Bir zamanlar, bir gazeteciler cemiyeti başkanı telefonla konuşulan bir Atatürk heykeli yaptırmıştı. Telefonu kulağına götürdüğünüzde, heykelin nutkunu dinleyebiliyordunuz. 1980’li yıllar, 12 Eylül darbesi sonrası…
Telefon tek taraflıydı…
Heykel sizi dinlemiyordu! (Belki dinliyordu da belli etmiyordu! Muzip birisi heykelin telefonunu alıp saydırsa idi, işte o zaman telefonun dinlenip dinlenmediğini anlayabilirdik!)
Yıllardır bekledik, bizi gerçekten dinleyen bir heykel yapılır diye…Hani heykelperestler dinlemiyor, heykel dinler belki!
Aslında bir gazetecilik hilesiydi bu. Gazeteciler cemiyeti başkanı Antalya’nın Kaş ilçesine yerleşmiş, orada Meis’in karşısında bir yarımadaya yazlığını dikmiş, birçok ünlü gazeteci için de yazlıklar yapılmıştı. Orada inşaat yapmak, tabii sit alanı olduğu için ihtilaflı bir konu idi. İhtilaflı konuların çözümünde 12 Eylül darbesi sonrasında başvurulan bir yoldu, büstçülük ve heykelcilik…
Türkiye yeryüzünde heykeli ve büstü en bol ülke. Ona rakip olacak ülkeler çoktan havlu attı. Sovyetler Birliği’nin yıkılmasından sonra Türkiye’nin bu unvanı şüphe götürmeyecek ölçüde kesinleşti… Sovyet dünyası heykel zenginliği bakımından bir numara idi, fakat yıkılıştan sonra, evvela Stalin heykelleri çöpe atıldı, sonra Lenin ve Marks. Eski Sovyet dünyasına yolu düşenler nadiren bu heykellerle karşılaşırlar. Birkaçı saklanmışsa, ibret için dokunulmamış olmalıdır.
Heykeller üzerinden ideolojiyi sürdürmek… İdeolojiler çağı olan 20. yüzyılda yaygın bir uygulama idi. Türkiye’nin bu konudaki şöhreti daha 1935’lerde Avrupa basınının dikkatini çekmişti. Cumhuriyet gazetesinin 5 Ağustos 1935 günkü nüshasının manşeti bu konuyu övünç vesilesi olarak sunuyordu: “Atatürk yarım bir ilâhtır; Türklerin babasıdır. Hiçbir devlet şefi için hayatında bu kadar heykel dikilmemiştir ne Musolininin, ne Hitlerin ne de Leninin anıdları onunkilerle ölçülemez.”
O devrin imlâsına bile dokunmadık: Aynen böyle!
Atatürk’le övünmek için heykel sayısına bel bağlamak, onun zamanın eşedd diktatörleri ile kıyaslanmasını dahi sineye çekmek…
Bu bir zihniyet tezahürüdür.
İşte bu zihniyet tezahürü Türkiye’yi buraya getirdi. Kartopu oynayan çocukların “eğitimsel linç”e tâbi tutulduğu bir ülke burası.
Bre “eğitimci”ler! Zaten çocukları eğip büküyorsunuz. Bir de suçluluk baskısı ile hayatlarını karartmayın!
Söz temsili, Atatürk sağ olsa ve orada bulunsa ve çocuklardan biri ona kartopu atsa idi…Ne olurdu?
Kartopu oyununa o da katılmaz mıydı? Siz olsanız katılmaz mısınız?
İşe bakın, Atatürk’e kartopu atmak serbest, büstüne atmak suç!
Çünkü o bir büst veya heykel değil, kutsal bir nesne!
Kutsalı büste, heykele indirgemek…
Çocukları heykellere ve büstlere saygı göstermeye zorlamak…Hangi akla, hangi iz’an’a ve pozitif ilme sığar?
İdeoloji bitti, geriye kaldı kült. Çin’deki virüs salgınından kurtarılan ve iki haftalık karantina sürecinden çıkan birisi ne yapar? Anıtkabir’e gider ve “şükürler olsun Atam, bizi ölümden kurtardın diye dua eder.”
Abartmıyorum, aynen böyle!
Şehir içi ulaşıma fâhiş zam yapan ve ufuksuzluğu zahir olan büyükşehir belediye başkanı ne yapar? CHP’li olmayan belediye başkanının ilçesindeki heykeli Atatürk’e lâyık görmez. Mesaj şudur: “Ben zam yaptım, ama bakmayın ona, sıkı Atatürkçüyüm!”
Karar / D. Mehmet Doğan