Geçen ayki yazımızda, Türkçülük mefkûresini savunanların fikirlerini ele almış, Türkçülük akımına karşı İslamcı cenahın itiraz ve reddiyelerine değinmiştik. Türkçülük akımına karşı gerek hacim ve gerekse muhteva olarak kapsamlı bir itirazda bulunan Babanzâde Ahmed Naim’in risalesini değerlendirmeye çalışmıştık.
Babanzâde Ahmed Naim’in Türkçülük akımına karşı yazmış olduğu reddiyesine karşılık, Türkçülük mefkûresinin ateşli savunucularından olan Ahmed Ağaoğlu (Agayef) da karşı itirazda bulunmuştur. Bu yazımızda da, Ahmed Ağaoğlu’nun Türk Yurdu dergisinin 10 ve 11. sayılarında, Babanzade Ahmed Naim’e cevap olarak yazdığı uzun makalesine yer vermeye çalışacağız.(1)
Ahmed Ağaoğlu, Süleyman Nazif ile de uzun süren tartışmalar yapmıştır. Süleyman Nazif ile yaptıkları tartışmaların(2) tam sona erdiğini düşünürken bu kez Babanzade Ahmed Naim, Türkçülük mefkûresine ve Türkçülere karşı reddiye yazarak, yeniden bir tartışma başlatmıştır.(3) Ağaoğlu tartışmaların yeniden başlamasından rahatsız olmuş, fakat cevap yazmaktan da kendisini alamamıştır.
Ahmed Ağaoğlu sözlerine, öncelikle kendilerini tenkit edenlerin, haklarında yeterli bilgiye sahip olmadan, sağdan soldan duyduklarıyla hareket ettiklerinden şikâyetle başlar. Türkçülere karşı tenkitler eleştiriler hep, “şöyle deniliyor, şöyle işitiliyor” üzerinden yürütülmektedir. Oysa hatalarını belgeler, deliller üzerinde yürütmeleri, eğer hataları var ise, kendileri irşat edilmelidir. Fakat ne yazık ki böyle davranılmamaktadır. Babanzade Ahmed Naim Efendi de aynı hataya düşmüştür.
Ağaoğlu, Babanzade’nin yazmış olduğu uzun makalesinin, Türkçülüğün eleştirisi hakkında yeterli delile sahip olmadığını ifade eder. Naim Efendi de diğer eleştirenler gibidir. Naim Efendi’nin bu eleştirilerine ve tenkitlerine karşı, teessüfle bir şeyler söylemek mecburiyetindedir. (sayfa 1320) Türkçüler tarafından çıkarılan birçok mecmualar, gazeteler bulunmaktadır ve bunlardan hiçbirisi Türkçülüğü tenkit edenler tarafından alınıp okunmadan eleştiriler yapılmaktadır. Böyle mesnetsiz, delilsiz, belgesiz tenkit yürütmek hakikati yansıtmaktan çok uzaktır.
Ahmed Ağaoğlu, Babanzade Ahmed Naim Efendi gibi kanaatine iman eden, İslamiyet gibi muazzam ve ulvi bir esası kendilerine gaye edinmiş ve tereddütsüz o yolda azim ve sebat ile yürüyen zatların hepsini Türkçüler için muhterem olarak görür. Türkçüler için, böyle kişilerle tartışmaya girmek, onlarla fikir alışverişinde bulunmak, Türkçülük hakkında taşıdıkları yanlış düşünceleri tashih etmek, hem bir vazife hem de şereftir. (sayfa 2321) Ahmed Ağaoğlu bir taraftan böyle derken diğer taraftan da Naim Efendi gibileri, kendi iddialarında samimi olmamakla itham eder. Şöyle ki; eğer kendi iddialarına, kendi fikirlerine iman etmiş olsaydılar, muayyen ve samimi bir fikir taşıyarak o fikrin hakim olmasına çalışsaydılar, o vakit anlaşmak ve fikirlerde ihtilaf baki kalsa bile yek diğere karşı mütekabil hürmet beslemek kabil olurdu.
Ağaoğlu, Naim Efendi’nin Türkçüleri ikiye ayıran sözleriyle meseleye giriş yapar. Babanzade’nin ayrımında Türkçüler, “Halis Türkçüler” ve “Türkçü İslamcılar” olarak iki kısma ayrılmaktadır. Ahmed Ağaoğlu, Halis Türkçülerin dinsizlikle vasıflandırılmasına bozulmuştur. Bu sebepten Naim Efendi’ye böyle bir taksimi neye ve hangi delile dayanarak yaptığını sorar. Türkçülük gibi tesis etmiş olan bir cereyanda bu gibi taksimatı yapmak için mutlaka elde taksimatı teyit edecek vesikalar bulunmalıdır. Acaba hangi Türkçü nerede dinsizliği aşılamaya çalışmıştır? Hangi Türkçü nerede İslamiyet’le dinsizlik arasında mütereddit bulunduğunu ve bunlardan hangisini tercih edeceğini bilemediğini söylemiştir? (sayfa 2322)
Türkçülük ile dinsizlik
Ağaoğlu, bu suallere cevap verilmedikçe ve verilen cevaplar, senetler ve vesikalar üzerine istinat ettirilmedikçe yapılan taksimatın indi, keyfi ve kabul edilemez olacağını ifade eder. Türkçüler, Türkçülük akımına Naim Bey’den daha yakın olduğu için, Türkçülük ile dinsizliğin yan yana gelemeyeceğini bilirler. Tabii şu da vardır ki, Türkçüler içinde şahıs olarak dinsizler varsa, bu şahıslar üzerinden Türkçülük cereyanını mahkûm etmek vicdanen doğru değildir. Zira Türkçülük mefkûresinden önce de böyle şahıslar mevcuttu.
Ahmed Ağaoğlu, Naim Bey’in ileri sürdüğü düşüncelere katılmadığını belirtir. Naim Bey’in ifadelerini dikkat ve merakla mütalaa etmiş fakat ciddi bir dayanak görememiştir. Naim Bey’in delil olarak yazdığı ayet ve hadislerin hiçbirisinde “Kavim” kelimesi geçmemektedir. Belirtilen ayet ve hadislerin tamamında geçen kelime “Asabiyet” kelimesidir. Ahmed Ağaoğlu da bundan sonraki bütün savunmasını, olumsuz manada “Asabiyet”, olumlu manada “Kavim–Milliyet” kelimeleri üzerine inşa eder. Babanzade Ahmed Naim’e itirazlarını bu kelimeler üzerinden yapar. Ahmed Naim bu kavramları birbirine karıştırmaktadır. (sayfa 2323)
Ağaoğlu’na göre Naim Bey, asabiyet kelimesini milliyet kelimesi manasına almaktadır. Aralarındaki ihtilafa sebep olan bir olasılık daha vardır ki, o da kavmiyet kelimesinin bugünkü manası hakkındaki anlam farkıdır. Her iki tarafta kelimenin ne manaya geldiği hakkında ortak bir karara varabilirse, mümkün ki ihtilaf da ortadan kalkacaktır.
İki unsur, lisan ve din
Ahmed Ağaoğlu, Milliyet kavramını, “aynı surette his eden fertler topluluğu” olarak tanımlar. Bu aynı zamanda müşterek hissiyattır. Müşterek hissiyatın da meydana gelmesi, yayılması ve genel durum halini almasına tesir edecek iki unsur vardır. Bunlardan birisi lisan diğeri dindir. Bunlardan sonra ırk, tarih, anane, adet, edebiyat ve saire gelir. Dünyadaki bütün kavimler, adet, anane, edebiyat ve tarih olarak dinden etkilenmiştir. (sayfa 2323) Bunu sağlayan ise lisandır.
Ağaoğlu tekrar milliyet ve asabiyet kavramlarına döner. Yukarıda da değindiğimiz gibi, bütün itirazını asabiyet kavramını olumsuz, kavmiyet–milliyet kavramlarını ise olumlu manada kullanmak üzerine yürütür. Türkçülerin klasik savunma yöntemi Ağaoğlu’nda da görülür. Asabiyet kavramı aşağı itilirken, asabiyet kavramının karşısında kavmiyet ve milliyet kavramlarına masumiyet yüklenir.
Ağaoğlu asabiyet ve milliyet kelimelerine karşılıklı mana vermeye çalışır. Müellife göre, milliyet kelimesi mana itibarıyla asabiyet kelimesi manasına katiyen alınamaz. Hatta bu iki kelime arasında tezat ve ihtilaf vardır. Asabiyet, malum bir kişinin babası tarafından merbut olduğu aile efradına, ecdada denilir. Asabiyet, insanı maddi ve sınırlı bir daireye bağlar ve onun gayretini, hamiyetini, namusunu, ananesini gütmeye, taşımaya sevk eyler. Milliyet ise, insanı dairesi çok geniş manevi bir kitleye bağlayan bağdır. Asabiyet, aşiret halinde yaşayan, vahdet-i milliyesini duymamış, kendini bilmez, nereye doğru yürüyeceğini anlamaz muhitlere mahsustur. Milliyet ise bunun aksidir, yani kendini bilir ve bir vicdanı milliye malik muhite havidir. (sayfa 2324) Cehalet dönemlerinde aynı kavmiyete mensup lakin aşiret halinde yaşayan ve bundan dolayı asabiyet zihniyeti taşıyan iki kabile arasında bazen bir deve bazen bir at için senelerce süren kanlı savaşlar ve husumetler hep asabiyetten kaynaklanmaktadır.
İslam’ın birinci maksadı!
Ağaoğlu bütün savunusunu asabiyet kelimesi üzerinden yürüttüğünü yukarıda ifade etmiştik. Babanzade’ye olan cevabını, klasik bir tarzda baştan sona asabiyet kelimesine yaslanarak yapmaktadır. Ağaoğlu’na göre İslam’ın zuhuru esnasında da Hz. Peygamber’e (sav) karşı en müthiş itiraz asabiyet kaynaklıdır. Bu iddiasına delil olarak da Arabilik ve aşiret hallerini ele alır. Aslında Ağaoğlu’nun cevabının da çok muteber delillere dayanmadığı gözlerden kaçmamaktadır. Ona göre İslam Tarihi tetkik olunduğunda en fazla mücadele edilen husus asabiyettir. Ayetler de asabiyeti kastetmektedir. (sayfa 2324) İslam, Arap kavmine değil, Arabiliğe ve asabiyete savaş açmıştır. Ağaoğlu, Arabilik diye bir kelimeyi de kendisine mesnet edinir.
İslam’ın birinci maksadı Arabiliği ve asabiyeti ortadan kaldırarak Arap Kavminin vahdetini sağlamaktır. Umumi bir vicdan ve müşterek bir gaye hasıl etmek, İslam’ın asıl hedefidir. Ağaoğlu tam bir Türkçü kafasıyla düşünür. İslam Araplara gelmiştir ve Arapların vahdetini sağlamak yegâne amacıdır. Müellife göre, Hz. Muhammed (as) ve ashabı kiram pek ala taktir buyururlar ki Arap vahdeti Arap vicdan-ı umumisi teşkil etmedikçe İslamiyet’in intişarı kabil olamaz. Yani Ağaoğlu’nun demek istediği, Araplar olmadan, Arapların vahdeti sağlanmadan İslam’ın yaşaması mümkün değildir. Bu sebepten Peygamber ve ashabı öncelikle Arap vahdeti millisini sağlamayı kendilerine gaye edinmiştir. (sayfa 2325)
Ahmed Ağaoğlu bu iddiasını temellendirmek için Arapların tarihe bigâne kaldıklarını, dünyadan bihaber yaşadıklarını ve dünyanın bir köşesine sıkışıp kaldıklarını ileri sürer. Bunun sebebi ise asabiyet belasına müptela olmalarıdır. Müellifin bu iddiasından, İslam Dininin esas gayesinin üstünü örttüğü gözlerden kaçmamaktadır. Araplar milli bir vahdete sahip değildir, çünkü milli bir vicdan teşkil etmemiş ve bu vicdan istikametini tayin edecek bir mefkûreye, bir emele sahip değillerdir. (sayfa 2325)
Peygamber ve ashabının birinci gayesi
Aslında Ağaoğlu da, Babanzade’yi eleştirdiği yerden eleştirilmeyi hak etmektedir. Zira kendisinin savunusu da sağlam temellere, delillere dayanmamaktadır. Bunu böyle olduğu Ağaoğlu’nun bütün makalesi boyunca kendisini göstermektedir. Buna bir örnek vermek gerekirse Ağaoğlu, Peygamber ve ashabının birinci gayesini Arap milli vahdetini temin ve ortak bir gayeyi tesis etmek olarak görür. Oysa Siyer-i Nebi okuyan herkes, böyle bir şeyin olmadığını bariz bir şekilde anlar. Kur’an da Arabiliği telin ve tenkit etmekte, diğer taraftan da Arapların milli vahdetini, müşterek hissiyatını terbiye eden mevcut müesseseleri de muhafaza etmektedir. (sayfa 2325)
Ahmed Ağaoğlu, Kur’an’ın sadece Araplara indiğini ima eder. Kur’an, sadece ahkâmı, esası ile değil lisanıyla da Arapların milli vahdetini teşkil etmek için büyük ve mucizevi bir rol oynamıştır. Kur’an’la birlikte Arap aleminde lisan farklılıkları ebediyen ortadan kalmıştır.
Yalnız Arap ve yalnız Müslümanlık
Medine’de ilk devlet kurulur kurulmaz gerek Peygamber gerek ashabı kiram, bütün mesailerini fikir, his ve gaye itibarıyla, Arapların yeni kurulan devlet etrafında toplanmalarına hasretmiştir. Ağaoğlu’na göre şiar, Arabistan dairesinde yalnız Arap ve yalnız Müslümanlık olacaktır. Bunun tabii ve mantıki bir neticesi olarak Arabistan yarımadasında başka bir dine, başka bir kavmiyete hayat hakkı tanınmayacaktır. Arabistan Arab’ı mutlaka Müslüman olacak, eski putperestlik de ortadan kalkacaktır. (sayfa 2326)
Ahmed Ağaoğlu, Arabistan Arab’ının dinini, şiarını milli vicdanını İslamiyet olarak görür. Bunun böyle olması gerekmekte, hatta gerekmekten öte zorunluluktur. Zira Arabistan’da başka bir milliyetin kalması söz konusu olamaz. Müellif için, İslamiyet ile Arap milli vicdanı birdir. İslamiyet demek, Arap milli vicdanıdır. Arabistan’da öteden beri yaşayan Yahudiler ya İslam’ı yani Arap milli vicdanını kabul edecekler yahut terki diyar edeceklerdir. Ağaoğlu’na göre, İslamiyet’in istikbali aynı amele doğru yürüyen, aynı hissiyatı taşıyan bir Arap kitlesinin teminine bağlıdır. (sayfa 2326)
Medine devletinin kuruluş amacı
Ahmed Ağaoğlu, tam bir Türkçü kafasıyla düşünüp yazmaktadır. Ona göre Medine Devletinin kuruluş amacı, Arabistan yarımadasında yaşayan bütün Arapları kendi etrafına toplamak ve hepsini aynı ruh, aynı gaye ile canlandırmak, yani vahdeti kavmiye ve milliyeyi temin etmektir. İşte bunun içindir ki devlet biraz kuvvet bulur bulmaz Yemen’in en ücra köşelerinden başlayarak bir taraftan İran hududunda ve diğer taraftan da Roma hududunda mevcut müstakil Arap devletleri üzerine seferler düzenler. (sayfa 2327) Fakat bu askeri seferler, başka bölge sakinlerine yapılan teklifleri kapsamıyordu. Diğer bölgelere yapılan seferlerde ya İslam, ya cizye ya da harp teklif olunurdu. Arap devletleri için ise doğrudan doğruya İslamiyet’in kabulü talep olunuyordu. Ağaoğlu’na göre bunun sebebi, Arabistan Arapları için başka bir şartın tasavvur bile edilemez oluşudur. Zira bunlar Arap oldukları için mutlaka Arap vahdeti kavmiyesine, Arap vicdanı milliyesine ister istemez iştirak etmeleri gerekmekteydi.
Ahmed Ağaoğlu, Müellefetü’l-kulûb usulünün de aynı esastan, aynı duygudan, aynı düşünceden kaynaklandığını ifade eder. Maksat, Araplık vahdetini temin ederek bu vahdet üzerine İslamiyet’i yüceltmekten ibaret olduğu için, Arap rüesasını ezmemenin, Araplar arasında mütemayiz simaları yükseltmek icap etmektedir. İslamiyet’e karşı bir zamanlar büyük mücadele vermiş bazı Arap seçkinlerinin, daha sonra İslamiyet’i kabul ettiklerinde, kendilerine son derece müsamaha ile muamele edilmiştir. (sayfa 2327) Ağaoğlu bu durumda olan kişilere örnek de verir. Bunlar Ebu Süfyan, İkrime, Halid Bin Velid gibi şahıslardır. Arabistan Yarımadasının dışına çıkıldığında ise böyle bir usulün tatbikine tesadüf edilmemektedir.
Ahmed Ağaoğlu, İslamiyet’e karşı mücadele etmiş bazı garp rüesasının da istisna teşkil ettiğini ileri sürer ve bu durumun gayet tabii olduğunu ifade eder. Bunun sebebi ise, bu kişilerin yüksek şahsiyetler olmasıdır. Bundan dolayı zahiren dahi olsa İslamiyet’i kabul etmiş olmaları, Arap vicdanı milliyesine iştirak etmeleri yeterlidir. Bu mensubiyetle onlar, İslam’ın yücelmesi yolunda büyük gayret sarf edeceklerdir. (sayfa 2328) Ağaoğlu’na göre esas olan, Arap vicdanı milliyesinin tesisidir. Müellif bu esas üzerinde devam eder.
İslam ve Araplar
Arap vahdeti milliyesi zamanla teşkil ederek kendi vicdanını, istikametini buldu ve her türlü bağlardan kurtuldu. Kendisini binlerce seneden beri ezen, dar bir alana sıkıştıran cahiliye asabiyesinden sıyrıldı çıktı. Bu bağlardan kurtuluşla saha-i cihana atıldı ve bütün cihanı hayrette bırakacak, bütün insanlık tarihine başka bir istikamet verecek harikalar ortaya koydu. (sayfa 2328) Ağaoğlu’nun ifadelerinde gözden kaçmayan vurgunun, İslam ile Araplığın, Arap milliyetçiliğinin birbiriyle ayrılmaz bütün olduğudur. İslam Araplara gelmiştir ve Arapların dinidir.
Ahmed Ağaoğlu, İslam’ın kavmiyete nasıl baktığını izah etmeye geçer. Ona göre inkâr ve tevil götürmeyecek hakikat, İslam’ın kavmiyeti yıkarak değil, kavmiyetin varlığını temin ederek yükseldiğidir. İslam saha-i cihana atılmadan evvel, İslam’ın başında bulunanlar, Araplık vahdeti milliyesini kurmak icap ettiğini anlamışlar ve buna göre hareket etmişlerdir. İslam, milleti ezerek değil, onu tesis ederek yürümüştür. Bu yolda ise İslam’a karşı çıkmış olan en büyük engel şüphesiz asabiyettir. (sayfa 2328) Araplar arasında aşiret, kabile anlayışı büyük bir bela idi ve bu bela Arapların uhuvveti milliyesine mani olmakla beraber, vicdanı millisinin şuurlu bir şekilde teşkiline de set çekmekteydi.
Asabiyete karşı Arap vahdeti millisi
Ağaoğlu, gerek Resul’ün (sav) gerekse ashabın en birinci ve en büyük mücadelesini asabiyete karşı yaparak, Arap vahdeti millisini sağlamaktan ibaret olduğunu ileri sürer. Bundan dolayıdır ki asabiyeti kavmiyetle, milliyetle karıştırmak, İslamiyet’in can düşmanı olan kabile ve aşiret hallerini milliyet ve kavmiyetle aynı zan etmek İslamiyet nokta-i nazarından azim bir hatadan başka bir şey değildir. (sayfa 2329)
Ahmed Ağaoğlu, asabiyet kavramını olumsuzlarken, milliyet ve kavmiyet kavramlarını sürekli yukarı çekmektedir. İslamiyet, milliyet ve kavmiyet vahdeti üzerine tesis olmuştur. Milliyet ve kavmiyet vahdeti üzerine tesis etmiş olan İslamiyet, bir müddet asabiyete galebe çalarak Arapları şuurlu bir şekilde milli vicdan etrafında toplamış ve Arap dehasını canlandırmıştır. Fakat ne yazık ki asabiyet belasını tamamen ortadan kaldıramamıştır.(4) Hz. Resul (sav) ve ashabı asabiyet belasına karşı iki türlü silahla mücadele etmiştir. Birisi telkin diğeri de kuvvettir. Fakat asabiyet belası o kadar kök salmıştır ki, bu silahlar bile kâfi gelmemiştir. Asabiyet başını kaldırmaya her daima meyilli idi. Kendisi için müsait hiçbir fırsatı kaçırmadı.
Asabiyetin tezahürü
Ahmed Ağaoğlu, Resul’ün (sav) vefatıyla birlikte ortaya çıkan Ben-i Sakif’teki tartışmaları, asabiyet belasına örnek olarak verir. Burada asabiyet belası yeniden tezahür etmiştir. Hz. Resul’ün cenazesi meydanda iken bile Ben-i Sakif’te muhacir ile Ensar arasına düşmüş nizalar ve aynı zamanda Arabistan’ın muhtelif noktalarında müntesiplerin irtidatlarının zuhuru eski asabiyetin kabile ruhunun yeni vahdeti milliye cereyanına karşı zuhurundan başka bir şey değildir. Ağaoğlu, Hz. Peygamberin hayatta iken, yeni cereyanın, yeni ruhun, vahdeti milliyenin temsilcisi olduğunu ifade eder. (sayfa 2381) Resul’ün (sav) vefatı, eski temayüllerin, eski hissiyatın yeniden zuhuruna yol açmıştır.
Ahmed Ağaoğlu, Ben-i Sakif’te yaşanan sıkıntının, o dönemde İslamiyet’in başında peygamberin ruhu ile ruhlanmış, bütün imanları kalp ve dimağları aynı gayeye sarılmış azimkâr, muktedir kişiler tarafından giderildiğini söyler. Hz. Ebu Bekir’in, Hz. Ömer’in azimkâr tedbirleri ile asabiyet yılanının başı yeniden ezilerek, gerek telkin ve gerek kuvvet sayesinde Arap vahdeti milliyesi yeniden sağlanmıştır. Bunun sonucunda binlerce senelerden beri izharı kuvvet etmiş olan Arap dehası millisi, vicdanı millinin sevk ve tahriki ile dünyanın bir ucundan öbür ucuna kadar yayılmıştır. (sayfa 2381) Hz. Ömer dönemi ise, Arap vahdeti milliyesinin en yüksek zamanıdır.
Asabiyetin canlanması
Ağaoğlu bütün olumsuzlukları asabiyet kavramına bağlar. Asabiyet ejderhasının canı alınmamış, Arap hayatının muhtevi köşelerinde saklanarak zuhur etmek için fırsat aramaktadır. Hz. Osman zamanında İslamlar içine sokulan nifak Beni Ümeyye ve beni Haşim kavgaları, o ejderhanın zuhurundandır. Eski Araplık yeni ve başka bir şekil ve surette ricat etmektedir. Müellif, asabiyet belasına karşı Hz. Ali’nin, Hz. Ömer kadar güç kuvvet sahibi olmadığını söyler. Bundan dolayı kuvvet kazanan eski asabiyet tamamen ihya edilmiş, yeni ruh ve esasla pençeleşmeye koyulmuştur. Artık vahdeti milliye bozulmuş, Arap kavmiyeti asabiyet saiki ile parçalanmış, intizam yerine fecii kanlı bir anarşi, bir hercü merc devri kaim olmuştur. (sayfa 2382)
Ahmed Ağaoğlu asabiyetin Müslümanların başına ne gibi belalar açtığına tarihi olaylardan örnekler verir. Asabiyet canavarı yeniden ortaya çıkınca, Arap vahdeti milliyesi bozulmuş, İslam tarihinde elim ve kanlı sahifeler ortaya çıkmıştır. Hz. Osman’ın şehadeti, Cemel Sıffin, Nehrevan muharebeleri, Hz. Ali’nin şehadeti, aşere-i mübeşşere ricalinden bazılarının yekdiğerlerini tahkir ve tehdit etmeleri, Al-i Abbasi’nin Kerbela diyarında susuz ve kefensiz kesilmeleri, resulün soyunun çıplak develer üzerinde sokak ve pazar dolaştırılmaları hep o rücu etmiş olan asabiyetin ortaya çıkmasındandır. (sayfa 2382)
Ağaoğlu bütün bu tarihi hadiselerin sebebini, asabiyetin zuhuruna ve Arap vahdeti milliyesinin bozulmasına bağlar. Tarihi sayfalar içinde, tekfir ve telin edilen hep Müslüman hep Arap’tır. Bunların içinde, İslamiyet’in başında bulunmuş ve kanı ile İslamiyet’e pek büyük hizmetler ibraz etmiş olan kişiler de vardır. Mefkûre değişmiş, vahdeti kavmiyye ve milliyye yerine, asabiyeti kadime, vicdanı milli yerine kabile, aşiret vicdanı kaim olmuştu. Kalpler ve dimağlar üzerine hakim olan saik -Araplık değil- beni filan ve beni falan mefkuresidir. (sayfa 2382) Bir kabileye mensup fırka efradı diğer kabile efradını çekemiyor, onunla birlikte olamıyordu. Ona mensup zatın kumandasına tahammül edemiyordu.
Asabiyet aslında nedir?
Ahmed Ağaoğlu, asabiyet kavramı hakkında İbn-i Haldun’a da atıfta bulunur ve İbn-i Haldun’un asabiyet üzerine sözlerini kendi mantığında değerlendirir. Müellife göre İbn-i Haldun asabiyetin, Arap ve İslam mukadderatı üzerindeki olumsuz sonuçlar ortaya koyduğunu söylemiştir. Oysa İbn-i Haldun bir yapının varlığını sürdürebilmesi için asabiyetin zaruretine işaret etmektedir. Ağaoğlu’nun İbn-i Haldun’un asabiyet teorisini pek iyi bilmediği anlaşılmaktadır. Haldun’a göre toplumsal dayanışmanın esasını asabiyet oluşturmaktadır. İnsanların kendilerini savunmak ve haklarını elde etmek için mücadele etmenin ancak asabiyetle mümkün olacağı ve asabiyetini kaybedenlerin bütün bunları yapmaktan aciz kalacaklarını belirtir.(5) Fakat Ağaoğlu buna rağmen, tam aksi istikamette ifadelerde bulunmaktadır.
Ahmed Ağaoğlu, Babanzade Ahmed Naim Efendi’nin bu tarihi hakikatleri reddedemeyeceğini söyler. Zira mesele gayet açıktır. Müslüman Araplar vahdeti milliye esaslarına sadık kaldıkça aralarında azim bir ahenk, bir intizam devam etmekle beraber, dehayı millinin en yüksek tezahüratına nail olmuştur. Fakat şu esas bozulur bozulmaz yine aynı Müslüman Araplar o dehanın feyz ve bereketinden mahrum kalmaya başladılar. Oysa İslamiyet’in en birinci teşebbüsü vahdeti milliye esasını temin eyleyerek, onun sayesinde bereketlenen Arap dehayı milliyesini dini mübinin yükselmesine istihdam eylemekten ibarettir. (sayfa 2383)
Bilindiği gibi Babanzade Ahmed Naim, kavmiyetçiliğe karşı birçok ayet ve hadisler zikretmiş, zikrettikleri ayet ve hadisler ışığında kavmiyetçiliği eleştirmişti. Ağaoğlu, Naim Bey’in zikrettiği ayet ve hadislerin, kendi fikrinin hilafına olduğu görüşündedir. Zikredilen ayet ve hadisler içinde zem ve nehiy ifadesi bulunmadığı gibi, “kavim” kelimesi de kullanılmamıştır. Kavim yerine asabiyetten bahis olunmaktadır. Ağaoğlu, Ahmed Naim’in kavim ile asabiyet kelimelerini karıştırdığını söyler. İslamiyet’çe bu iki kelime arasında büyük farklar vardır. (sayfa 2384)
Babanzade, kavim kelimesinin geçtiği ayet ve hadisler de zikretmiştir. Ağaoğlu, kavim kelimesinin geçtiği ayet ve hadislerde de zem ve nehiyden eser olmadığını ileri sürer. Hiçbirisinde İslamiyet’te kavmiyet ve milliyet yoktur denilmemektedir. Bilakis ayet ve hadisler, bu kavmiyetleri zikir etmekle bile onların mevcudiyetlerini, hakkı hayatlarını itiraf etmiş olmaktadır. (sayfa 2384) Müellife göre başka türlü de olamazdı. İslam dini, eşyanın tabiatına muhalif hareket etmemiştir. İslamiyet buna karşı çıkmamıştır.
Ahmed Ağaoğlu sözlerine açıklık getirmeye çalışır. İslamiyet’i kabul edenler için, aynı zamanda kavmiyetlerinden, lisanlarından ve sair hususatı milliyelerinden vaz geçecekleri hakkında şeri şerifte hiçbir emir yoktur. Mesela hiçbir ayet, hadis ve rivayette Farisiler Farisi lisanından, Farisi tefekküründen, tarz ve maişetinden, Türkler Türk lisanından, Türk tarzı tefekküründen, Türk tarzı maişetinden vaz geçecekler diye bir işaret mevcut değildir. Eğer şeri şerifte böyle bir emir var ise, Naim Bey göstermelidir. (sayfa 2385) Yoktur, çünkü lisan–tarz-ı tefekkür, tarz-ı maişet kavmiyetin mühim esaslarındandır. İslamiyet İslamlardan dine sadık ve uhuvveti İslamiye’ye merbut kalmalarını talep eder. Fakat kendi kavmiyetlerinden, kendi hususatı zatiyelerinden vaz geçmeyi hiçbir zaman talep etmemiştir ve edemezdi. Çünkü böyle bir talep tabiatın hilafında olduğu için teklif edilemezdi.
İhtilafa yol açan mefkûre: Kavmiyetçilik
Ahmed Ağaoğlu, Ahmed Naim Bey’in bir iddiasını da cevaplandırır. Naim Bey, kavmiyet fikrinin İslamlar arasında ihtilafa yol açtığını, birbirinden ayırdığını, İslam vahdetini bozduğunu söylemektedir. Ağaoğlu’na göre, Naim Bey bu sözlerini gerçek hayata bakmadan, sadece ayet ve hadislere bakarak söylemektedir. İttihat ve ittifakı, uhuvvet ve yabancılığı emir ve tavsiye eden ayetleri, hadisleri zikir ederek kavmiyetin şeran ve İslamiyet’çe mani olunduğuna hüküm vermektedir. Naim Bey ayet ve hadisleri indi ve keyfi olarak yorumlamaktadır. Ağaoğlu, Naim Bey’in ayet ve hadisleri yorumlamada yanlış bir yol tuttuğunu ve kabul edilemez olduğunu ileri sürer. (sayfa 2385)
Ağaoğlu, kavmiyetçiliğin Müslümanlar arasına nifak soktuğunu ifade eden Ahmed Naim’e, Müslümanların kavmiyetçilik cereyanlarından önceki durumlarını sorar. Acaba kavmiyet cereyanları çıkmadan önce, Müslüman fertler arasında uhuvvet tamdı da, kavmiyetçilik cereyanları çıkınca mı uhuvvet bozuldu? Eğer durum böyle ise, kendisinin de Naim Bey’in fikrine katılarak, kavmiyetçiliğin uhuvveti İslamiyeye aykırı olduğunu ve yalnız şeran değil, vicdanen ve örfi bakımdan da kınandığını kabul edeceğini söyler. (sayfa 2386) Ağaoğlu bu noktanın ispat edilemeyeceğini de sözlerine ekler. Bu sebepten ona göre Naim Bey’in bu iddiası yanlış ve sakattır.
Uhuvveti İslamiyye hayat sahasında zayıf ve akimdir
Ahmed Ağaoğlu’na göre, Uhuvveti İslamiyye bir gaye-i emeldir ve emelin hayat sahasında ortaya çıkması sınırlıdır. Bu iddiasına örnek vermeye çalışır. Mesela bir Müslüman ne kadar olsa, Merakeş’in Fransızlar tarafından istilasını gördüğünde ister istemez içinden müteessir olur, teessüf eder. Lakin Frenklere karşı bile şu zihniyet, bir Çin Müslümanını mesela Merakeş’i müdafaa etmek için sevk edecek derecede değildir. Müslümanların kendilerine gelince, hayatın cilveleri ve gerçekleri karşısında şu zihniyet pek zayıf, pek akim kalmıştır. Ağaoğlu, uhuvveti İslamiyeyi, hayatın gerçekleri karşısında zayıf ve akim olarak değerlendirir. (sayfa 2386)
Müellif tekrar tarihten örnek vermeye çalışır. Hz. Osman’ı şehit eden Süleyman, uhuvveti İslamiyye hakkındaki ayet ve hadisleri herkesten daha iyi bilirdi. Keza yüzbinlerce İslam kanının dökülmesine sebep olan Cemel, Sıffin, Nehrevan Kerbela muharebelerinin başında bulunan Hz. Aişe, Talha, Zübeyir, İslam hükümetleri, kavimleri birbirleriyle çarpışa çarpışa gelmişlerdir. Hangi İslam hükümeti vardır ki diğer bir İslam hükümeti ve kavmi ile muharebe etmemiş olsun. (sayfa 2386) Ağaoğlu buralardan yola çıkarak, mefkûrenin, gaye-i emelin başka bir şey, hayatın ise başka bir şey olduğu kanaatine varır. Bu sebepten, hayatın mukteziyatı karşısında mefkûreler, emeller aciz kalırlar.
Aynı hissi sağlayan iki unsur
Müellif, uhuvveti İslamiyyeyi, kavmiyet cereyanları ihlal ediyor demenin doğru olamayacağını savunur. Bilakis hakiki milliyet cereyanlarının uhuvveti İslamiyenin takviye ve teşdidi için mühim bir amil olacağına bütün imanı ile kanaat getirmiştir. Ağaoğlu’na göre, kavmiyet ve milliyet aynı tarzda his eden kitleye denilir ve aynı tarzda hissi sağlayan ise, lisan ve dindir. (sayfa 2387) Müellif, günümüz dünyasındaki mevcut lisanları, tarzı maişeti, usulü hayatı, medeniyeti üç kısma taksim eder. Bunlar İslam, Hıristiyan ve Buda’dır. Bu üç kısmı yekdiğerinden ayıran, ihtiva ettikleri akvam arasındaki ırk lisan ve örfi farklarına rağmen birer şahsiyet-i mahsusa bahşeden amil elbette dindir.
Ahmed Ağaoğlu, dinin insan üzerindeki etkilerine de değinir. Bir Fransız kendisine ne kadar dinsiz derse desin, ne kadar Hıristiyanlıktan ayrılmak isterse istesin, yine Hıristiyanlıktan müteessirdir, yine Hıristiyanlığın o iki bin senelik hâkimiyeti, tesiratı, izleri ile onun üzerine icrayı tesir eder. Bütün hayatını ihata eder. Bu sebepten, kavmiyet, milliyet fikrini savunmuş olan herhangi bir zat, kavmiyetin sureti şekli ve yekûnu üzerine bunca azim tesirat icra eden bir amili nazarı dikkate almak mecburiyetindedir. (sayfa 2387)
Türk’ü Altay Dağlarından kaldıran ilahi irade
Ağaoğlu’na göre, Türk’ün dini İslamiyet’tir. Dini milliyesidir, kavmiyesidir. Türk İslamiyet’i cebren, mahkum, mağlup olarak değil, hakim galip olarak kabul etmiştir. Bin seneden beridir ki İslamiyet’in en ağır yüklerini omuzuna alarak taşımıştır. İslamiyet yolunda Türk her şeyi unutmuştur. Lisanını, edebiyatını, iktisadiyatını ve hatta bazen mevcudiyeti kavmiyesini bile.
Ahmed Ağaoğlu’nun, Türkçülük mefkûresine şeri ve meşru bir zemin bulmaya çalıştığı görülmektedir. Türk’ü ilahi irade, Altay dağlarındaki yerinden kaldırarak İslamiyet’in en felaketli günlerinde o ilahi yolun imdadına sevk etmiştir. Ve Türk, ilahi iradenin verdiği bu vazifesini hakkıyla ifa etmiştir. İslam ve İslamiyet karşısında alnı açık başı yüksektir. (sayfa 2388) Ağaoğlu, neredeyse ilahi iradeyi Türk’e minnettar kılacaktır. Tabii Türkçüler bu sözleri karşısında eleştiriye uğramakta, övünmekle suçlanmaktadır. Müellif kendilerini bu sözleri söylemeye yine Türkçülük karşıtlarının sevk ettiğini ifade etmektedir.
Türkçülük mefkûresine diğer bir eleştiri de, Türkçülerin eski dini olan Şamanizm’e yöneldiklerine dairdir. Ahmed Ağaoğlu bu eleştiriye çok bozulur. Bu gibi ifadeler en iğrenç iftiralardır. Bir Türkçü nasıl Şamanizm’e avdet etmek ister ki? Türk tarihinin en şanlı sahifeleri İslamiyet yolunda sarf ettiği kanından şekillenmiştir. Bir Türkçü nasıl eskiye ricat etmek ister ki? (sayfa 2388) Türklük hissi, Türklük eserleri, yalnız İslami medeniyette iken ve o medeniyetin sayesinde baki kalmıştır. Ağaoğlu, eskiye dönmenin imkânsız olduğunu söyler. Zira Türklüğün mütebakisi o kadar uzaklaşmıştır ki, Türklük ile arasında bir yakınlık bulmak için ilmi olarak çok derin tahliller yapmak gerekir.
Dini milli, dini kavmi
Müellif, bütün tarihin ve hayatın mütalaa edildiğinde, Türkçülerin İslamiyet’i bir dini milli, bir dini kavmi olarak gördüklerini savunur. Günümüzde bile Turan ırkına mensup herhangi bir fert İslamiyet’i kabul ettiği anda, Türklük için önemli bir kazanım sayılır. Aksi halde Türklükten ayrılmıştır. (sayfa 2388)
Ağaoğlu’na göre Türkçülerin esas vazifelerinden birisi de İslamiyet’in ihtiva ettiği o yüksek ahkâmı, o emri birer birer senelerin biriktirmiş olduğu hurafeler altından çıkararak, Türk kavminin kalp ve dimağına sokmaktan ibarettir. Kavmiyetçiliğin diğer önemli bir vazifesi de, milli vicdanı şuurlu bir hale getirmektir. Milli vicdanın esaslarından birisi de, İslamiyet’tir. (sayfa 2389)
Geç kalmış bir cereyan
Ahmed Ağaoğlu, kavmiyetçilik cereyanının geç kalmışlığına da yakınır. Keşke bu hareket, bu cereyan çok daha önceleri bütün İslam akvamı arasında başlamış olsaydı. Herkes kendini tanımış bulunsaydı. Müellif, izahlarından sonra bir sonuca varır: Demek ki kavmiyet cereyanı mahiyet itibarıyla akvamı İslamiyye arasına nifak ve ihtilaf ika edebilecek hiçbir esası ihtiva etmemektedir. Bilakis kavmiyet cereyanı bütün akvamı İslamiyyenin müşterek buldukları aynı dinin itilası üzerinde yürüdüğü için uhuvveti İslamiyyenin hakiki ve fail bir surette tesisi için en mühim ve en esaslı amillerinden birisidir. Bunu böyle telakki etmelidir. Ve indi tevilatla avamın zihinlerini bulandırmaya kalkmamalıdır. (sayfa 2390)
Yakup Döğer/İktibas Dergisi
Dipnotlar:
1- Ahmed Agayef, İslam’da Dava-yı Milliyet, Türk Yurdu, cilt VI, sayı 10 (70), sayfa 2320-2329, tarih 10 Temmuz 1330 – 23 Temmuz 1914, sayı 11 (71), sayfa 2381-2390, tarih 24 Temmuz 1330 – 5 Ağustos 1914
2- Ahmed Agayef, Sabık Trabzon Valisi Süleyman Nazif Beyefendi’ye, Türk Yurdu, cilt 4, sayı 21, tarih 25 Temmuz 1329 – 7 Ağustos 1913 – Süleyman Nazif, Ahmed Agayef Beyefendi’ye, İctihad, cilt 4, sayı 74, tarih 01 Ağustos 1329 – 14 Ağustos 1913 – İctihad, cilt 4, sayı 75, tarih 08 Ağustos 1329 – 21 Ağustos 1913 – İctihad, cilt 4, sayı 76, tarih 15 Ağustos 1329 – 28 Ağustos 1913 – İctihad, cilt 4, sayı 79, tarih 05 Eylül 1329 – 18 Eylül 1913
3- Ahmed Agayef, İslam’da Dava-yı Milliyet, Türk Yurdu, cilt VI, sayı 10 (70), sayfa 2320, tarih 10 Temmuz 1330 – 23 Temmuz 1914
4- Ahmed Agayef, İslam’da Dava-yı Milliyet, Türk Yurdu, cilt 6, sayı 11, tarih 24 Temmuz 1330, sayfa sayfa 2381
5- İbn-iİ Haldun, Mukaddime, cilt1, sayfa 193, Çeviren Halil Kendir, Yeni Şafak, Ankara 2004