Hasan el-Hudaybî 1891-1973 yılları arasında yaşamış, hukuk tahsili yapmış, avukatlık yapmış ve temyiz mahkemesi danışmanlığına kadar yükselmiş bir kişi. Hasan el-Benna şehid edilince onun yerine seçilmiş, o esnada resmi görevinden istifa etmiştir.
Cemal Abdünnasır Abdülkadir Udeh gibi müslümanlarla birlikte Hudaybînin de idamını istemişse de, yaşının ilerlemiş olması gerekçesiyle onun cezası müebbed hapse çevrilir. Ağır bronşit nedeniyle hapisten de tahliye edilir ve evinde mecburi ikamete tabi tutulur. İleride yeniden hapse atılacaktır. Nasır’ın 1971’de ölümünden sonra hapisten çıkartılır ve 1973 11 Ağustos’unda vefat eder.
Hasan el-Hudaybînin ‘Duatun lâ Kudât’ isimli kitabı Türkçeye ‘Davetçiyiz, Yargılayıcı Değil’ ‘İslam Dünyasında İnanç sorunları’ başlığıyla tercüme edilip yayınlanmıştır.* Kitapta Allahtan başka ilah olmadığına ve Hz. Muhammed’in Allahın Rasulü olduğuna şehadet etmek, cuhud (inkar), küfür, şirk, riddet ve nifak terimleri; Hâkimiyet kavramı; Akide konusunda bilgisizlik, itaat, hakiki imamet; tağutu reddetmek ve Kur’an-ı Kerimle doğrudan bağlantılı olmak gibi konular işlenmektedir.
Hudaybî’nin, kitabına ‘Duâtun Lâ Kudât’ ismini seçmiş olmasını son derece isabetli bulduğumu belirtmek isterim. Çünkü davetçilikle yargılayıcılığı karıştırmamak gerekir. Bununla beraber, müellifin kitapta tartıştığı konulara bakışını aynı derecede benimseyemediğimi de ifade etmek isterim.
Hudaybî, tartıştığı konuları ‘ehli sünnetçi’ bir zihniyetle ele almış. Onun, gerek bahse konu ettiğimiz kitabını ve gerekse genel olarak düzeyini anlamak için öncelikle, hadislere, hadis-Kur’an ilişkisine bakışını bilmek yararlı olacaktır.
Hudaybî’nin satırlarından, hadisleri bütünüyle vahiy eseri gördüğü anlaşılmaktadır. Şöyle demektedir: “Buna göre şu ortaya çıkmış oluyor: Rasulullah (sav)’in söylemiş olduğu her şey, yüce Allah’tan bir vahiydir.” Üstad, ‘bağlanmak’ açısından, Kur’an ile hadisler arasında bir ayrım yapmamakta; Allah ile “Peygamberlerin efendisi olan masum Rasul Muhammed (sav)’in sözlerine dört elle sarılmamız” gerektiğini ileri sürmektedir.
“Kur’an-ı Kerim ve Rasulullah (sav)’den sabit olmuş bulunan bütün hadis-i şeriflerin hepsi yüce Allah’ın Rasulü’ne vermiş olduğu vahiylerdir. Bunların hepsi tek bir cümledir, tek bir ibaredir. … Herhangi bir ayetin bir parçası, yahut da herhangi bir sahih hadis, başka bir takım ayetlere ya da diğer bazı sahih hadislere asla aykırı değildir: “Eğer o Allah katından başkasının katından olmuş olsaydı, onda pek çok aykırılıklar bulurlardı.” (Nisa, 82)
Hudaybî şöyle devam ediyor: “Kur’an-ı Kerim’in bütün ayetleri, Rasulullah (sav)’in bütün hadisleri haktır, onlara inanmak ve onlarla amel etmek de vaciptir.”
Bir hadisin bir başka hadisten dolayı bırakılamayacağını iddia ediyor ve bunun için de Bakara, 85. ayeti delil getiriyor.
Hudaybî, Rasulullah (sav)’in söylediklerinin, Rabbi’nin söylediklerine aykırı düşmeyeceğine kesin olarak inanmakta, bunu da, Necm suresinin 2. ayetiyle temellendirmektedir. (“O kendi hevasından konuşmaz…”). Elbette Rasulullah’ın (sav), Allah’ın buyruklarına aykırı hiçbir şey söylemeyeceği gayet açık, net bir hakikattir; bunda hiçbir sorun bulunmamaktadır. Sorun şu ki, Allah’ın buyurduklarına aykırı şeyler söyleyen, Peygamber değil, Peygamber’in hayatta olmadığı bir vasatta bir ‘hadis’in, ilk ravisinden, hadis kitabını telif eden musannife gelinceye kadarki bütün aktörlerdir. Sorunun en büyük payı kuşkusuz musanniflere aittir. “O hevasından konuşmaz, onun konuştuğu, kendisine vahyedilmiş bir vahiydir” (Necm, 2-3) ayetinin kastettiği, Peygamber (a.s)’ın halka tebliğ ettiği Kur’an vahyidir; bunun hadislerle hiçbir alakası yoktur. Bu gerçeği, Hasan el-Hudaybînin bilmemesi(?) çok vahim bir durumdur. Hadislerin bir kısmında, Peygambere ait birtakım kelimeler bulunabilir, bazı hadisler büyük oranda Peygamber’e ait de olabilir ama bunlar daha çok, ravilerin, hadis derleyicilerin v.b. sözleri ve fikirleridir.
İhvan liderinin şu sözlerinden, adeta ayetle hadis arasında fark gözetmediği anlaşılmaktadır:
“Şayet bizler bir takım ayetleri bırakıp başkalarıyla amel edecek olursak, yahut bir takım hadisleri bırakıp diğer bir takım hadislerle amel etmezsek, ya da hadisi bırakıp ayetlerle, yahut ayetleri bırakıp hadislerle amel edecek olursak, hem yüce Allah’a hem de Rasulü’ne -terk ettiğimiz ve gereğince amel etmediğimiz için- asi olmuş ve günah kazanmış oluruz. Üstelik yüce Allah’ın hükmünü kasti olarak değiştirmeye ve sözleri yerinden oynatıp tahrif etmeye, yüce Allah’a da yalan iftirada bulunmaya kalkışmış oluruz. Çünkü sözün bir kısmını nakledip bir kısmını nakletmeyen kimse, o sözü yerinden oynatıp tahrif etmiş, değiştirmiş olur.”
Hudaybînin zannına göre Rasulullah (sav) bizlere, ayetlerle hadisleri bir arada değerlendirmeyi, onlar arasında karşılaştırma yapmayı, bunların hangisinin hâs, hangisinin âmm olduğunu bilmeyi, bundan sonra da kendisiyle amel etmemiz vacip olan şeri hükmü çıkartmayı öğretmiş bulunmaktadır. Oysa Allah Rasulü’nün bizlere öğrettiği şey, Allah’ın sözleri önüne hiçbir sözü geçirmemek, Allaha ve Rasulü’ne iftira atmamak, Kur’an gibi bir nass dururken, zanna uymamaktı.
Hudaybî’nin sözlerinden, acaba hadis ilmi üzerine hiçbir ciddi tetebbusu olmadı mı diye sormak icap ediyor. Şöyle diyor: “Kur’an-ı Kerim ile ve hadis-i şeriflerin tümüyle de -hepsi hak olması hasebiyle- amel etmek gerekir. Kim yalnızca Kur’an-ı Kerim’i ele alır ve hadis-i şeriflerden yüz çevirirse, bizatihi Kur’an-ı Kerim’in kesin ve sarih nasslarına muhalefet etmiş olur…” Hadislerin hepsini ‘hak’ sayan bir zihniyete, “İşte bunlar, sana hak ile okuduğumuz, Allah’ın ayetleridir. Şimdi onlar, Allah’tan ve ayetlerinden sonra hangi söze inanacaklar?” (45/Casiye, 6) ayetini okumaktan başka yapacak bir iş görünmemektedir.
Anlaşılacağı üzere, Hudaybî’nin düşünce temelini, Peygamber adına ‘hadis’ diye irad edilen her sözün ‘hak’ ve Kur’an’la eşdeğer olduğu görüşü oluşturmaktadır. Bu ‘hadis müslümanlığı’ insanların ufkunu karartmakta, düşünceleri dumura uğratmaktadır. Daha açık bir şey söylemek gerekirse, ‘hadis’ perdesi ile alternatif bir din oluşturulmakta ve bu ‘din’ adeta Allah’ın Dini İslam’a meydan okumaktadır.
Hudaybî’nin, kitabına, Mevdudi’nin ilah, rab, din ve ibadet terimlerine, la ilahe illallah sözüne ilişkin açıklamalarını eleştirerek başlaması boşuna değildir; çünkü Mevdudi’nin -oldukça makul ve mutedil- açıklamaları bile, onun ‘hadis müslümanlığı’nı rahatsız etmektedir. Mevdudi, Hudaybî’nin eleştiri konusu yaptığı uzunca pasajda özetle şöyle demektedir: Kur’an’ın indiği dönemde o günkü Araplar ilah ve rab kelimesinin anlamını biliyorlardı. Lâ ilahe illallah sözünü söyleyen, bu sözün neyi kapsadığının, neyi dışarıda bıraktığının çok iyi farkındaydı. Dolayısıyla, iman eden bilerek iman ediyor, küfreden de bilerek küfrediyordu. Sonraki dönemlerde kelimeler anlam kaybına uğramıştır. Bu sonraki dönemlerde insanlar, Kur’an’ın kendilerini Allah’tan başka ilah edinmemeye davet etmesini, putları terk etmek olarak anlamışlardır.
Bu görüşe itiraz eden Hudaybî, sözüm ona haklılığını kanıtlamak için, peş peşe sıraladığı onlarca ayetten istimdat etmektedir. Ama bu itirazlarının hemen hiçbir ilmi değeri bulunmamaktadır. Çünkü Mevdudi’nin bakışındaki isabetlilik ortadadır. Allah’tan başka ilah edinmemek, sırf herhangi bir putu ilah kabul etmemek olarak anlaşılırsa, belki de onlarca ‘şey’ ilah edinildiği halde, bunun farkına bile varılamayacaktır.
Bu durumda Hudaybî’nin, anlamını bilmediği halde şehadet kelimesini söyleyen kimsenin Müslüman olduğunu kanıtlama çabası daha iyi anlaşılmaktadır. Kelime-i şehadetin anlamını bilmese de, bunu söyleyen kişiyi Müslüman saymaktadır. Bizim, tekfirci bir yaklaşımla, “hayır kâfir sayalım” taraftarı olduğumuz zannedilmemelidir. Fakat ağzından çıkan sözün ne anlama geldiğini bilmeyecek kadar o sözden bîhaber kimsenin Müslümanlığına bu kadar ‘değer’ vermenin de bir anlamı gözükmemektedir.
Hudaybî, itirazlarını haklı çıkartmak için, Rasulullah (a.s)’ın, Adiy b. Hatem’in de bulunduğu bir mecliste, Tevbe suresinin 31. ayetini okuması, Adiy b. Hatem’in, “biz onları rab edinmedik ki!” diye itiraz etmesi ve Rasulullah’ın, ahbar ve ruhban’ın helal dediklerini helal, haram dediklerini haram saymanın onları rab edinmek olduğu açıklaması örneğini defalarca zikrettiği halde, hemen hiçbirinde bu örnekten, ona muvafık bir anlam çıkartmış değildir.
Hudaybî’nin bakış açısına göre Kur’an’la eşdeğer derecedeki rivayetlerden birinde anlatıldığına göre, “Arapların bilgisiz olanları” Rasulullah (sav)e, “Şunların kılıçlarını astıkları bir yerleri olduğu gibi, sen de bize öyle bir şey yap!” demişler. Rasulullah (sav) de onlara şöyle demiş: “Muhammed’in nefsini elinde tutana yemin ederim, sizin bu söylediğiniz, kavminin Musa’ya: Sen onların tanrıları olduğu gibi bize de bir tanrı yap! dediklerinin benzeridir. Musa da onlara: muhakkak, sizler cahillik eden bir kavimsiniz, diye cevap vermişti. Gerçek şu ki, bu geçmiştekilerin izledikleri bir yoldur. Sizden öncekilerin yollarını adım adım takip edeceksiniz…”
Peygamber (a.s) zamanında böyle bir hadise yaşandı mı, bilmiyoruz. Fakat bu rivayet öncelikle yine, hadis dinine sonsuz derecede itimat eden zihniyetin kendi metoduna aykırıdır çünkü rivayetler sahabenin hepsinin udul ve gökteki yıldızlar gibi olduğunu söylüyor… Hudaybî bu ‘delil’i, “Rasulullah (sav)’in İslam’a girişlerini kabul ettiği kişilerin tümü tek tek uluhiyyetin, rububiyyetin ve tevhidin bütün anlamlarını tam manasıyla biliyordu şeklindeki iddiayı çürütmek…” niyetiyle zikretmektedir.
Hudaybî’nin, hadislere bakışının bir gereği olarak mürtedin öldürülmesi (ayrıca eşinden ayrılması, mallarının müsadere edilmesi), zina edenin recm edilerek öldürülmesi,* deccal, ahirette günahkarların şefaatle cennete girdirilmesi (Müslüman birinin de cehennemde azap çektikten sonra şefaat ile cennete girdirilmesi), kabir azabı gibi, Kur’an’a aykırı birtakım uygulama ve inanışlara sahiplenmesini doğal karşılamak gerekir.
Hudaybî’yi gayrete getiren konulardan biri de, iman etmiş olmak için amel etmenin şart olmadığıdır. Hadislere istinaden, Allah’ın birliğine iman ve Muhammed’in Allah’ın rasulü olduğuna şehadet getirmek zaten ‘amel’dir gibi bir yorum geliştirmektedir. Şöyle diyor: “Kim Allah’tan başka hiçbir ilah olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın rasulü olduğuna kalbinden ihlas ile şahitlik ederse, o kalbinde yerleşmiş bulunanı tasdik eden bir amel de işlemiş olur. Yüce Allah’ın buna dair hükmü de böyle bir kimsenin iman edip İslam’a girmiş olduğu şeklindedir.”
Amel imandan cüz müdür, değil midir tartışması yeni bir mesele değildir. Fakat ameli imandan bu derece tecrid edince, amelsiz, ibadetsiz bir Müslümanlığın ortaya çıkacağını hesaba katmak gerekir. Kaldı ki Kur’an, ameli imandan kesinlikle ayırmamakta, adeta imanla ameli etle tırnak gibi iç içe göstermekte, amelsiz imanın mümkün olmadığını yeterince ortaya koymaktadır. Zaten Hudaybî, “iman söz ve ameldir” (İbni Battal) ve “İman kalb ile tasdik etmek ve organlarla da amel etmektir” (İsfehanî) gibi görüşlere yer verirken, kendisiyle çelişmektedir. Bunu belki de, diğer yorumlarından kendisinin de tam tatmin olmadığı şeklinde anlamak gerekir ki, “Müslüman fukahanın büyük çoğunluğunun görüşü” olarak yer verdiği şu sözleri de bunun teyididir: “Bu görüşe göre iman, şer’i bir ıstılah olup onun manası kalp ile tasdik, dil ile söylemek, azalarla amel etmek, yani emir ve yasakları yerine getirmektir.”
Hudaybî, “iyi olsun, facir olsun, kıble ehlinden olan herkesin arkasında namaz kılınabilir” görüşünü savunurken, referansı, Tahavî akidesidir. Referansı Kur’an olsaydı, bu görüşünde ısrar eder miydi acaba?
Hudaybî, herhangi bir günahtan dolayı, onu işleyenin tekfir edilemeyeceği kanaatindedir. Bu iddiasını pekiştirmek için de, Ebu Zer’den gelen şu rivayeti nakletmektedir. Peygamber, La ilahe illallah deyip, bu hal üzere ölen her kulun mutlaka cennete gireceğini bildirmiş, Ebu Zer “Zina etse de mi, hırsızlık yapsa da mı?” diye sormuş. Peygamber zina etse de, hırsızlık yapsa da buyurmuş. Ebu Zer sorusunu üç kere tekrar etmiş, Peygamber (a.s) da üç kere aynı cevabı vermiş.
Hayatında bir kere, zina ve benzeri bir günahı işleyen kimse elbette tekfir edilmemelidir ama bugün yeryüzü, Müslümanım dediği halde, zinadan daha büyük günahlar, kendisinin yaşam tarzı haline gelmiş yığınlarca insan barındırmaktadır. Hudaybî’nin bakış açısına göre, Mısır’da, İhvan hükümetini darbe ile düşüren ve Adeviye meydanını kan gölüne çeviren general ve yardımcılarının bu icraatlarının, onların imanlarına zarar verdiği söylenemez.
Hudaybî, günahkar Müslümanların cehennemde cezaları kadar yanıp, sonra (şefaatle v.b.) cehennemden çıkartılıp cennete girdirilecekleri biçimindeki geleneksel inanışa harfiyen bağlıdır. Tahavî akidesinden şu gibi ‘akaid’leri imdadına çağırmaktadır: Muhammed ümmetinden büyük günah işleyenler ateştedirler. Ancak muvahhid olarak ölürlerse, tevbe etmemiş olsalar bile, yüce Allah’ın huzuruna O’nu tanımış olarak vardıkları sürece cehennemde ebedi olarak kalmazlar. … günahkarlar ateşte azap edildikten sonra, Allah’ın rahmetiyle ya da şefaatçilerin şefaatiyle ateşten çıkarlar. … “Kâfir bir kimse cennete ebediyen girmeyecektir. Cehennemde ise hiçbir mü’min ebediyen kalmayacaktır.” “Müslümanlardan Allah’ın dilediği kimseler ateşe girecekler, sonra da şefaat ile oradan çıkartılacaktır.” Tahavi, kalbinde bir arpa tanesi, buğday tanesi ve hatta zerre kadar hayır bulunup, la ilahe illallah diyen kimsenin cehennemden çıkacağını hadise istinaden ileri sürmektedir. … Amelleri kaybeden (yapmayan) bir insanın imanı eksik, isyankar bir mümindir ama kâfir olmaz. “Kötülükleri iyiliklerinden ağır basan kimseler, amellerine göre şefaat ile ateşten çıkacaklardır.”
Hudaybînin ‘delil’ olarak kullandığı şu hadis tam bir ibret vesikasıdır. “Hiç hayır işlememiş bir adam, ölümü yaklaştığı sırada yakınlarına şöyle vasiyette bulunur: Öldüğümde cesedimi yakın. Daha sonra oldukça rüzgarlı bir günde küllerimin yarısını denizde, öbür yarısını karada savurun. Vallahi, şayet yüce Allah beni buna rağmen ele geçirecek olursa, öyle bir azaplandıracak ki, yaratıkları arasında hiç kimsenin azabına benzemeyecektir. Muhakkak yüce Allah onun külünü bir araya getirerek, onu diriltip şöyle sordu: seni böyle yapmaya iten sebep nedir? O kişi; Sen’den olan korkumdur, ey rabbim! diye cevap verince, yüce Allah bu sözü dolayısıyla ona mağfiret etti.” (İbni Hazm’ın el-Fasl’ını kaynak vermiş. Bu hadis İbni Hanbel’in, Musned’inde, I/4-5 ve Darimi’nin Sunen’inde 20/Rikak, bab: 92, II/635 geçmektedir). Allah bu adama, gözünün eriştiğinin on katı mükafat verecekmiş.
Hudaybînin bu olayı yorumu şöyledir: Bu adam, Allah’ın, küllerini bir araya getirip, onu yeniden dirilteceğini bilmiyordu! Bu hususta bilgisizdi! Allah da onu, bu bilgisizliği nedeniyle mağfiret etmiştir! Dolayısıyla Allah’ın kudretini bilmeyen kişi bu bilgisizliği nedeniyle mazurdur; kâfir ya da müşrik değildir! Bu tezini kanıtlamak için de Nisa, 48. ayeti referans vermektedir.
Hudaybî küfrü şöyle tanımlamaktadır: “Küfür, aynı zamanda yapanın iman sıfatından mahrum bırakılacağı, nass ile bildirilen herhangi bir ameli işleyen kişinin de sıfatıdır. Bunun delili Rasulullah (sav)in şu buyruğudur:
“Ben insanlarla, Allah’tan başka ilah olmadığını söyleyene kadar savaşmakla emrolundum. Ama kim bu sözü söylerse benden canını ve malını korumuş olur; ancak İslam’ın koyduğu haklar hariçtir. Diğer (görülmeyen) konularda hesabı Allah’a aittir.”
Hudaybî: Buna göre Rasulullah (sav)’in getirmiş olduğu şeylerden herhangi birini inkar eden ya da yalanlayan kimseden iman sıfatı kalkmış olur.” Hudaybî’nin bu görüşü, “kalbinde zerre kadar hayır bulunan…” hadisi ve bu doğrultudaki bakışla çelişmekte değil midir? ‘Zerre kadar iman’ şöyle dursun, İslam adına iddialar taşıyan nice insan, İslam’ın nice hükümlerini inkar edebilmektedir. Dolayısıyla, Hudaybî’nin, iman-amel ilişkisine dair görüşlerinin yeniden yeniden gözden geçirilmesinin gereği ortadadır.
Hasan el-Hudaybî’nin ‘hâkimiyet’ kavramına itiraz etmesi, siyasî fikir yapısını ortaya koymaktadır. Hâkimiyet kelimesinin Kur’an’da geçmediğini ileri sürmekte; Allah’ın insanlara bazı düzenleme ve yasamaları kendilerinin koyabilmelerine dair izin verdiği gibi bir savunmaya girişmektedir. “Hâkimiyet, Allah’tan başka ilah olmadığına şehadet etmenin kapsamında anlaşılır. Yahut da Rububiyetin yalnızca Allah’a ait olmasının tabii bir gereğidir.” görüşünü yanlışlama çabasını anlamak mümkün değildir. Kendisiyle bir kez daha çelişerek, “Bir şey hakkında bir inanca sahip olan yahut onun hakkında bir şey söyleyen, yahut da amelde bulunan bir kimse, o şey hakkında hüküm veriyor demektir.” diyebilmektedir.
“Ameliyle hakka karşı inatlaşarak muhalefet eden”, fakat “amelinin aksine itikad ediyor” olan kimseyi “fâsık bir mü’min” olarak nitelemekte; “Müslüman ile mü’min aynı şeydir, bazen âsi ve fâsık da olabilir.” demektedir. Böylece Hudaybî, “fasık mü’min” diye yeni bir inanç kategorisi icad etmiş olmaktadır. Bu, Kur’an’da rastlayamayacağımız ama alternatif hadis Müslümanlığında yeri olan bir kavramlaştırmadır.
Hudaybî’nin, en şaşılası izahlarını ‘tağut’ terimi çerçevesinde yaptığını söyleyebiliriz. Tağutu, “Kendisi için tayin edilmiş olan sınırın dışına taşan her şey” diye tanımlamakta; ardından da, “Buna göre tağut, dikili putlar, heykel veya kişi de olabilir.” demektedir. Acaba bir putun ya da heykelin, “kendisi için tayin edilmiş olan sınırın dışına taşması” nasıl olabilir? Bu anlamsızlığı fark etmiş midir, bilemiyorum ama bir putun ya da heykelin -tağut olarak!- kâfir olduğuna hüküm vermenin mümkün olmadığını, naslarda bundan söz edilmediğini, bu put ya da heykelin cansız/akılsız varlık olduğu, onun için kâfir ya da Müslüman olarak hüküm verilemeyeceğini belirtmektedir. Tağut, dikili bir heykel değil, o heykeli diken irade, ya da heykelin temsil ettiği kişinin bizzat kendisidir.
Hudaybî’nin tağuta ilişkin asıl şaşılası açıklamaları şunlardır: “Hatta bazen tağut, söyleyen kişiyi kâfir kılmayan, asi de kılmayan, aksine iyilik yapıp Allah katında ecir kazanan bir kişinin izlediği bir yol da olabilir. Şöyle ki: eğer müctehid ve takva sahibi bir alim, herhangi bir fetvasında hakka isabet edemese, bir başkası da onun hatasını apaçık görse ve bu konuda hata ettiğinden en ufak bir tereddüdü bile olmasa, işte bu müctehidin fetvası, Allah’ın şeriatının dışına taşmış (tuğyan etmiş) bir fetvadır. Bundan önce açıklamış olduğumuz şer’i manasıyla, ona ittiba eden bir kişi, onun batıl olduğunu görmesine rağmen tabi olduğu sürece tağuta ittiba ediyor demektir. Fakat bu durum, bu fetvayı veren kişinin müctehid ve iyilik yapmış olduğu durumunu değiştirmeyeceği gibi, yüce Allah’ın katında hakkı bulmayı kastettiği sürece isabet ettirememiş bile olsa, ictihadı dolayısıyla ecir kazanmasını engelleyici değildir.”
İhvan lideri, yukarıda ‘fasık mü’min’ teriminden sonra şimdi de, “ecir kazanan, müctehid tağut” gibi yeni bir terim icat etmiş olmaktadır. Müellif, “tağutun kâfir olduğuna hükmetmek gerekir” ilkesini tevil etmekte, “bu görüşü destekleyen ve tağutun ancak sapıklığa davet eden müşrik insana isim olarak verileceğini belirleyen nasslar bilmemekteyiz” gibi, anlaşılması ve anlamlandırılması mümkün olmayan sözler sarf etmektedir.
Netice olarak şunu söyleyebiliriz. Biz Müslümanlar, son kırk-elli yılın gerek telif, gerekse tercüme kültürünü yeniden tedkik etmeli, sıkı bir şekilde ‘Kur’an eleğinden geçirmeliyiz. Bu tedkikimiz sonucunda, nice isimlerin Kur’an’ın bize öğrettiği İslam karşısında nasıl da çok ciddi zaaflarla malül olduğunu görebilmekteyiz.
Müslümanlar olarak yeni bir uyanış hamlesi, yeni bir İslamî düşünüş gayreti başlatmak zorundayız. Bizim, belki de hala önemini tam olarak, hakkıyla kavrayamadığımız Kur’an, çok büyüktür. Kur’an bize din olarak her şeyi eksiksiz öğretmektedir. Kur’an’ı, Peygamber’i ondan ayırmadan ve fakat Peygamber adına tarihte uydurulmuş alternatif dini de Din’e katmadan, dinden saymadan, Din’in bizzat kendisine yönelmeliyiz. Allah bütün müminlerin bu uğurda kesin yardımcısıdır.
* Hasan el-Hudaybî, Davetçiyiz Yargılayıcı Değil, Türkçesi: M. Beşir Eryarsoy, İnkılap y. 4. Bsk. İst-2013.
* Recm’i maalesef mütercim Beşir Eryarsoy da benimsemektedir. Ayrıca, Hac suresinin meali (iki yerde) verilirken, parantez içine eklenen ‘dahi’ kelimesi büyük ihtimalle müellifin olmayıp, mütercimin tasarrufudur ve bu tasarruf, ayetin anlamını bozmaktadır. “Onlar (mü’minler ki), onlara yeryüzünde bir iktidar versek (dahi), namazı dosdoğru kılarlar, zekatı verirler, iyiliği emreder, kötülükten vazgeçirmeye çalışırlar. İşlerin sonu Allah’a varır.” (Hacc, 41)
Hazırlayan: Mehmed Durmuş