Odanın tam ortasında tek kişilik hasta yatağı vardı. Yatağın içinde, sonradan zayıfladığı belli olan, ince suratlı bir çocuk yatıyordu. Bu çocuğun sarıya çalan kıvırcık saçları ve çukurunu doldurmakta zorluk çeken mavi gözleri vardı. Soluk gözleriyle etrafındakileri izliyor fakat tepki vermiyordu.
Hastanın etrafını saran az sayıda kalabalık, ev halkından ve birkaç yakın akrabadan ibaretti. Anne, baba, hala, teyze… Yabancı olarak sadece Doktor Yakup Bey vardı. Bir şikâyet üzere hastaneye gelindiğinden beri çocukla alakasını hiç kesmemişti. Çünkü çocuk bir türlü tedavi edilememişti. Dahası hastalığının ne olduğu bile tespit edilememişti. Birçok tecrübeli doktor tarafından uzun süre incelenmiş, , sayısız tahlil istenmişti. Çocuğun tahlillerinden de bir sonuç çıkmayınca ve sorular cevapsız kalınca, Doktor Yakup sessiz kalmış, sonra da sebepsizliği takıntı yapmıştı kendine. Zira bilim sebepsizliği kabul etmezdi ona göre.
Doktor Yakup, hasta odasının yanındaki bir pencere önünde dışarıyı izliyordu. Gözlerinin aradığı bir şey yoktu aslında. Boş boş yerlerde sürünüyordu bakışları. Uykusuz ve yorgundu. Hatta açtı ama umursamıyordu. Son bir kaç ayda tanık olduğu şeyler onu çok yıpratmıştı. Bir çocuğun sebebi tespit edilemeyen hastalığı korkulu rüyası olmuştu. Çözüm bulamadıkları hastayı, en sonunda bir koli serum ile eve göndermişlerdi. Evde bir mucize bekleniyordu. Yoksa çocuk yakında açlıktan ölecekti.
Doktor Yakup çaresizlik içindeydi. Gurur meselesi yapıp takibe devam ettiği hastadan ötürü utanır olmuştu. Kime ne anlatabilirdi. Hiçbir ilaç ya da tedavi, hastanın bir lokma ekmek yemesini sağlayamamıştı.
Hastanın yanı başında sürekli yiyecekler olurdu. Görüntüsünden, kokusundan canı çeksinde yemek istesin diye. Fakat geçen zamana rağmen çocuğun sararıp solan renginde ya da yeme isteğinde en ufak bir gelişme olmadı. Aksine durum daha da kötüleşti.
Çocuğun yanaklarını okşayan annesi, ıslak gözlerle mırıldanıyordu.
“Al yanaklarına ne oldu yavrucuğum”
“Bir lokma alda sevindir anneciğini”
“Gitmediğimiz doktor, aramadığımız ilaç, yazdırmadığımız muska kalmadı. Ne olur bir bana bak, bir gülümse, bir yudum su iç”
“Kahrından ölüp gideceğiz bizde. Bak babanda işi gücü bıraktı. Kaç haftadır fabrikaya gittiği yok. Oğlum olmazsa ne yapıyım ben malı mülkü diyor”
Çocuk ağlamaklı oluyor ama gözünden yaş gelmiyordu. Ufaktan mırıldanması da anlaşılmıyordu. Keriman Hanım, kocası Fazlı beye döndü.
-Ne olur bir şeyler yap.
Bozuk bir yüz ifadesi vardı Fazlı beyin. Pes etmiş edasıyla konuşuyordu;
-Ne yapıyım hanım? Gitmediğimiz doktor, aramadığımız çare kaldı mı? Ben de bitap düştüm. Bak doktor bey de burada, bir şey yapabiliyor mu?
-Olsun ne olur, bir şeyler yap. Belli ki bu doktor işi değil. Git başka birini bul.
-Doktor işi olmaz da ne işi olur Keriman. İmama mı gidelim? Ona da gittik ya, okudular üflediler ama ne çare.
Yalvarıyordu Keriman hanım:
-Olsun ne olur, durma, çare bul.
Fazlı bey omuzları yana düşmüş bir halde cebinden sigara çıkardı. Çakmağı ararken de kapıya yöneldi. Evden dışarı çıktı ve kaldırım taşına oturdu.
Fazlı bey, zengin biriydi. Onu kaldırım taşına oturmuş halde görmek pek mümkün değildi. Çok çalışır ve işlerini titizlikle takip ederdi. Çok çalışması gerektiğine inanırdı. Kendisi yoksulluk içinde büyümüştü. Tek çocuğu olan oğluna iyi bir gelecek hazırlamak istiyordu. O da şimdi ölüm döşeklerindeydi.
-“Bu nasıl bir talih, bu nasıl bir kader” diye söylendi.
Ciğerlerine doldurduğu sigara dumanını efkârla havaya bıraktı. Bu esnada yoldan geçmekte olan yaşlı ve heybetli bir adam tarafından selamlandı. Sakin ve huzurlu bir hali olan Yaşlı adam, sağ elinde ekmek çantası taşıyordu. Başını eğerek verdiği selama Fazlı beyden cevap alamadı. Yürümeye devam etti. Yolda karşılaştıklarına selam vererek uzaklaşıyordu.
Yaşlı adam caddeden ayrılan sokak başına kadar gitmişti. Sokak içeri dönmek üzere idi ki durdu. Ekmek olan çantayı sol eline aldı. Sağ eliyle kırçıl sakalını kaşıdı bir süre. Geri döndü ve sigara dumanını boş boş seyreden Fazlı beye doğru bakındı. Sonra da kararlı adımlarla Fazlı beyin yanına geldi. Önceki sefer cevap alamadığı selamı yeniledi. Bu defa cevap aldı:
-Aleyküm selam bey amca, aleyküm selam.
-Az önce selamımı almadın. Ve talihinden, kaderinden şikâyet ettiğini gayri ihtiyari işittim. Halinde pek efkârlı geldi bana. Kusura bakma, meraktan değil yanına geri dönüşüm. Üstüme vazife bildim derdini sormayı. Bunu her Müslüman gibi vazife bilirim kendime. Yapabileceğim bir şey var mıdır senin için?
Fazlı bey, isteksiz bakışlarını yaşlı adama doğrulttu. Şaşırmıştı. Bugünlerde kim başkasının derdiyle ilgilenirdi ki? Ne diyebilirdi ki?
Aslında hem herkese, hem yalnızlığa ihtiyacı vardı. Kısa bir sessizlikten sonra zoraki konuştu;
-Çaresiz bir derdin olsa ne yaparsın bey amca.
-Dert dediğin; dermanın yokluğudur. Dermanı bilirsen, dert de kalmaz tasa da.
-Çaresiz, dermansız diyorum baba anlamadın mı?
-Ben anladım da sen anlamadın sanırım. Dermansız dert olmaz, ölümden başka.
Fazlı bey gerilmişti. Ne diyeceğini bilmiyordu. Oturduğu yerden konuşuyordu. Bakışlarını yaşlı adamdan aşağı indirdi. Hem dertleşecek bile olsa bu yaşlı adam dert paylaşmak için uygun biri miydi? Kendiliğinden çıkıp gelmişti buraya. Acaba dilenci miydi? “Yok, yok saçmalıyorum” diye düşündü. Yaşlı adam zengince durmuyordu ama duruşunda da dilenciliğe ait en ufak emare yoktu. Öyleyse kimdi ya da neciydi bu adam?
En sonunda yalnızlık istediğine karar verdi Fazlı Bey. İhtiyarı göndermek için onunla ilgili bir mesele olmadığını anlatmak istediği şu cümleyi kurdu;
-“Azrail kapıda beybaba, içeri girmeyi bekliyor. Yapacak bir şey yok ve ben bu yüzden kahroluyorum. Çünkü içerde yatan; gözümün nuru, evimin neşesi, mülkümün tek varisi biricik evladımdır” dedi.
Yaşlı adamın gözleri büyüdü. Kaşları çatıldı. Kendinden emin bir edayla konuştu:
-Madem içeride evladın Azrail bekler, sen ne beklersin kapıda? Müsaade varsa içeri girelim de bir hastayı görelim. En azından dua ederiz.
Fazlı bey bir kez daha şaşırmıştı. Ama çaresizlik elini kolunu da bağlamıştı. Teklifi düşünmeye fırsatı olmadan gayri ihtiyari kalktı ve yol gösterdi davetsiz misafirine. Memnun olmuştu bu duruma sonradan. Netice de inançlı insanlardı. Hem Keriman hanım da, sakallı, yaşlı, eli yüzü düzgün dua eden birini görmekten memnun olabilirdi. Belki bir hayrı dokunurdu.
Geniş bir koridordan geçerek ulaştılar hastanın odasına. Yaşlı adam, hasta yakınlarına selam verdi. Sonra doğruca inlemekte olan hastaya yöneldi.
Doktor Yakup Bey, dışarıyı izlemeyi bırakmış içeri giren yaşlı adamı seyre koyulmuştu. “Tıbbın yetişemediği zamanlarda bu gibi kişilere fırsat doğuyor” diye düşündü. Birçok üfürükçü hoca olayına rastlamıştı. İğrenmeden bakamazdı sahtekâr yüzlerine. İnsanların zayıflığını kullanarak para kazanırlardı ve onları olmayacak şeylere inandırırlardı. Böylece gerçek çözüm yollarından da uzaklaştırırlardı insanları. Büyücü ya da üfürükçü olarak kiralanarak getirildiğini düşündüğü Yaşlı adamı izlemeye koyuldu.
Yaşlı adam ilk iş olarak çocuğun ellerini avuçları arasına topladı. Çocuğu izlemeye koyuldu. Çocukta fersiz gözleriyle onu izliyordu. Yaşlı adamın dudakları kısa bir süre mırıldadı. Dua ediyordu belli ki. Bu sahneye çocuğun annesi dışındakiler homurdandılar. “tıbbi yöntemler dururken, başka şehirler, başka doktorlar dururken, büyücü bir adama teslim etmek ne derece doğru”
Bunları duymamış gibi davrandı yaşlı adam. Çocuğa ismini sordu. Çocuk konuşmak istiyordu ama kıpırdattığı dudaklarından ses çıkmıyordu. Çok halsizdi. Açlık çeken insanlar gibi dudakları şişmiş, çatlamaya başlamıştı. Yüzlerinin derisi incelmiş yüz kemikleri belirgin olmuştu.
Yaşlı adam oturduğu yerde yan döndü. Böylece ev halkını karşısına almış oldu. Soru sormaya başladı. O kadar çok soru soruyordu ki. Bu sorular içerisinde çocukla hiç ilgisi olmayan sorular bile vardı. Fazlı beyin ne işle uğraştığı, çalıştırdığı işçileri, banka ile ilişkileri, Keriman hanımın memleketini, namaz kılıp kılmadığı, mahalleye ne zaman taşındıklarını… Doktor beye de sorular sordu. Daha önce böyle bir vakayla karşılaşıp karşılaşmadığını, tahminlerini, psikolojik sebep ihtimalini… Hepsinin cevabını aldı. Durdu, düşündü, düşündü.
Ev sahiplerinden rica ederek abdest tazeledi. Yeniden çocuğun yanına döndü. Ev halkına da dua etmelerini tavsiye ederek dua ya başladı. Çocuğun ellerini yeniden avuçlamış bir vaziyette dua ediyordu. Gözleri ıslandı zamanla. Kısılıp büzüldü. Yaşlı adamın bu halini görenler, çocuğun acılarını hissettiğine dair bahse girerdi. Duadan vazgeçmedi yine de uzun süre. En sonunda (sabırların zorlandığı bir anda) duayı iman, ahlak ve şifa dileyerek ve herkese işittirerek bitirdi.
Odayı taze ekmek kokusu kaplamıştı. Yaşlı adamın ekmekleri mis gibi kokmuştu. Farkında olan yaşlı adam bir ekmeği çıkararak parçalara böldü ve çoktandır aç olan ev sakinlerine taksim etti. Kimse itiraz etmedi. Onlarda acıkmışlardı zaten.
Elinde kalan son parçadan çok küçük ve yumuşak bir parça kopardı. Kendisini merakla ama zayıf bir gözle takip eden çocuğa uzattı. Hasta çocuk, zorlandı ama yinede açtı ağzını. Hafifçe çiğnemeye başladı. İlk lokmalarda zorlandı ama her yeni lokmayı biraz daha istekli aldı. Ekmek bittiğinde kesik kesik öksürükleri başladı. Çocuk, öksürükleri bittiğinde derin bir uykuya dalmıştı.
Bu inanılmaz gelişmeyi, şahit olan herkes şaşkınlık içinde izledi. Kimse inanamıyordu. Haftalardır hiçbir şey yedirememişlerdi. Serumlarla yaşıyordu hasta çocuk. Şimdi ise birkaç dua okumasıyla iyileşme belirtileri göstermişti.
Yaşlı adamı minnet duygusuyla yolcu etmişlerdi. Para bile teklif etmişlerdi. O da bunu ciddi bir tavırla reddetmişti.
“-Müslüman olduğumu ve Allah rızası için yanınıza geldiğimi söylemiştim. Ben sadece dua ettim. Sizde dua ettiniz. Şifayı veren Allah oldu. Bunu böyle bilin” diyordu.
Yaşlı adam gittikten sonra ev halkı sabahı zor etti. Çocuk için güzel bir kahvaltı hazırladılar. Tepside bal, pekmez, yumurta, birkaç çeşit peynir, zeytin daha neler neler vardı. Çocuk uyandığında önünde hazır bir sofra buldu. Ancak yiyemedi. Ne yaptılarsa olmadı. Evde matem havası yeniden başlamıştı.
Öğlene doğru kapı zili çalmıştı. Yaşlı adam elinde fırından aldığı taze ekmeklerle ziyarete gelmişti. Çocuğun durumunun eski hale döndüğünü ağlayarak anlattı Keriman Hanım. Yaşlı adam çocuğun odasına girdi. Hal hatır sorup ekmeğinden uzattı. Çocuk yine yemeye başladı. Ev halkı hem sevinci hem şaşkınlığı yaşıyordu yeniden.
Bu durum birkaç gün boyunca böyle devam etti. Artık ev sakinlerinde farklı bir huzursuzluk baş göstermişti. Yaşlı adamın büyü yaptığını düşünüyorlardı. Çünkü evden hiçbir şey yemiyor sadece yaşlı adamın elinden kuru ekmek yiyordu. Bu inanılacak gibi değildi. Biryanda doktor, bir yandan Fazlı bey ve Keriman hanım, kendi ellerinden hiçbir şey yemeyen ama yaşlı adamın elinden kuru ekmek yiyen çocukları hakkında endişe etmeye başladılar. Yaşlı adam gerçekten büyü mü yapmıştı acaba? Bunu yaşlı adama ilk günler sormaya çekinmişlerdi. Çocuklarının sağlığı hatırına rıza gösterdiler. Ama durumun böyle devam etmesi kabul edilebilir bir şey değildi. En sonunda Yaşlı adama bu durumu sormaya karar verdiler. Yaşlı adam bunun üzerine bir süre düşündü. Sebebini bilmediğini onlara anlattı. Sonra da aklına bir fikir geldi. Elindeki ekmeği Fazlı beye verdi. Yedirmesini istedi. Çocuk yemeğe devam etti. Gözleri fal taşı gibi açıldı herkesin. Hep birlikte “neden” dediler. Yaşlı adam, bakışlarını yere düşürdü. Anlamıştı her şeyi;
-“Çocuk sadece helal kazançtan yiyebiliyor” dedi.
Bir anda tüm bakışlar Fazlı beye döndü.
…
…