Sivil Toplum Kuruluşları (STK) Tanımı üzerine
Sivil toplum, en genel anlamıyla devletle aile arasında, gönüllü, kendi kendini oluşturan, kendi ayakları üzerinde duran, hukuksal bir düzenle ya da ortak değerler kümesiyle sınırlı, devletten özerk, örgütlü toplumsal yaşam alanı olarak tanımlanmaktadır.
Sivil toplumun klasik tanımı, esas itibariyle F.Hegel’in sivil toplum anlayışı etrafında şekillenmektedir. Hegel tarihsel ruhun (Geist) evrimini aileden başlatıp diyalektik biçimde devlete vardırırken sivil toplumu (Bürgerliche Gesellschaft) bir araç, bir momentum olarak kabul ediyordu. Sivil Toplum, bireyi toplumsal yaşamın en yalın biçimi olan aile yaşamından alıp metafiziksel, aşkın (transcendental) bir devlete taşıyan, farklılık ve çatışma alanı teşkil eden bir ortamı oluşturuyordu. Hegel, 1920’lerde siyaset bilimi literatüründe sivil toplum kavramını devletten ayırırken ona bu anlamı yüklüyor ve bu anlamı daha sonraki sivil toplum argumanlarının da odak noktası haline getiriyordu. Hegel’den sonra Marksist literatür de dahil olmak üzere sivil toplumla ilgili argümanlar Hegel odaklı devam etmiş ve tümünde sivil toplum şu veya bu şekilde devleti doğuran bir ön aşama olarak kabul edilmiştir.
Oysa modern toplumda sivil toplum kavramıyla, Hegel’in ”farklılık” (difference) ve ”özellik” (particularity) kavramları esas alınmakla beraber ona ”özerklik” (autonomy) boyutu eklenmiş ve sivil toplum devlete varan bir aracı değil, tersine devleti sınırlayan, onun üzerinde bir denetim mekanizması oluşturan; ve devlet karşısında alternatif değerler, söylemler, kültürel kodlar, varlık alanları, örgütler ve programlar üreten bir alan olarak kabul ediliyor. Sivil Toplum, bireysel özgürlüklerin yaşandığı, sosyal grup ve ilişkilerin üretildiği ve biçimlendiği bir alandır. Kısaca bugünkü anlamı itibariyle sivil toplum ”devletin” değil, ”toplumun”, dolayısıyla demokrasinin varlık alanını oluşturuyor.
Cumhuriyet öncesi Sivil Toplum
Cumhuriyet öncesi Türk sivil toplumuna baktığımızda ne tamamen devletten bağımsız otonom sosyal grupları görüyoruz; ne de tamamen devlete bağlı, devlet şemsiyesi altında gelişen ve homojen bir nitelik gösteren sosyal grupları.
Ömer Çaha, Osmanlı siyasal kültürünün, daha önceki siyasal yapılanmalardan da etkilenerek merkeziyetçi bir karakterde olduğunu ve muhalefet olgusuna antipatiyle yaklaşıldığını ve muhalefet oluşturabilecek unsurların sapıklıkla nitelendirilip dışlandığını belirtmektedir. Osmanlı Devleti, daha önce kurulmuş devletlerin gelenekleri ve kendi tecrübelerine dayanarak her türlü ayrımcılığa karşı şiddetle mücadele etmiş ve merkezi devleti olabildiğince güçlendirmiştir. Bu anlamda sivil toplumun gelişmesi söz konusu olmamıştır. Zaten Batı’da da sivil toplum kavramı 18. yüzyıla kadar devletle özdeş olarak kullanılmıştır. 18. yüzyıldan sonra ortaya çıkan ve ekonomik hayata hakim olan burjuva sınıfının siyasal talepleri doğrultusunda bireysel hak ve özgürlüklerin dayanağı olarak kullanılmaya başlanmıştır.
Osmanlı toplumunda batıdaki gibi tarihsel, toplumsal ve felsefi bir içeriğe sahip sivil toplum unsurları yani özerk sosyal sınıfların olmaması, güçlü devlet geleneği ve sultanların güçlü otoritesine bağlanabilir. Bununla birlikte Osmanlı toplumunda sivil toplum potansiyeli taşıyan millet sistemi, loncalar, vakıflar, tarikatlar ve tekkeler gibi bazı unsurların varlığı da göz ardı edilemez.
İlk bakışta, sivil toplum potansiyeli taşıyan bu unsurlara yakından bakıldığında dönemsel farklılıklar ve bazı istisnai durumlar dışında devlete göbek bağı ile bağlı oldukları görülmektedir.
Türk Ocakları
Osmanlı Devleti iç ve dış gelişmeler nedeniyle çağını yakalayamaması, pek çok alanda geri kalması nedeniyle eski gücüne kavuşabilme düşüncesiyle bazı çalışmalar yapılmış olsa da sağlıklı bir neticeye kavuşamamıştı.
Osmanlı Devleti’nin giderek zayıflaması, çeşitli ülkelerle sürekli savaşlar yapmak zorunda kalması, varlığına karşı gerçekleştirilen saldırılar, iç ve dış politikada karşılaştığı zorluklar, çözümsüzlükler, yaşanan gerçek politik durum ve gündem, azınlıkların Osmanlı Devleti’nden ayrılmak ve Osmanlı toprakları üzerinde gizli çalışmalarla ayrı ayrı devletler kurmak amacıyla dernekler oluşturmaları, Türkçülüğün toplumun değişik katmanlarında hayat bulmasına neden olmuştur. II. Meşrutiyetin 24 Temmuz 1908’de ilan edilmesinin ardından oluşan hürriyet ortamında dil, edebiyat, sanat, spor ve felsefe kulüplerinin açılması, milliyet fikrine olan ilgiyi artırmış, iç ve dış politikada karşılığı olan ve “reel politik” durumu söz konusu olan Türkçülüğün daha da güçlenmesine neden olmuştur. Bu bağlamda saltanat ile meşrutiyetin beraber gitmeyeceği de tartışılmaya başlanmıştır (Akçura, 1981, s. 199). Ayrıca, Jön Türk ve Tanin Gazeteleri’nin de yapmış olduğu yayınlar “geniş kapsamlı” bir Türkçü derneğin oluşturulması fikrini kuvvetlendirmiş ve bu bağlamda çalışanlara yol göstermiştir (Orkun, 1977, s. 99-100). Meşrutiyet döneminde Türkçülük düşüncesini benimsemiş Ziya Gökalp, Ahmet Agayef (Ağaoğlu), Hamdullah Suphi Tanrıöver, M. Fuat (Köprülü), Ahmet Mithat Efendi gibi düşünür ve aydınlar, millet olmak için millî bilince sahip olmalarını şart olduğunu, bu nedenle önce Türklere kaybolan öz benliklerini yeniden sağlamak gerektiğini, Osmanlı Devleti’nin Türkleşerek kalkınabileceğini, Türkleşmenin sosyal, ekonomik ve siyasal reformlar gerektireceğini, ama her şeyden önce fertlerin toplanması, kaynaşması ve kişisel çıkarlar yerine “millet”in çıkarlarını oluşturmak gerektiğini yüksek sesle ifade etmişlerdir (Tunaya, 1981, s. 140).
Hem Askerî Tıbbiye Mektebi öğrencilerinin, hem de Mehmet Emin Yurdakul, Yusuf Akçura, Rıza Tevfik gibi Türkçülüğü benimsemiş aydınların, siyasetçilerin (Ahmet Ferit Tek), gazetecilerin (Hüseyin Cahit Yalçın) katılımıyla 20 Haziran 1911’de yapılan geniş katılımlı toplantıda “milliyet fikrine” dayalı yeni bir cemiyetin kurulması kararlaştırılmıştır. Toplantıda yer alan Dr. Fuat Sabit Bey’in teklifi üzerine kurulacak cemiyete Türk Ocağı adı verilerek kurucu ve geçici idare heyeti oluşturulmuştur (Sarınay, 1990, s. 34; Üstel, 2004, s. 51-54). Böylece, 25 Aralık 1908’de kurulan Türk Derneği ve 18 Ağustos 1911’de Türk Yurdu Cemiyeti’nden sonra, Türkler, Osmanlı Devleti içerisinde ilk defa geniş ve etkili bir örgütlenmeyle ortaya çıkmış, Türk milletinin kendini tanıma ve bilme, kendine dönüş hareketi kurumsallaşmıştır.
Gerçekte kuruluşu tamamlanmış olan, Türk Ocağı’nın yapmış olduğu toplantılarında nizamnâmesi hazırlanmıştır. Nizamnâmesine son şekli verildikten sonra, Türk Ocağı Ziya Gökalp’in de hazır bulunduğu İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin merkezinde resmen 25 Mart 1912’de kurulmuştur. Resmî kuruluş sorumlu üye olarak seçilen Kâhya Emin Ağaoğlu ve Hâlis Turgut tarafından Tanin Gazetesi’nde ilan edilmiştir (Orkun, 1977, s. 102). Ocaklılar ilk toplantılarını Yusuf Akçura tarafından çıkartılan ve Sultanahmet’te bulunan Türk Yurdu Dergisi idarehanesinde yapmış, Türk Yurdu Dergisi, Türk Ocağı’na büyük destek olmuş, daha sonra da Türk Ocağı’nın resmî yayın organı olmuştur.
Ocağın ilk başkanı Ahmet Ferit (Tek) 1914 yılında Türk Ocağının amaçlarını şöyle anlatmaktadır:
“Türk’ ün maruz olduğu sefaletleri gidermek, onu düçar olduğu hastalıklardan kurtararak zinde ve faal bir hale koymak tüfengi omzunda serserilik etmekten çekinerek, çitine, çubuğuna, destgahına, katarına, dükkânına, pazarına sevk etmek ve bu faaileyeti bedeviye ve iktisadiyinin temin edeceği refaha müsteniden onu okutmak, yükseltmek ve çoğaltmak, vatanında teksif ve takviye ile cidal ve rekabete müsait bir seviyeye çıkarmaktır”. (Yusuf Sarınay, Türk Milliyetçiliğinin Tarihi Gelişimi ve Türk Ocakları (1912–1931), İstanbul, Ötüken Neşriyat, 2004, s.153)
Türk Ocağı 1912 sonbaharında önemli bir sarsıntı geçirmiştir. Bu sarsıntının birkaç sebebi vardır. Birincisi, Balkan savaşlarını yarattığı kaos ve ümitsizlik içinde, Türk Milliyetçiliğine karşı olanların Türk Ocağını imparatorluğun çeşitli unsurları arasına ayrılık sokmakla suçlamalarıdır (Örneğin “Türk olduğumuzu bilmiyor muyuz”, “Ya Arap Ocağı, Arnavut Ocağı kurulursa”, “Milliyetçilik İslam’a aykırıdır”). İkinci önemli sebep de maddi imkânsızlıklar ve Ahmet Ferit Tek’in Milli Meşrutiyet Fırkasını kurmak üzere Ocağın başkanlığından ayrılmış olmasıdır. Bu şartlar altında 1912 yılı sonbaharından itibaren Türk Ocağı kapanma tehlikesi ile karşı karşıya kalmıştır.12 18 Mayıs 1913’te yapılan kongre sonucunda Hamdullah Suphi büyük bir çoğunluğun tercihi doğrultusunda başkan, Yusuf Akçura II. Başkan, Halis Turgut’ ta Umumi Kâtip seçilmiştir. Özellikle Hamdullah Suphi’nin etkili hitabeti ve organizasyon yeteneği sayesinde Türk Ocakları canlanmaya başlamıştır. Bunalımlı dönemler atlatılıp maddi sorunlar çözülmüştür.
Mütareke dönemine kadar İstanbul merkez ocağın üye sayısı 2743’e yükselmiştir. 1914 yılında 16 Türk Ocağı açılmış, 1916 yılı ağustos ayında ocak sayısı 25’e ulaşmıştır. Bu dönemde İstanbul’daki merkezinin yanı sıra ülkenin çeşitli yerlerinde de şubeler kurulmuştur. 1912 yılından sonra Türkistan ve Çin’ de açılan şubeler dahi düşman eliyle kapatılana kadar faaliyet göstermiştir.
Osmanlı Türkçüleri, kültürel manada Türkçülüğü savunurken, siyasi anlamda Osmanlılık geleneği etkisinde kalmıştır. Bu bağlamda esas davası, yeni bir devlet kurmak değil, yapısı çok değişmiş olmakla beraber, Türk-Müslüman benliğine muhafaza eden ve halen ayakta duran Osmanlı Devletini bir ulus devleti haline getirmekti. Hatta Türkçülükteki fikir temelini, İslami unsurlarla desteklemişlerdir.
Milletin coğrafi ve siyasi sınırlara bağlı olmadığını savunan Türk Ocağı aydınları Türklüğü bir bütün olarak görmektedirler. Bu sebeple ister kültürel, ister siyasal anlamda ele alınsın bütün Türklük anlayışı Türk Ocaklarının temel dinamik fikirlerinin birini teşkil etmektedir. Ziya Gökalp’ e göre kabile toplumu (Aşiret), ırki yakınlığa dayanan toplum (Kavim), ortak dine dayanan toplum(ümmet) ve ortak kültüre dayanan toplum(millet), toplumların tarihte geçirdiği aşamalardır. Burada milletin tanımını Ziya Gökalp kültür birliğine dayandırmış, Türk Ocaklarının çevresindeki aydınlar da Ziya Gökalp’ in çizgisini takip etmişlerdir.
Kurtuluş savaşı kazanılıp Cumhuriyet ilan edilince, Mustafa Kemal’in arzusu ile Türk Ocakları Ankara’ da yeniden açılmıştır. Ocağın üyelerinin yarısından fazlası Atatürk’ün arkadaşları, mebuslar, yazarlar ve öğretmenlerdir.
Türk Ocakları, Osmanlı döneminde olduğu gibi, amaçları ve mesai programı doğrultusunda Cumhuriyet döneminde de sosyal ve kültürel sahada faaliyetlerini devam ettirmiştir. Fiilen yürütülen bu faaliyetlerden konferanslar başta genel merkez olmak üzere yaygınlaşmıştır. 1923-1924 yıllarında başlayıp ocağın kapanmasına kadar ki döneme değin devam eden konferanslarda, tarih, edebiyat, kültür, iktisat, eğitim, gençlik, sağlık, medeniyet, demokrasi ve inkılâpların halka anlatılması gibi konular ağırlıkta olmuştur.
Türk Ocakları çevresindeki aydınlar çok milletli Osmanlı devletinin yerine kurulan milli Türk devletini Türkçülük politikasının somut bir ifadesi olarak görmüşlerdir. Bu konuda Türkçü aydınların önde gelenleri aynı fikirde birleşmektedirler. Nitekim Ziya Gökalp, Mustafa Kemal Paşa’nın Türkleri, Türkçülük mefkûresi etrafında birleştirerek büyük bir tehlikeden kurtardığını belirtmekte ve “büyük dahi zuhur etmeseydi Türkçülüğe dair bütün hareketler akim kalacaktı” demektedir.
1929 Dünya ekonomik krizinin ülkemizde yarattığı buhran, Serbest Cumhuriyet Fırkası denemesi ve Menemen olayı üzerine, ülkede inkılâpları yerleştirme ve rejimi güçlendirme misyonunda devletin daha aktif rol alması fikrini doğurmuştur. Bu durum, Cumhuriyet Halk Fırkası(CHF) yönetiminde, ekonomide devletçi politikalarla başlayan ve daha sonrasında siyasi, kültürel ve içtimai hayatı da kapsayan siyasi ve idari açıdan otoriter bir eğilim ortaya çıkarmasına sebebiyet vermiştir. Bu bağlamda bütün güçlerin tek elde toplanması politikasının bir sonucu olarak Türk Ocakları kapatılmıştır. Böylece Türk Ocaklarının kapatılmasıyla yeni bir döneme girilmiş, Ocak faaliyetlerinin başka bir adla, CHF çatısı altında sürdürmeye devam etmesi istenmiş ve Halkevleri ortaya çıkmıştır.
Türk Ocakları, Osmanlı coğrafyasında beliren milliyetçilikler içinde, diğerlerine tepki şeklinde doğan reaksiyoner Türk Milliyetçiliğinin kurumsal yansıması olarak ortaya çıkmış ve kısa zamanda Türk Milliyetçiliğinin teorileşmesine ve kurumsallaşmasına önemli katkılar sağlamıştır. Dönemin Türkçü aydınlarını bir araya gelmesini sağlayarak, Türk Milliyetçiliğinin siyasi ve toplumsal alana yayılmasına ön ayak olmuştur. Kurtuluş savaşı sonrası Türkiye Cumhuriyetinin kurulmasına hem maddi hem fikri alanda katkılarıyla Cumhuriyet Türkiye’sinin en fazla üyesi bulunan derneği haline gelmiştir. Ancak kuruluş aşamasında, Türk milliyetçilikleri tek yekûn olurken, milli kimliğin inşasında Türk Milliyetçilikleri çatışma halinde olmuş, bu çatışmadan Türk Ocakları da etkilenmiştir. Türk Ocakları, 1839 yılında başlayan Osmanlı-Türk Modernleşmesinin her zaman bir tarafında bulunmuştur. Bu taraf, Resmi Milliyetçiliğin karşısında bulunan, daha çok geleneksel ve muhafazakâr niteliklere haiz bir taraf olduğu söylenebilir. Bu da kısa zamanda Resmi(pozitivist) Milliyetçilik anlayışı ve Türk Ocakları arasında sorunların doğmasına sebep olmuştur.
Devlet ile millet arasında aracı rolü oynayan Türk Ocakları, bu rolüyle hem millet nezdinde ayrı bir değere sahipken; bürokrasi kadrolarında da önemli bir yer işgal etmekteydi. Bu durum, uygulanan politikalara Türk Ocakları tarafından gelen eleştirilerle birlikte birleştiğinde tek parti yönetimini rahatsız ettiğini belirtmek çok da yanlış olmayacaktır. Türk Ocaklarının kazandığı bu güç, ileride rejime karşı yeni bir fikirsel oluşum olma ihtimaline karşı engellenmeli ve Türk Ocakları aydınları kontrol altına alınmalıydı. Modernleşme sürecini her safhada devlet eliyle gerçekleştirmeye çalışan yönetici kadro, Türk Ocaklarını kapatarak milliyetçi aydınlara nasıl Türk ve Türkçü olunması gerektiğini, Kadro hareketi ve Halkevleri aracılığıyla göstermeye çalışmıştır.
Sonuç itibariyle, Türk Ocaklarının genetik kodları Millet, Milliyetçiliği, Turancılık mefhumlarından teşekküldür. İstiklal Harbi esnasında milli birliği sağlayan ve kuvvetlendiren bir rol oynayan Türk Ocakları, genç Türkiye Cumhuriyeti’nin fikirsel ve kurumsal yapısında etkin bir durumda yer almıştır. Neticesinde farklı milliyetçilik anlayışı ve bürokrasi kadrolarındaki ağırlığı, CHF tarafından tehdit olarak algılanmıştır ve Resmi Milliyetçilik-Geleneksel Milliyetçilik arasında yaşanan ayrışmanın ilk örneği Türk Ocaklarının kapatılmasıyla sergilenmiştir. Bu neden, Türk Ocaklarının kapatılmasında soyut kalan/somutlaşamayan en önemli neden olarak görülebilir. Türk Ocakları, Türk Milliyetçilikleri içerisinde yaşanan ve tesiri günümüze kadar devam etmekte olan çatışmanın sonucunda kapatılmakla beraber, cumhuriyet sonrası Türk siyasi hayatında zuhur eden siyasi düşüncelerin olgunlaşmasında önemli bir yer tutan Geleneksel-Resmi Milliyetçilik çatışmasında geleneksel milliyetçiliğin savunulduğu bir kale olmuştur.
Ocağın 10 Nisan 1931 günü yapılan son (olağanüstü) kurultayında, derneğin 264 şubesi ile birlikte tüzel kişiliğini feshetmesine karar verilir. Bu, şube temsilciliklerine CHP milletvekillerinin seçtirilmesi sonucu kolaylıkla elde edilmiş bir karardır. Bu kararla Türk Ocağı’nın görkemli Genel Merkez yapısı, yurt alanına yayılmış 141 parça mülkü, bütün nakdi varlıkları Cumhuriyet Halk Partisine devredilmiş, Ocağın 32.000 üyesi açıkta bırakılmıştır. Böylece Türk Ocağı’nın varlığı, geçici olarak sona erdirilmiş olur.
Türk Ocakları 18 yıllık bir aradan sonra 10 Mayıs 1949 yılında tekrar faliyete geçmiş ve günümüze kadar gerek yurt içinde ve gerekse yurt dışında faliyetlerini sürdürmeye devam etmiştir. İkinci kuruluşunun ilk yıllarında dikkate değer etkinliklikler gösterememiştir. Çalışmalarını uzun süre İstanbul, Tekirdağı ve Karadeniz Ereğlisi’nden ibaret şubeleriyle sürdürmeye çalışmıştır. Bunun başlıca sebebi ise dönemin Milliyetçi gençleri kurdukları kendi derneklerinde faaliyet alanlarına yoğunlaşmış olmalarıydı (önce Milliyetçiler Federasyonu, daha sonra Türk Milliyetçiler Derneği olarak).
1958’de Genel Merkezin Ankara’ya taşınmasıyla daha etkili çalışmalara yönelmiş, fakat 27 Mayıs 1960 Askeri darbesiyle sarsıntıya uğramış ancak çok geçmeden ocak çalışmaları gelişerek sürdürülmüştür. Daha sonra 12 Eylül 1980 darbesinde ülkedeki bütün derneklerin kapatılmasıyla Türk Ocakları da nasibini almış ve faliyetleri durdurulmuş ve ancak 15 Nisan 1984’te tekrar çalışmalarına devam etmiştir.
Türk Ocakları özellikle Türk Dünyası ile ilişkileri geliştirmek amacıyla 1988 yılında ”Türk Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı” kurulmuş , Türk Dünyasında yaşanan sorun ve sıkıntılara yardım faaliyetlerini başlatmış, Türkiyeye gelen Öğrencilere burs imkanı sağlamış ve en önemlisi de ilk ve orta öğretim sınıfları bulunan ”Türk Yurdu” lisesini açmıştır. Türk Ocakları 50’den fazla şubesi ile çalışmalarını düzenli bir şekilde halen devam ettirmektedir.
Burda kaynakları doğru vermekle beraber sayın Çaha’dan baya kopyala yapıştırın var.