme biçimleri, iktisadi ve hukuki düzenlemeleri, mimari, örf, din, gelenek, giyim kuşama kadar kendi etik değerleriyle sarmalladığı bireyin ve toplumun karşına kendileri birer din olarak çıkacaklardır.
İnsanın özgürleşmesi önündeki en büyük engelleri “baskı ve sömürü” olarak tanımlayan liberal söylem “serbest pazarla”, Marksist söylem “sınıf kavramıyla” özgürleştirecekti; her iki söylem kendi kuramını uygulayacak, kendi toplumunu yaratıp kendi siyasetini uygulama fırsatı da bulacaktır…
Özgürlük en temelde, dini baskı ve aristokratik sömürüye karşı siyasal iktidar alanı ve ilişkisiyle irtibatlandırıldı; modern çağın siyasal rejimi olan “temsili” demokrasinin ön koşulları olarak ‘ulus toplum, ulusal kimlik, ulus devlet, ulusal iktidar, pazarın tekleşmesi’ olarak gerçekleşti. Bu gerçekliğe dayalı ‘rıza, seçim, temsil’ hakları; ‘coğrafi yetki alanıyla sınırlı çoğunluk iktidarının’ kendini ‘rıza ile bağlı saydığı yurttaşlar topluluğu’ karşısında ‘hesap verme’ sorumluluğu varsayımı ile temellendirildi.
Şüphesiz modern özgürlüğün temel öncüllerinden biri de insanın doğaya egemen olması, doğanın “vahşi güçleri” karşısında özgürleşmesi koşuluydu. Özgürlüğün bu türlüsü her iki modern siyaset kuramında ve uygulamasında bilim ve teknolojik gelişmeyle sağlanacak, bu sayede ilerleme, kazanç, kalkınma, maddi refah ve haz hedefleri gerçekleştirilecekti…
A: İnsanlık tarihinin son üç yüz yılına damga vuran modernite, onun özgürlükçü demokratik siyaset kuramı ve uygulamasında bilimsel bilginin arttığını, teknolojik gelişmelerin harikalar yarattığını, üretim sisteminin büyük başarılar gösterdiğini, doğa ile savaşta insan lehine egemenlik kurulabildiğini söylemek mümkündür.
Fakat bu gelişmeler insanın kendine yabancılaşmasına, çok ciddi bir çevre ve doğa sorununa sebep olmuş, bölüşüm sorununuysa büyütmüştü; dolayısıyla baskı ve sömürü ortadan kalkmak yerine daha da derinleşmiştir.
Tüm özgürlükçü demokratik siyaset biçimlerinde azınlık bir zengin sınıfın baskı ve sömürüsüne karşılık çoğunluk bir yoksul ve sefiller grubu ortaya çıkmış; sefalet, sağlıksız yaşam, iç çatışmalar ve katliamlar bu gerçekliğin ürünü olarak ortaya dökülmüştü.
Bu durumda hangi özgürlük yahut ne pahasına özgürlük sorusu haklı ve yerinde bir sorudur.
B: Temsili demokratik siyaset kuramı özgürlük söylemini temel prensiplerinden biri yapsa da uygulamada özgürlüğün ‘siyasal karar verme’ mekanizması ile sınırlı tutulduğu, yalnızca ‘seçme özgürlüğüne indirgendiği’ görülmüştür.
“Şirket, okul, kent, resmi kurum” gibi insan yaşamının en geniş yaşandığı alanlarda ‘seçme, rıza, temsil’ gibi en temel hakları kullanma özgürlüğü hiçbir demokratik ülkede söz konusu edilmemiştir.
Şu halde hangi özgürlükten bahsedecek, hangi vaade aldanacağız.
2: Temsili demokratik siyaset kuramının, kendi etik değerleri ve uygulamasıyla birlikte mahzurları ortaya çıkınca tüm dünyada tartışılmaya ve aşılmaya başlanacaktır; bu defa özgürlükçü vaatler “katılımcı demokrasi” kuramına bağlanacaktı. Kapitalist toplumsal düzen içinde geçilen yeni aşama kapitalizmin kendini yeniden ürettiği “küresel dünya” düzeniydi.
Yeni aşamada ‘ulusal kimlik, ulus devlet, ulusal toplum’ yapıları sarsılacak, ‘özgür birey’ için fazlasıyla yeni kimlik seçenekleri ortaya çıkacaktır; modern dönemin tekçi ulusal kimliğine rakip olarak “etnik-mikro ulusal, dini-mezhebi, aile-aşiret” türü yerel kimlikler bu şartların ürünleriydiler. Bu koşullarda yerleşik normlar/etik değerler ve referans çerçevesi parçalanmaya, total yaşam biçimleri değişmeye, çoğulculuk denen evrenselleşmeye geçiş yaygınlaşacaktır.
1980 sonrası etkinleşen “katılımcı demokratik siyaset kuramı” ve “evrenselleşme fikri” bu şartlarda ortaya çıkmış, kendi meşruiyetini bir önceki temsili demokrasi eleştirisine bağlamıştır.
Demokrasinin temsili türünde ‘seçme hakkının kullanılabilmesi’ diyordu katılımcı demokratlar, ‘seçme yapacak insanların seçme yapacakları konu ile ilgili bütün bilgilere sahip olmaları, bu bilgileri değerlendirebilmelerini gerekli kılardı; bunun gerçekleşmesi zor hatta imkansız bir koşuldu.’
Katılımcı demokrasi taraftarları temsili demokrasinin eksiklerini tamamlarken “çoğulculuk, karar alma süreçlerine katılma hakkı, ortak akıl, iktidardan hesap sorabilme, paylaşımda adalet, özgürlüğün önündeki aile ahlak kamusal yarar gibi engellerin kaldırılması, etnik dini kültürel ve cinsel haklar, göçmen hakları, çevre hakları..” gibi unsurları öne çıkarttılar; “sivil toplum alanının kamusal alanı da kuşatacak şekilde genişlemesini” savundular.
Modern çağda kapitalist şirketi, şirkette çalışan yüzbinlerce işçiyi karar alma sürecine katmadan kurulan iktidar ilişkisini görmezden gelen, bu alanı iktidar ve paylaşım ilişkisinden ayrı tutan temsili demokrasi kuramı, bu defa yerini, şirketleri de birer iktidar odağı ve iktidarın paylaşım ağı olarak ele alan yeni demokrasi söylemine bıraktı…
A: Post yapısal yahut küresel yeni dünya düzeninde kapitalizm ileri aşamaya geçmiş, finansal sermaye, sınırlar ötesinde özgür hareketinin önündeki engelleri kaldırmıştı; bu koşullarda iktidarı ve denetimi sınırlanmış olan ulus devlet, demokratik siyasetin temel koşulu olan bölüşümü pazar mekanizmasının keyfine bırakacaktı.
Oysa siyaset ve iktidar ilişkileri en azından kimin neyi ne kadar ve nasıl aldığını belirleyen bir süreçti; şimdiyse bu süreç de ortadan kaldırılmıştı.
B: Katılımcı demokratik siyaset kuramı ve uygulamasında ulus üstü kurumların evrensel hükümranlığı söz konusu oldu; bunlar daha önceden de vardılar fakat Sovyetler birliği dağılana kadar bu denli etkin olmamışlardı. Dolayısıyla Nato, BM, AB, IMF, Dünya Bankası gibi kuruluşlar aldıkları kararlarla kendi iktidar sınırlarını genişletirken ulusal egemenlikleri sınırlandırmışlardır.
Bu gelişme karşısında demokrasinin en temel öncülleri olan “rıza-temsil-çoğunluğun iktidarı-hesap verebilirlik” türünden “olmazsa olmaz koşulların” ne demeye geldiği sorgulanır olmuştur.
Şu halde katılımcı demokratik bir siyasetten bahsetmek için gerekli asgari koşulların başında gelen “karar süreçlerine katılma ve iktidara hesap sorabilme” hak ve özgürlüğü, bırakın ulusal siyasal alandaki iktidarı, ekonomik ve kültürel iktidar alanının yanına bile yaklaşmamıştır.
Başka bir deyişle coğrafi yetki alanı dışında verilen kararları uygulamakla mükellef olan ulusal iktidar ve ulus toplum için ne demokratik rıza, ne demokratik temsil, ne de hesap verebilirlik söz konusu değildir.
Ulus kimlik içinde peydahlanan yeni mikro kimlikler, küresel yeni demokratik kültür karşısında yerellik alanına sığınarak var olmaya çalışsa da, bu koşullarda bir geleceğinin olacağını söylemek akla ziyandır.
C: Küresel kapitalist toplumsal düzeninin görünen yeni aşaması teknolojinin belirleyiciliğinde dijital topluma, gerçekliğin ters yüz edilmesine, iletişim ve ulaşım imkanlarıyla değerler sisteminin iptal edilmesine, robotik yaşama, cinsiyetsiz insana, ailesiz topluma ve bambaşka bir dünyaya doğru evrilmektedir.
Bu şartlarda katılımcı yeni demokratik siyaset kuramının büyücüleri, demokratik yeni etiğe ve uygulamaya bir meydan okuma olduğundan habersiz olamazlar; buna rağmen doğal olarak birden fazla sayıda baskı ve bu baskılardan kaynaklı çatışma türlerini görmezden geliyorlar. Bu handikapı aşmak isteyenlerse ‘radikal demokrasi’ denen ama içi henüz doldurulamamış başka bir demokratik siyaset biçimiyle göz boyamayı sürdürüyorlar.
3: Aristo’dan bu yana siyasetin tanımını yapan batılı siyaset kuramcıları, siyaseti iktidar ilişkileriyle temellendirmiş, iktidar ilişkilerini çıkar grupları arasındaki paylaşım meselesinin belirleyiciliğine ve görece adilliğine bağlamış, ‘doğrudan-temsili-katılımcı demokrasiyi’ bu sebeple savunmuşlardır. Dolayısıyla demokrasinin olmadığı siyasal rejimleri bölüşüm hususunda adil olmayacak tiranlık ve diktatörlük olarak değersizleştirmişlerdir.
Demokrasi tarihine bakıldığındaysa onların söylediklerinin tersinin gerçekleştiği görülecektir.
Özgürlüklerin kullanılabilmesi için en temel koşulun insanın yoksulluktan kurtarılması gerektiğini söyleyenler, demokratik siyasette de iktidarların çıkar gruplarından birini desteklediği, diğerine baskı kurarak özgürlüklerini ve haklarını sınırlandırdığı, sömürünün sürdürüldüğü gerçeğini görmek istemediler. Buna karşılık demokratik sistem içinde kalmak kaydıyla ‘seçme hakkını’ öne sürerek iktidarın değişmesini yeterli saydılar.
A: Demokratik siyaset biçimlerinden hangisi olursa olsun sabit olan şey, özü itibarıyla demokrasinin mürüvvetinden istifade edeceklerin ‘eskinin mülk sahipleri yeninin sermaye sınıfı olduğu’; doğal olarak istifade edemeyeceklerinse ‘eskinin mülksüzleri yeninin kentli yoksul emekçi çoğunluğudur.’
Bu bir toplumsal örgütlenme ve bu tarz örgütlenmenin siyasal sistem meselesi, sistemin hem etik değerleri hem de iktidar odaklı ilişkiler meselesi, nihayet iktidarın meşruiyet dayanağı meselesidir.
Çıkar gruplarından mülk ve sermaye sahiplerini imtiyazlı kılan; kamusal imkan, fırsat ve muafiyetleri bu sınıfın emrine sunan; diğerlerinin o imkan fırsat ve muafiyetlere erişimini yasalarla engelleyen siyasal şartlar; şartları üreten ve muhafaza eden demokratik paradigmanın kendisidir.
B: Şu halde demokratik bir siyaset düzeni, sistem içinde kalmak kaydıyla ve iktidar değişimi ile kısıtlanmış ‘seçme özgürlüğü’ dışında bir hak ve özgürlükler rejimi değildir; ‘doğruluk temelli’ övündüğü etik değerleriyse ‘ahlaktan vicdandan ve adaletten’ mahrumdur.
Söylenmeli ki demokrasi bir oligarşik rejimdir; seçme hakkıyla değiştirildiği sanılan şey, sistem içinde oligarşik iktidarın yer değiştirmesinden başka bir şey değildir; dolayısıyla yerleşik siyasal düzen yerine başka bir siyaset kuramı, etiği ve uygulamasına geçiş hiç değildir.
4: “İnsan cinsi varlıkları anlamlandıran ve belirleyen şey ‘bilinçleri’ midir yoksa, bilinçlerini belirleyen onların ‘sosyal varlığı, içinde yaşadıkları tarihsel toplumsal dönemin koşulları’ mıdır?”
Burada durup modern paradigmayı sorgulamak icap eder zira, ilahi hakikate dayalı sosyal gerçeklik ile içinde yaşanılan sosyal gerçekliğin dayandığı hakikat arasında iman küfür kadar fark vardır.
Müslümanlar, modern çağda olsun toplumsal değişim ve dönüşümlerin yaşandığı şartlarda Batılılarla aynı rotaya girmiş, eskisi yenisi başlarına dikilen diktatörlük temelli siyasal rejimlerin baskısı karşısında ‘özgürleşme’ koşullu demokratik siyasal kuramı benimsemişlerdi; Bu tercihi yaparken yaşayacakları sosyal gerçekliğin kendilerini bilinçlendireceklerinin hesabını tutmaktan aciz kalmışlardı.
Muhtemeldir ki kendilerine de iktidar fırsatı ve imkanı tanıyacak seçme haklarıyla sınırlı demokratik siyaseti savunmaya geçtiklerinde, yalnızca iktidar sınıfı olabileceklerini, iktidar ilişkileri ağıyla yerleşik değerleri koruyacaklarını ama Müslüman millet yapılanması, İslami siyaset kuramı ve uygulamasını ahlaki değerleriyle birlikte kaybedeceklerini fark edemeyeceklerdi.
Sonuç olarak denmeli ki demokrasinin mürüvvetini, özgürlüklerin kullanılmasının önündeki engelleri bizzat koyan zulüm temelli ekonomik iktidar sahipleri görecektir. İktidarın bu türlüsünün demokratik siyaset dışında var olamadığı gerçeği tarihsel tecrübeyle de görülmüştür.
Şu halde ‘iman, ahlak, adalet ve takva’ temelli Müslüman bir millet ve onun İslami siyaset kuramı ve uygulaması koşuluyla kendilerini bilinçlendirenler, yaratılış amaçları gereği de kendi siyasetlerini gerçekleştirmenin peşine düşmeliler.
Bunun için demokrasiye karşı olarak var olmak gibi basit ve sığ bir tepkisellik yoluna girmeden kendileri olarak bilinçlenme ve var olma mücadelesini tercih etmeleri, ön koşul olarak yeter.
Huseyinalan.com