Bu yazı İktibas Dergisi Şubat 2021 Sayısında yayımlanmıştır
Civilization kavramı Türkçe’ye medeniyet olarak tercüme edilmiştir. Bu kavram tarihsel arka planına bakılmaksızın birçok müslüman düşünür tarafından da olumlu olarak içselleştirilmiştir. Biz bu kavramı incelerken kavramın ilk çıkış kaynağından bizim dilimize nasıl gelmiş ve dilimizde tam olarak neyin karşılığı olarak kullanılmış onu anlamaya çalışacağız. Kısacası kavramın tarihsel yolculuğunu ele alarak kavramın doğru anlaşılmasına ve ona göre sahiplenebileceğimiz bir kavram olup olmayacağına karar vermeye çalışacağız.
“Civilization, Batı dillerinde XVIII. yüzyılın ikinci yarısına kadar bulunmamaktaydı. Yerine civil, civilité ve civilisé kullanılıyordu. Civilization ilk defa Fransız Devrimi’nin büyük hatibi Mirebeau’nun babası, iktisatçı Marquis de Mirebeau tarafından 1756 yılında kullanılmıştı. Kelime Latince asıllı olup kent, şehir (city, cite, site) anlamına gelen civitas sözcüğünden gelmektedir. Ayrıca yine Latincede aynı kelime ile bağlantılı olarak civis yurttaş, civicus yurttaşlarla ilgili, civilis ise yurttaşlara ait anlamındadır.”(Ahmet Karaçavuş, Temeddünden Medeniyete, Bahar, 2015) Yani bu sözcük modern yaşamın inşa edicileri tarafından doğrudan şehre, şehre ait olana, şehirliliğe ve vatandaşlığa gönderme yapmak maksadıyla kullanılmıştır. Civilization kavramında kastedilen medenilik yalnızca kent soylulara ait bir durumdur. Grek-Roma medeniyeti anlayışında yurttaş olmanın anlamı açıktır: Atina’da yahut Roma’da doğmuş olmak, hür olmak, erkek olmak, otuz yaşını doldurmuş olmak gibi kuralları vardır. Kadınlar, çocuklar yahut köleler yurttaş olarak kabul edilmezlerdi. Kavram kendi oluş biçimi açısından bir kast sistemini içinde barındırmaktadır. Doğal olarak kentin sahibi pozisyonundaki kent burjuvazisini merkeze koymaktadır. Türkan Saylan’ın “biz bu cumhuriyetin asıllarıyız” ifadesinde tam olarak anlatılmak istenen burada ifade edilmektedir. Kent burjuvazisi medeni olup onun dışındakiler ise en hafif tabirle medenileşme çabasında olan barbarlardır ya da varoş takımıdır. Bu kelime Fransa’dan sonra başta İngiltere olmak üzere diğer Batılı ülkelerde de kullanılmaya başlanmıştır. Yalnızca Almanya “civilization” kavramı yerine “culture” kavramını kullanmayı tercih etmiştir.
Kısacası kelime kast sisteminin inşa edildiği bir toplum düzenini hem önermekte hem de inşa etmektedir. Zengin burjuvazi dışında kalan kesimi, köylüyü, kentin varoşunda yaşayanları, asgari ücretlileri, alt kademe memurları ve küçük tüccarları medeni sınıfa dahil etmemektedir. Kelime tarihsel süreç içerisinde Avrupa’nın ulaştığı değerleri ifade etmek üzere kullanılmaya başlanmıştır. Batı kendi değerleri dışındaki toplumları “öteki” yani “Batı dışı toplum” olarak kategorize etmiş ve ilişki düzeyini de yüklediği bu, vahşi(barbar)/civilazition (medeni) anlamları üzerinden geliştirmiştir. Batı, aynı zamanda kendine yeni bir misyon seçmiştir; Batı dışı dünyanın barbarlıktan medeni dünyaya adım atmalarını sağlamak. Böylelikle Batı dünyanın geri kalanını sömürgeleştirmeyi kendisine makul kılacak bir çerçevede çizmiş oluyordu.
Civilization’un tarihsel arka planına baktığımızda rönesansla birlikte “birey”, “kentler” ve kentte yaşayan, serveti toprağa değil, ticarete dayanan bir sınıf, “burjuva”nın öne çıktığını görürüz. Bu burjuva bireyselleşmeyi ön plana çıkarırken kilisenin katı tutumu karşısında, inanca karşı ahlakta (ahlak derken kendi üretmiş oldukları değer yargılarında) seferberliği gündeme getirmiştir. Protestan anlayış öncesinde yani Katolik anlayışta bir insanın iman etmesi, günah çıkarması ancak bir kilise eliyle mümkündü. Bu durum cemaat olmayı ve kilise kurumuna bağlı olmayı gerekli kılıyordu. Protestanlığı destekleyen burjuva bu cemaat yapısını yok ederek her insanı tek tek potansiyel pazar haline getirmek istiyordu. Kilise yapısının yok olması tehlikesiyle panikleyen Katolizm kendisini, kent soyluların desteklediği Protestanlığa karşı daha sert tutum almaya yöneldi. Burjuva ise bu savaşı, kilisenin karşısında kralların yanında yer alarak başlatmıştı. Papalığın tarih boyu, krallıkların üstünde hüküm sürmesinden rahatsız olan krallara kent burjuvazisi borç para vererek skolastik düşüncenin yok olmasına yardımcı olmuştur. Sonrasında ise burjuva için sıra krallıkların gücünü azaltmaya ve kralların yönetiminde söz sahibi olmaya gelmiştir. Özgür seyehat, özgür düşünce gibi kavramların kamuoyunda işlenerek burjuvanın fabrikalarında çalışacak insan gücünü elde etmeye çalışmışlardır. Herhangi bir feodal beye, ya da kilise yönetimine bağlı olmaksızın insanların özgürce kırsal alandan şehirlere akın edebilmesi için ortam hazırlanmıştı. Karl Marx’ın Das Kapitalinde anlattığı Londra’ya göçle gelmiş kırsal kesimin insanlarının sefaleti civilization açısından içler acısı bir durumu anlatmaya yeterlidir diye düşünüyoruz.
Papalığın takındığı katı tutuma rağmen burjuvanın ve papalık karşıtı kralların desteklediği protestan düşünce böylelikle Avrupa’da yerleşik bir mezhep haline gelebilmiştir. İngiltere, Luther’in reform hareketlerinden daha önce 1400’lü yıllarda Papalıkla yaşadığı sıkıntılardan ve görüş ayrılığından dolayı 1571 yılında parlemento onayı ile Anglikanizmin 39 maddelik nizamnamesine uymayı zorunlu kılarak Anglikan kiliseyi kurarak Papalık otoritesinden ayrılmıştı. İngiltere kralı kilisenin bizzat koruyucusu olmuş ve din artık devlete bağlı bir kuruma dönüştürülmüştür. Sonrasında 1517’de Martin Luther, Almanya’da Protestan hareketini başlatmış ve devamında 1534 yılında Jean Calvin, Fransa’da protestanlığın başka bir kolunu oluşturarak Hristiyanlığı ulus devlet dinine dönüştürmeyi başarmışlardır. Artık Hristiyanlık da yeni civilization’un (medeniyetin) mayası olmuştur.
Kent soylu sınıf kendisini civilization (medeni) diye tanımlamaktadır. Civilization Napoelon’dan bu yana Batı’nın hem skolastik düşüncenin reddi hem de toprağa bağlı feodalitenin reddi anlamında ve aynı zamanda çağdaşı olan diğer toplumlardan kendini ayıran bir kavram olarak kendi yaşam biçimini tarif etmek için kullandığı bir kavram olarak varolmuştur. Bu kavram ekonomi merkezlidir, çünkü sanayi devrimiyle birlikte teknik ve beraberinde gelen üretimle zenginleşen kent burjuvazisini merkeze koyan bir kavramdır. Ben merkezlidir, çünkü “bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler” (laissez faire) düşüncesinin pragmatist inşa ediciliği bu düşüncenin ana merkezlerindendir. Irk merkezlidir, çünkü Batı kendisini insanlığın geldiği son nokta olan Homa Sapiens olarak görür. İsa tasvirleri bile rönesansa kadar Doğulu esmer bir tipken rönesanstan sonra sarı saçlı, mavi gözlü bir tipe evrilmiştir. Batı, ulusçu ve ırk merkezi üzerinden hareket eder. Yüzyıllarca Avrupa’yı yönetmiş olan iki hanedanlık olan Habsburg hanedanlığı ve Bourbon hanedanlığından gelenlerin oluşturduğu ırksal bir yapıyı merkeze alır. Sömürge merkezlidir, çünkü medenileştirmek adı altında dünyanın bütün halklarını, coğrafyalarıyla birlikte sömürmüştür ve zenginliklerini de bu hırsızlıklarına borçludur. Haz merkezlidir, çünkü çevresindeki her şeyi kendini mutlu, coşkulu hissedecek bir araç olarak kullanabilir. Kimilerini bedensel zevkinin aracı olarak cinsel bir meta olarak, kimilerini eğlencesinin bir aracı olarak üzerinde şiddet uygulayabileceği bir meta olarak kullanabilir.
Rönesans’tan beri değişim sürecide olan Avrupa’nın dünya görüşü Napoleon zamanında netleşmiştir. Zira Napoleon zamanına kadar Avrupalılar, işgal ettikleri her yeri yalnızca ekonomik bir sömürge olarak görüyor ve kendini temize çekecek bir nedene ihtiyaç duymuyorlardı. Civilization kavramı Fransa’da kullanılmaya başlandığından beri Napoleon kadar bu kavrama anlam yükleyen başka biri çıkmamıştı. Napoleon bu kavramı kendi sömürgeleştirme çalışmaları açısından bir temize çekme, masumlaştırma, aynı zamanda da yeni dünya düzenine işaret eden ideolojik bir anlama kavuşturmuştur. İşte bu ideolojik anlamın birincisi; Avrupalı kimlik ve buna bağlı misyon öngören dünya görüşü. İkincisi; medeniyet ve ilerlemeyle özdeşleştirilen Avrupa’nın diğer dünyalara kılavuzluk etme anlayışı. Napoleon, dünyayı kendi kafasında ikiye ayırıyordu. Medeni olanlar ve olmayanlar. Medeni olmayan dünya için Avrupa öncülük etmeli, medeniyetin gitmediği yerlere medeniyet götürülmeliydi. Sömürgeciliği Avrupa’nın zihninde masumlaştıran bu bakış açısı dünya toplumları için çok acı reçetelere dönüşse de Avrupa’nın zenginliği için de önemli bir mazeret sebebi teşkil etti. Barbar olan halklar kendi hammaddesini işleyecek yetenekte olmadığı için de onların ülkelerinden temin edilecek yer altı ve yer üstü tüm kaynaklar, değerli madenler, tarım ürünleri, ağaçlar, hayvan ve bitki türleri Batı’nın doğal hakkı haline gelmişti.
Medeniyet mi Kültür mü?
Kültür kelimesinin Latince kökü, tarımda gelişimden, ikamet etmeye, tapmaktan korumaya kadar bir çok anlama gelen “colere”dir. İkamet etme anlamı Latince “colonus”tan gelir ve günümüze “kolonyalizm” biçiminde ulaşmıştır. Aynı zamanda culture kavramı latince “cultus” olmuş, daha sonra da dini bir terim olan “cult” (kült) haline gelmiştir. Bu kavram tarihsel süreç içerisinde çok fazla politik olarak kullanıldığından son derece karışık muğlak bir toplumsal tarihe sahiptir. Kültür etimolojik açıdan “doğadan türemiş” bir kavramdır. Özgün anlamlarından biri “çiftçilik” ya da “doğal gelişme eğilimi”dir. Kültür ile aynı kökten gelen “coulter” saban demirinin ağzı demektir.
Civilization ve culture kavramı birbrinden farklı iki kavramdır. 19. yüzyılda civilization kavramı emperyalist bir görünüm kazanmasından dolayı Alman Marksist entelektüeller kendi meramlarını ifade edecek yeni bir kelimeye ihtiyaç duymuşlar ve Fransızca’dan culture kelimesini almışlardır. Bu kelimenin kullanıldığı zamanlarda Alman Marksistler için kültür eleştirisi civilization ile uyum değil savaş halindeydi.
Almanyada kültür üç farklı merhaleden geçer. Birincisi; 18. asrın sonlarında ortaya çıkan kavram olarak. O dönemin en meşhurlarından Herder, kültürü medeniyette bir merhale olarak görür. İkincisi Kant’tan Hegel’e kadar olan dönemdir. Kültürün önemi giderek azalır. Son olarak da modern dönemdir. Şimdiki anlamı olan “bir toplumu oluşturan değerler, adetler, inançlar ve pratikler bileşiği” kabul görmüştür.
Civilization kavramı ile culture kavramı birbirlerini tamamlayan iki kavramdır. Civilization kavramı liberal anlayışta sömürgeci, buyurgan ve belli bir aristokrat azınlığın elinde bir devlet yapısını oluştururken kültür de bu devleti manen ve içerden destekler. Yani civilization yeni bir kültürü de beraberinde inşa eder tıpkı Batı’da ve Osmanlı’da inşa ettiği gibi. Süreçle birlikte “sivilizasyon”un inşa ettiği kültür bütün halkın yaşamı haline gelir. Siyaset, kültürün itaatkar hizmetçisi değildir. Kültür siyasetin ürünüdür. Kültür, Avrupa toplumu için modern kilisenin yerini alacaktır. Mesela futbol kültürü dediğimizde halkın maçı seyretmeye gitmesini değil futbolu yaşam haline getirmesini kastederiz. Bir dinin kendine has ritüellerinin benzerlerini bu kültürlerde görebiliriz. Dolayısıyla bir medeniyetin içinde toplumu hakikatten uzaklaştırarak uyuşturulmuş vaziyette kent aristokrasisine bağlı bir halk olarak elde tutmanın yolu kültür üretmekten geçmektedir. “Civilization”un yaptığı en güzel şeyleden biri Adorno’nun ifade ettiği biçimde kültür endüstrisi yaratmaktır. Milliyetçilik kavramı da bu kültürün üretimlerinden bir tanesidir.
Sömürgeci Batı inşa ettiği civilizationla dünyayı tek bir kültür alanına dönüştürmek ister. Onun içindir ki kendi yerel dilinin, folklorünün, yerel adetlerin ve geleneğinin manevi ekseninde kalma çabasında olan romantik milliyetçiliğin kendisiyle zaman zaman çatışmasından rahatsız olur. Bu yolla oluşturulmaya çalışılan “evrensel” kültür, hem geçici hem ebedi, hem sosyal politika hem kişisel terbiye, hem mükemmelleşme süreci hem bizzat mükemmeleşmenin koşulu olur. Dini düşünceden arındırılmış bir toplumu dizginleyecek tek bir şey kalmıştır elde; o da “civilization”un oluşturmuş olduğu kültürdür. Batı’nın üretmiş olduğu “civilization”a göre kültür “Tanrıya vekalet” etme işini üstlenmiştir. Ludwing Feurbach’ın tanımıyla civilization “Tanrıyı tahtından indirip yerine insanı oturtarak, teolojiyi antropolojiye dönüştürmüştür.” Mesele, dinsel duyguları, Allah’a olan inancı yok etmek değildir, yeniden inşa etmektir. İnsanın kendisine tapınması gibi tatminkar bir duygu varken görünmez bir tanrıya tapınmak sadece zaman kaybıdır! Friedrich Schlegel “Tanrıya dönüşmek, insan olmak, kendini yetiştirmek hepsi aynı anlama gelir” der.
Medeniyet ve kültür kavramları her ne kadar birbirleriyle karıştırılsalar da aynı anlamları taşımazlar. Medeniyet üst makro bir kavramdır, kültür ise alt kavramdır. Eğer bizler medeniyeti yerleşik olmayla eşdeğer kılacak olursak herhangi bir mekana bağlı kalmaksızın kültür kelimesini başlangıç kelimesi yapmamız lazımdır. Ama doğada olanın endüstriyel tarzda bir teknikle yeniden üretimini konuşacaksak o zaman mekan olarak kent, şehir; kavram olarak da medeniyet kullanılabilir. Batı, kendi dışındaki toplumların endüstrileşememiş olmasından dolayı ve kendisinin yalnızca taklidinden ibaret oluşlarından dolayı onları geri toplum, modern dille ifade edecek olursak gelişmekte olan toplum olarak ifadelendirmektedir. Bu toplumlar Batı’nın ürettiği kültüre teslim olmuşlardır ama henüz medeni olamamışlardır. Medeniyet inşa edici bir kavramken; kültür inşa edilen şeyi bir arada tutmaya yarayan bir mayadır. Din, medeniyetler için iman edilmesi gereken bir olgu olmayıp yalnızca toplumları bir arada tutmaya yarayacak kültürden ibarettir.
Civilization/Medenileşme Kavramın Osmanlı’da Ortaya Çıkışı
Medeniyetin incelenmesine, yukarıda belirtildiği üzere, onun hiçbir zaman sadece bir kelime olmadığını, Avrupa’nın o sıralarda ulaşmış olduğu maddi kalkınmayı temsil eden bir kavram olarak üretilip hayatiyet kazandırıldığını tespit ederek başlamak gerekmektedir. Osmanlı döneminde medeniyet kavramının kullanımı aslında yeniden inşa edilecek bir toplumun da habercisi konumundaydı. Kavram Arapçada m-d-n sözcüklerinden türetilmiştir, Medine yani şehir. Medeniyyet kavramı da şehirli olmak, şehre ait olmak gibi anlamlarda kullanılmıştır. Osmanlı’da Batılılaşmanın öncüsü, babası sayılan Mustafa Reşit Paşa tarafından ilk olarak kullanılmıştır. Mustafa Reşit Paşa bu kavramı özgün haliyle Osmanlıcada kullanmıştır. Mustafa Reşit Paşa “…hazret-i şehin-şâhînin nizâmât-ı askeriyye ve her tarafda sivilizasyon usûl-i mergûbesinin icrâsına…” (Ahmet Karaçavuş, Temeddünden Medeniyete, Bahar, 2015) diye devam eden Sultan Abdulmecid’i öven yazısında kavram Fransızcadan aslıyla Osmanlıcaya aktarıldığı görülmektedir. Civilization kavramı belli bir süre aslıyla Osmanlıcada kalır. Mustafa Reşit Paşa bu kavramı daha çok insanların eğitilmesi ve nizamın uygulanması gibi anlamlarda kullanır. Daha sonraları civilization kavramı Mustafa Reşit Paşa’nın Avrupaya eğitime gönderdiği öğrencilerden Sadık Rıfat Paşa tarafından 1838 yılında Osmanlıcaya medeniyyet olarak tercüme edilmiştir. O vakitten sonra “müdün” kökünden gelen her kavram yeniden şekillendirilmiş ve Batı sosyal yaşamını övücü ve bu yaşamı önceleyen bir arzuyu kastetmek manasında kullanılmıştır. Dolayısıyla bu kavram üzerine konuşurken ya da düşünürken bizim bugün anladığımız anlamda geleneksel dini-Osmanlı mantığını anlamak yerine kapitalist, sömürgeci ve Avrupa kent soyluluğu anlamına gelen civilization kavramını anlamamız gerekiyor.
Tanzimat dönemini belirleyen en önemli ideolojik kavram işte bu civilization/medeniyet kavramı olmuştur. Yani Osmanlı’nın medenileşme projesi! 1826-1840 yılları arasında doğanların nesli farklı bir nesildir. Bu dönemle birlikte Osmanlı toplumunun hayatına gazete girer. Böylelikle dış dünya ile temasa geçilir. Agora, Efkar-ı Umumiyye, Ceride-i Havadis ve başkaca gazeteler sayesinde ilk defa Osmanlı toplumunda Batı yanlısı siyasi bir ideal etrafında toplanmış ortak bir kanaat oluşmaya başlar. Bu tam manasıyla ufuk değişmesidir. Islahat Fermanı da Tanzimat Fermanı da sedece bir devlet programı olmanın çok ötesindedir. Tanzimat Fermanından sonra kurulan okullar, yetişen kalemler, Avrupa’da eğitim görüp gelen genç paşalar ve gazeteler artık yeni bir sürecin inşası için vardırlar. Bu öyle bir durumdur ki başlangıçta devlet eliyle yapılan bu girişimler daha sonra devleti içten ve dıştan saran küçük ya da büyük memur aristokrasisinin eline geçecektir. Artık devlet bile kendi medenileştirme hareketine karşı hız kesmeye çalışacaktır. Bir nevi yer yer muhafazakar devlet anlayışına da geri dönülür. Zira artık bu medenileşme hareketi kontrolden çıkarak önü alınmaz bir sele dönüşmüştür. Ne kadar örf, anane, töre varsa hepsini önüne katar götürür.
Hilmi Ziya Ülken’in ifadesiyle “Beyoğlu, Avrupalı lokanta ve kahveleriyle, en basit gündelik ihtiyaçtan en pahalı zevk unsuruna kadar her şeyi Avrupa’dan tedarik eden zengin mağazalarıyla, gece hayatıyla, eğlence yerleriyle Avrupa hayatının küçük bir numunesini verir. Her modasıyla büyük Avrupa merkezlerine, bilhassa Paris’e tabidir. Giyim ve kuşamda, debdebe ve sefahatte onu takip eder, eğlencede onun artıklarıyla geçinir. Bendre fabrikasından araba, Bulvar Tiyatrosu, içkili sazlı gazino, Fransız veya İngiliz tarzı mobilya, yabancı dil hocası, bazı zümreler için olsa dahi şehir hayatının, Orta Oyunu ve Karagöz gibi yerli gelenekler ve biraz sonra doğacak yeni edebiyatla beraber derece farklarıyla besleyecek unsurları haline girer.” Alafranga yaşam biçimi Osmanlı aristokrasisi içinde Türk halkının arasına yerleşir. Recai Zade Mahmut Ekrem’in “Araba Sevdası” isimli eseri Çamlıca mevkiinde bu aristokrasi tayfasının nasıl yaşadığını, Batılı yaşam biçiminin toplumda nasıl oluştuğunu ve Fransızca hayranlığını anlatması açısından önemli bir eserdir. Artık, yeni olan her şey eskiyi tüketmekteydi. Eski artık yeni bir şey üretememekteydi, yeni bir şey üretemedikçe eskilere daha sıkı sarılmakta ve muhafazakarlaşmaktaydı. Uzak artık bu sayede daha gerilere doğru yol almaktaydı ve daha gerilere düştükçe her şey daha beter soysuzlaşmaktaydı.
İdris Küçükömer Tanzimat dönemini anlatırken “Bürokratlar Tanzimat fermanı ile bu defa, gerçekten Batılı görüntülü yeni bir Lale Devrini başlattığını” söyler. “Bu dönem aynı zamanda balolar dönemidir. Bu defa, kaplumbağaların mum taşıdığı lale bahçeleri yerine saraylar, elçilik binaları seçiliyordu. İstanbul’da elçiliklerde, saraylarda ve Osmanlıların Avrupa elçiliklerinde verilen bu balolarda bürokratlar Batılı dostları ve levanterlerle beraber eğlenirken, işsizlik artıyor ve yerli üretim güçlerinin yok olması son derece süratle devam ediyordu. Bu baloların benzerlerini, hatta devamını, daha sonra C.H. Fırkası döneminde, tüketim mallarının kıtlığının yarattığı koşullar altında Anadolu kasabalarında halkın nefreti altında verilen Cumhuriyet balolarında görmemek mümkün mü! (“Batılılaşma” Düzenin Yabancılaşması, İdris Küçükömer, Bağlam Yay. 3. basım, İstanbul, 2002, sh. 61)”
Sarayın, konağın, evin Batılılaşması, Batı giyim ve kuşamının, görüşme ve yaşama tarzının eski adetlerimizin arasına yavaş yavaş sokulmaya başlaması, Tanzimat’tan sonra gelen devirde düşünce ikiliğinin bu alanlarda da hakim olduğunu gösterir. Tıbbiye öğretmenlerinden Mehmet Kamil Efendi’nin (1275/1858) de yayınlanmış olduğu Melcet’ül-Tabbahin (aşçıların sığınağı) adlı yemek kitabı konak ve evlere kadar sokulan bu geçim değişmesinin önemli vesikalarından biridir. Yazar, eserinin önsözünde hayat şartlarının değişmesi yüzünden artık eski yemeklerin yetmediğinden, yeni hayata göre Batılılardan yeni bir mutfak tarzı almamız gerektiğinden söz ederek eserini bu maksatla yazdığını anlatıyor. Batılılaşma diğer bir ifadeyle medenileşme hareketi öyle bir harekettir ki Batı’yı diliyle, kültürüyle, yemeğiyle, oturuşu ve kalkışıyla, cemiyet hayatıyla, aile hayatıyla, eğitimiyle, ticaret kurallarıyla komple ithal etme hareketi olmuştur. İşte bu yüzdendir ki civilization ve medeniyet kavramlarını karşılaştırırken bu tarihi arka planı göz önünde tutarak değerlendirmek zorundayız.
Medenileşme kavramı bu tarihsel arka plandan yoksun düşünüldüğü için kafa karışıklığına sebep olmaktadır. Bugün en aklı başında diyebileceğimiz yazarlar bile medeniyeti İslam, Doğu ve Batı medeniyeti olarak ayırmakta ve İslam medeniyetine övgüler dizmektedir. Oysa kullanılan medeniyet kavamının aslı civilization olması münasebetiyle farkında olmadan tuzağın içine düşmektedir. Zira “civilization”un şartı Avrupalı olmaktan, Avrupa gibi düşünmekten geçer. Her kavram içinde doğduğu kültürü, yaşam biçimini ifade ve inşa eder. Civilization kavramı da bunlardan biridir. Her canı isteyen kavramı dilediği gibi şekillendirip doldurma hakkına sahip değildir. Bu kavram Mustafa Reşit Paşa için de Sadık Rıfat Paşa için de Avrupalı olmayı ve ancak Avrupalı gibi düşünüp, Avrupalı gibi hayat inşa etmeyi anlatmak için kullanılmıştır. Mehmet Akif Ersoy’un “Medeniyet denilen kahpe, hakikat yüzsüz” ya da “Medeniyet dediğin tek dişi kalmış canavar” ifadesi de aslında bu Batılılaşma, medenileşme sürecine karşı duruşun bir ifadesidir. Akif, bu şiirlerinde civilization kavramının İslam’a ait bir kavram olmadığını da deklare etmiş oluyor. Çünkü o biliyor ki bu kavram genelde Osmanlı toplumunu özelde ise İslam toplumlarını yoketmeye ayarlı bir kavramdır.
Batı medeniyeti diye tanımlanan şey herkesin de malumu olduğu üzere Batı’nın ürettiği değerleri tanımlamak için kullanılır. Tanzimat dönemi başta olmak üzere cumhuriyetin ilk yıllarına kadar olan tartışma Batı’nın tekniğini ve ilmini alıp ahlakını almamak üzeredir. Oysa teknolojiyi üreten Batı onunla birlikte kendi ahlakını da bize dayatmaktadır. Batı yalnızca televizyon üretmekle kalmıyor onun içinde programları da beraberinde sunarak toplumu manipüle edebiliyor. Ya da yalnızca bilgisayarı ve interneti icat etmekle kalmıyor onun üzerinden toplumu dönüştürebilecek programları da paket olarak sunabiliyor. Çünkü Batı’yı inşa eden akılcılık Allah’sız bir toplumu inşa edebilmek için çabalamaktadır. Dolayısıyla ürettiği tekniğin temelinde kültürü de hamur olarak kullanmıştır. İsmet Özel’in tabiriyle Batı insanlığın hayrına olanın değil kendi karına olanın peşindedir. Tekniği ve kültürü birbirinden ayrılmaz biçimde iç içe geçmiş durumdadır.
Sosyal bilimler açısından kabul edilebilen yaklaşıma göre medeniyet, toplumsal gelişimi mili ve dini kimlik dışında ifade etmektedir. Medeniyet tasavvuru aslında insanlığa içinde vahyin ve Allah’ın olmadığı, bilimin dogma kabul edildiği, ampirik bilginin ve deneyselciliğin hidayet rehberi kabul edildiği yeni bir din sunma anlayışıdır. A. Toffler’e göre medeniyetin gelişimi için temel kriter rolünü toplumsal gelişimin hareket ettirici gücü oynamaktadır. 19. yüzyıldan sonra toplumu hareket ettirici güç de teknoloji ve bilimsel hareketlerdir. Dolayısı ile medeniyet denilen şey insanın karakterinin daha iyiye doğru yol almasından çok teknik anlamda gelişmenin meydana getirdiği yeni toplumsal sınıfların oluşmasıdır. İnsanın dikey ilerlemesinden çok (takvalı olarak Allah’a yakınlaşmasından ziyade), yatay ilerlemesini merkeze alan bir anlayıştır.
Teoman Duralı’nın ifadesiyle “Yeniçağ Dindışı Batı Avrupa medeniyeti, insana başvuracağı ilk, en güvenilir, sağlam ve son müracaat mevkii olarak aklı göstermiştir. Akıl tektir, eşsizdir. Akıl da insanda olduğuna göre yine en güvenilir, ve kendinden özge başka bir güç olmayan, kudret mercii kabul etmeyen yine insan olmalıdır. Mantık, matematik, mekanizma aklın gösterdiği şaşmaz doğru yoldur sıratimüstakiymdir.” Medeniyet de bu minval üzere inşa olunur.
Medeniyet tasavvuru içinde dinler sadece fıkhi bir mezhep olarak kabul edilebilir. Zira fıkıh nasıl esasında bir dine bağlı ise dinler de en baş din olarak medeniyete göre şekil almalıdır. Bunu bir tablo ile anlatacak olursak medeniyet tanımında bir pramidin en alt katmanını kültür, onun üstünü uzmanlaşma/teknik ve en tepede de medeniyeti/civilizationu görürüz. Dini anlayışı aynı şekilde bir tablo ile anlatacak olsaydık; en altta örf, anane, onun bir üstünde töre/fıkıh ve en tepeye de dini yerleştirmiş olurduk.
Yeni dünya düzeninde dil ve din milli kültürün gelişimi için oldukça önemlidir. Zira rönesansla birlikte yerel diller önem kazanmış olup Avrupa’da ulusçuluk anlayışı bu nedenle yükselmiştir. Oysa civilization için kilit rol oynayan başka faktörlere de ihtiyaç vardır. Bu, her şeyden önce insanın ilahlaştırılması sonucu mantık ve aklın, ampirik bilginin deneyselciliğin merkeze alınmasıdır. Akılcılık ön planda tutulduğu sürece etnik kimliğin bir önemi kalmamaktadır. Nasılsa Avrupa akılcılığı inşa eden bir medeniyettir öyleyse bu medeniyetin üstüne çıkacak farklı etnik bir medeniyet olamayacaktır. Tüm dünya toplumları için Leibniz’in hayali olan evrensel bir dil ve o dilin üzerine inşa edilmiş olan evrensel bir dinin müjdesi verilmektedir. Bu dinin adı da medeniyettir.
Medine’nin Medeniyetle Bağı Olur mu?
Müslümanlar arasında medeniyet kelimesinin yumuşatılması ve kabul edilebilmesi için Resulullah’ın Yesrib şehrine hicret etmesinden sonra orasının Medine olarak anılması örnek gösterilir. Medine yani şehir anlamına gelir. Yukarıda da belirttiğimiz gibi medeniyet Sadık Rıfat Paşadan beri Batı’daki “civilization” karşılığı olarak kullanıldığı için kent soyluluğu ifade eden tekniğin gelişmesi ile birlikte şehircilik anlayışının insan merkezli teşekkülünü anlatmak için kullanılır. Oysa Medine’den anlayacağımız şey bu anlamda kent soyluluk değildir. Kaldı ki Resulullah dönemindeki Medine’nin hem nüfus hem de teknik anlamda bugün ki şehircilikle alakası yoktur. Tarımla uğraşan ve nüfusu yaklaşık on bin-onbeş bin civarında olan bir şehirdir ki bugün ki ifadeyle ilçe diyebileceğimiz kırsal bir alanı ancak karşılar. Medine’nin temelinde olan şey iş bölümüdür. Birbirinin tekrarı olan insanlar topluluğuna oranla çok daha dayanıklı olmanın yolu, insanların farklı niteliklere sahip olmaları ve birbirlerini tamamlamalarıdır. Bizim anladığımız anlamda Medine her şeyden önce toplumun örgütlenmesi, tekemmül etme ve olgunlaşma sürecidir. Diğer bir ifade ile Medine, yetkin bir topluma doğru giden tek ve bütüncül bir süreçtir. Farklı inanç sahipleri bünyesinde barındırmasına rağmen hep birlikte ümmet olma ideali yaşayan bir yerdir. Ortak aklın ve dayanışmanın kabul gördüğü bir toplumsal uzlaşıdır. Yalnızca belli bir çıkar grubunun lehine çalışmayan tüm toplumu adil bir şekilde kuşatıp herkes için yaşanır bir mekan inşa etme çabasının adıdır Medine.
Medenileşmiş toplum anlayışı! Aslında bu tür arayışlar her zaman varolmuştur. İslam ülkelerinde iyi ülke, iyi toplum idealleri, Farabi, Nizami, N. Tusi vb. tarafından kaleme alınmıştır. Fakat doğunun mutlu ülkesi aslında “medenileşmiş” toplum değil, adil ve erdemli yönetici arayışı üzerine bina edilmiştir. Selehaddin Halilov’un tespitiyle “Batı düşüncesi somut analize, ampirik deneyime, ayrıntıların incelenmesi ve genelleştirilmesine, tüme varım yöntemine ve suje ile objenin ayrışmasına dayanmaktadır. Doğu düşüncesi ise daha çok fıtrata, duygulara, bütünlüğün hissi ve akli sezgiyle içselleştirilmesine ve objenin sujede kaybolmasına dayanmaktadır.”
Medeni olmak demek kelimenin Arapça kök anlamında olduğu gibi yerleşik olmakla alakası yoktur. Çünkü medeni olmak ifadesi yasalara tabi olmayı, endüstriyel bir üretimin içinde olmayı, kibar olmayı, nazik olmayı, romantik olmayı, efemine olmayı anlatmaktadır. Dolayısıyla tüm bu sayılanlar yalnızca kent soylulukla, kentli olmakla açıklanabilecek şeylerdir. Bu tanımlamalardan yola çıkıldığında da kavramın karşıt toplumsal formu kırsal alanı işaret etmektedir. Yörükler, kırsal alanda yaşayan köylüler ve hatta ilçelerde yaşayanlar da gayri medeni olarak tanımlanmaktadır. Öyleyse kırsal alanda yaşayanlar kente hammadde getirmekle sorumlu civilizationdan mahrum kaba, anlayışsız kimseler olarak tanımlanmaktadır. Bu bize cumhuriyet döneminde Ankara Valisi Nevzat Tandoğan’ın Osman Yüksel Serdengeçti’ye söylediği “Ulan öküz Anadolulu! Bu memlekete şeriat gelecekse de biz getiririz, komünizm gelecekse de biz getiririz. Senin ne işine siyaset yapmak. Sizin iki asli vazfeniz vardır; 1- askere çağıldığınızda gelmek, 2- çiftçilik yapmak…” sözü anımsatmaktadır. Yani kent soyluları için “medenileşmiş” bizler için ölmeye çağrıldığınızda gelmeniz ve bizim için gerektiğinde ölmeniz, ölmezseniz de hayatta kalanlarınız bizim zenginliğimiz ve sınırsız tüketimimiz için sürekli üretmeye devam ederek çalışmanızdır demek istemektedir. İşte bu anlayışın neticesi olarak civilization nasıl ki Batılıların Batı dışı dünyayı civilize etmesi için meşru bir silaha dönüşmüşse aynı şekilde devlet aristokrasisinin de halkını terbiye etmesinde meşru bir silaha dönüşmüştür. İşte bu farklılıklardan ötürü “Medine” ile kastedilen şeyin bugünkü anlamda bir medeniyetle alakası yoktur.
İbn-i Haldun’a göre bedevilik ve hadarilik değerlendirmesinde, Haldun, bedeviliği fıtrata daha yakın olma hali olarak tanımlar. Bu bize Rousseau’nun ilkel insanı bozulmamış bir kişilik olarak tanımlamasını hatırlatır. Bedevi insan, sözünde durma, hayırda ileri gitme, cesaretli olmada, kanunlara riayet noktasında hadari olandan daha iyidir der. Hadari ise, insanın zaruri ihtiyaçlarından fazlasını biriktirdiği için refah hali daha da artar ve son radde de bu artan refahın adetleri ortaya çıkar der. Gıdaların ıslahı, yemek kaplarının güzelleşmesi, ipek ve atlas kumaşlardan elbise dikmeler, ev ve konakların sağlam, süslü, sanatkarane yapılması gibi daha bir çok lüksün, israfın artması anlamına gelir. Haldun yerleşik hayatta “umran” kavramını (bu kavram Arapça “umr” kökünden gelen “umrān”عمران. 1 canlandırma, şenlendirme, mamur ve bayındır kılma, inşa etme, 2. bayındırlık, mamurluk” sözcüğünden alıntıdır. Arapça sözcük Arapça “umr عمر “ömür, yaşam” sözcüğü ile eş kökenlidir.) kullanır. Umran kök anlam olarak “civilization”dan farklıdır. Kent soyluluğu ifade eden bir anlamı taşımaz. Haldun’un ifadesinde umran; insanların zaruri ihtiyaçlarını karşılayabilmesi için birlikte bir siyaset üreterek toplumsal iş bölümü içerisinde ihtiyaçların temini, şehrin buna göre inşası ve imarını kasteder. O şehirde yaşayan herkesin güvenliğini sağlayan, gıdaların temin edilmiş olmasını ve birbirlerinin açlık tokluk hallerini gözetebilen bir dayanışmayı anlatmak için kullanır. Oysa Batı’nın “civilization”u yalnızca Aristo’nun site devleti için anlatmış olduğu yurttaşların güvenliğini ve yaşam kalitesini dikkate alır.
Batı medeniyeti bağlamında kentliliğin insana kattığı olumsuzlukları tanımlayacak olursak; 1- Bilim ve teknolojinin insan yaşamına bu denli bodoslama girişiyle birlikte insanın ruh dünyasında yaratmış olduğu olumsuz etkiler vardır. İnsanın kendini daha çok merkeze alarak düşünmesini tetikler. Büyük ideallerin yerini kısa vadeli kazançlar alır ve insanlık medenileşmiş birinin gözünde sadece rakamsal değerlerden öteye gitmez. Gayrisafi milli hasıla üzerinden toplumlar değerlendirilirken işsizlik, açlık, tüm vahşet ve fuhşiyat içeren suçlar birer istatistiki değerlerden başka bir şey değildir.
2- Uzmanlaşmanın ve iş bölümünün artması neticesinde insanın geçimini sağlayacak işi için harcadığı zamanın, gönlünü ve zihnini doyurmada geçireceği zamandan daha fazla olması neticesinde kendisine, değerlerine ve sevdiklerine karşı giderek hissettiği yabancılaşma duygusu.
3- Bu yabancılaşmanın ortaya çıkardığı psikolojik rahatsızlıklar. Aile mefhumunun giderek yok olması ile başlayan yalnızlık halleri, devamında antidepresan ilaçların kullanımının giderek artması ve bireysel yalnızlıklarla birlikte her alanda yaşanan çöküş ve intiharlar.
4- Civilizationun getirdiği doğal süreç olan şehirleşme, kentleşmenin öne çıkışıyla birlikte kentlere kitlesel göçlerin olmasıyla meydana gelen ahenksizlik. Bu göçlerin oluşturduğu varoş hayatlar, aile hayatından tutunda, eğitime, sosyal ilişkilere, mahalle kültürüne kadar bir çok alanda yeni bir yaşam biçimi oluşturmaktadır. Bu yaşam biçimi insanın doğayla ve insanın mekanla ilişkisini yok etmekte akabinde insan tabiattan giderek kopmaktadır.
5- Endüstriyel alanın içinde parçalanmış insan, neslinin terbiyesini de paralı bakıcılara tevdi ettiğinden kendisi ile nesli arasında derin uçurumlar oluşturarak her şeye kayıtsız, eğlenceden ve kısa sürede köşeyi döneyim de nasıl olursa olsun diyen, helalin ve haramın kaygısında olmayan güvensiz bir nesil oluşturmuştur. Belki burada daha bir çok madde eklenebilir. Ama kendimizce önemli gördüğümüz bu maddeleri sıralamayı kafi görüyoruz.
İsmet Özel her türlü medeniyete karşı gelmek gerekliliğini savunur. Özel, İslam devletlerinin de zaman zaman medenileştiğini söyler. Abbasilerin, Emevilerin ve dahi Osmanlıların ilk iki yüz yılı hariç İslami uhdelerden uzaklaşarak medenileştiğini ifade eder. Özel’e göre “medenileşmek yetim hakkını gaspa yönelmektir.” “Medeni insanlar ince oluyorlar doğrusu! Bütün bu incelikler içinde lüzumsuzluk da gizli. Sözgelimi oturdukları yerin rahat olduğu kadar, belki ondan daha çok güzel olmasına dikkat ediyorlar. Lüzumsuzluk rahatın keyfe, güzelin fanteziye dönüştüğü noktada ortaya çıkıyor. Medeniyetin getirdiği inceliğin ve zerafetin bir bedeli olması gerekir diye düşünebiliriz. Medeniyet inceliği veriyor insana, karşılığında içtenliği alıyor” diye devam ediyor İsmet Özel “Üç Mesele” kitabında.
Türkçülüğün Esasları kitabında Ziya Gökalp, “bir millet tekamülün yüksek merhalelerine çıktıkça, medeniyetini de değiştirmek zorunda kalır” diyor. Devamında; “Türkler, kavmi devlet hayatı yaşarken, Aksa-yı Şark (uzakdoğu) medeniyetine mensuptular. Sultani devlet devrine geçince, Şark medeniyetine girmeğe mecbur oldular. Bugün milli devlet devrine geçtikleri sırada da, içlerinde Garb medeniyetine dahil olmaya azmeden kuvvetli bir cereyan vücuda geldiğini görüyoruz” diyerek tekamülün en üst merhalesi olarak Batı “civilization”u işaret etmektedir. Doğal olarak tanzimat dönemi ve sonrasında cumhuriyetin temellerinin de Batı medeniyeti (civilization) merkezli olduğunu görürüz. Medeniyet kavramına bu tarihsel perspektiften bakıldığında masum bir kavram olmadığı aşikardır. Peki bu kavramın yerine hangi kavramı koyabiliriz? Ya da bu kavramı kullanmak niçin problemlidir?
Bize göre müslüman olmak öncelikle kendini tarifte mümkün olduğu kadar kendi kavramlarına ve tarihsel arka planına sahip çıkmakta yatar. Bizim altını ve arkasını doldurduğumuz bizi tarif edecek niteliğe sahip kavramlarla kendimizi açıklamak yükümlülüğümüz olmalı diye düşünüyorum. Bu anlamıyla İbn-i Haldun’un “umran” tarifi bizi anlatmada oldukça önemli bir kavram olduğunu düşünüyorum. Batı’nın “civilization” kavramı yerine kullanılan “medeniyet” kavramı ne tarihsel olarak ne de düşünsel olarak bizi tanımlamamakta olup yalnızca Arnold Toynbee’nin ifadesiyle “Herodian” bir bakışı temsil eden kavramdır. “Herodian” tip Toynbee’ye göre öykünmeci bir tiptir. Ve “Herodian” kişiliğin geleceği en nihai nokta öykündüğü medeniyetin seviyesine çıkabilmektir. Oysa İslami düşünce Batı (coğrafi anlamda yön bildiren bir kavramdan ziyade zihniyeti anlatmak için kullandığım bir ifadedir.) düşüncesine öykünemeyeceği için onun zihniyetine de asla sahip olmayacaktır. Bu yüzdendir ki “Herodian” bir karakter olmayı reddederek kendi tarihsel arka planımıza ve bizi inşa edecek olan kavramsal düşüncemize yaslanmak zorunluluğumuz vardır.
Will Durant, “Medeniyetin Temelleri” kitabında özet olarak Avrupa medeniyetini en üst medeniyet, yerlileri ve kısaca Avrupalı olmayanları ise barbar olarak tanımlamaktadır. Kızılderililerin yarını düşünene kötü gözle bakmasını Avrupa’nın istifçi ve sömürgeci medeniyeti açısından bakınca oldukça gayrimedeni olarak görmektedir. “Medeniyeti yaratan büyük ırklar değildir diyor. “İnsanları yaratan büyük medeniyetlerdir diye devam ediyor. “Coğrafi ve iktisadi şartlar bir kültür vücuda getirir, kültür de bir insan tipi yaratır. İngiliz medeniyetini yapan İngiliz değildir, İngiliz’i İngiliz yapan İngiliz medeniyetidir. Şayet bir İngiliz her gittiği yere kendi medeniyetini de beraberinde götürüyorsa ve Timbuktu’daki akşam yemeği için gece elbisesini giyiyorsa, bu kendi medeniyetini orada yeniden yarattığından değil, bu medeniyetin kendi ruhu üzerindeki üstünlüğünü Timbuktu’da dahi kabul ettiği içindir.” diyor. Aynı medeniyet Hindistan’da kumaş, tuz, çay ticaretini kendi elinde tutmak için binlerce Hinduyu gözünü kırpmadan katleden, sakat bırakan ve köleleştiren bir medeniyettir. Aslında Will Durant’ın dediği gibi coğrafi ya da iktisadi şartlar tek başına bir kültür yaratmazlar. İnsanı yaratan Allah olduğu gibi onun yeryüzünde biçimlenmesini de sağlayacak kitaplar ve uyarıcılar göndererek insanın yer yüzünde adil ve barış içinde yaşamasını sağlayacak şartlar vücuda getirir. Ama insan, kan dökücü yanı olması nedeniyle tıpkı Batı medeniyetini inşa ediciler gibi bozguncu olabilir. Samuel P. Huntington, Francis Fukayama gibi tarihin geldiği son nokta olarak tıpkı Ziya Gökalp gibi Batı medeniyetini işaret edenler Batı’nın dünya üzerinde yaptığı tüm zulümleri medeni olmanın bir gereği olarak görürler.
Huntington, Batı’nın kendi medeniyetini dünyaya dikte edebilmek için Birleşmiş Milletler, İMF, Dünya Bankası ve Nato gibi güçleri fiilen kullandığını itiraf ediyor. Bölünük bir ülke (yani henüz kendini bir yere ait hissetmeyen ama yüzünü Batı’ya çevirmiş ülke) diyor medeni kimliğini kazanabilmesi için o ülkenin seçkinleri Batı medeniyetini hevesle kabul etmek için yarışmalı, kamuoyu oluşturarak bu hevesi artırmalı ama bunlardan da daha önemlisi Batılı ağır abilerin kendisine ihtida etmek isteyen bu biçareleri benimsemeye istekli olmalıdır diyor. Türkiye’nin yıllardır Avrupa Birliği türküsü söylemesi ve Batılı ağır abilerin isteksiz durmasını Huntington güzel açıklamış doğrusu.
Batı medeniyetinde, istatistikler doğruların, kamuoyu yoklamaları ahlakın yerini alır. Pragmatik, günlük beklentiler ülke çıkarlarının kıstası sayılır. Doğru-yanlış taraftarların sayısı ile saptanır. Yeterli taraftar bulan bir istek helal ve haramına bakılmaksızın haklı bir talep olarak karşılık bulur. Azınlık propaganda kültürü ile çoğunluk üzerinde hakimiyet kurar. Artık yasal olan ile helal olan yer değiştirir. Theodore Roosevelt, “savaşların en erdemlisi vahşilerle yapılan savaştır” buyuruyor. “Amerikan kıtasının sefil vahşilerin avlakları olsun diye bırakılamazdı. Çünkü Amerika’nın, Avustralya’nın, Sibirya’nın kızıl, kara, sarı, aborjinal sahiplerinin ellerinden çıkıp dünyanın egemen ırklarının mirası haline gelmeleri hesaplanamayacak kadar önemlidir” diyor. Devamında Batılı sömürgelerin yapmış olduğu katliamları büyük bir medeniyetin doğuşu açısından önemli ve gerekli bir katliam olarak savunuyor. İşte tüm dünyanın gıpta ettiği ve öykündüğü medeniyet “civilization” budur.
Son söz olarak şunu diyebiliriz ki kullanmış olduğumuz bir çok kavram gibi “civilization” kavramı da Türkçeye masumlaştırılarak, öykünülerek put haline getirilebilecek bir kavram değildir. Bizi ne tarihsel olarak ne de düşünsel olarak ifade edebilecek güçte, çapta ve sorumlulukta bir kavramdır. Bu kavramı sahiplenmeyi bırakın, bizzat eleştirmek durumundayız. Bizim meramımızı anlatacak en iyi kavram İbn-i Haldun’un ifade ettiği “umran” kavramıdır. Zira umran kavramı insanla birlikte içinde yaşadığı şehri, ilçeyi, köyü ve ülkeyi imar ve inşa eden, yalnızca kentli soyluları değil yardıma muhtaç olabilecek ekonomik olarak en alt düzeyde insanları da kucaklayabilen ve onlara haklarını iade edip, liyakat esaslı, insanın insanca yaşamasına imkan veren gelişmişliği anlatabilen geniş bir kavramdır.
Medenileşmek kelimesinin tarihi arka planına baktığımızda civilization kavramı İsmet Özel’in nefis tarifinde yerini bulmaktadır: “Medenileşmek demek yetim hakkını gaspa yönelmek demektir.”
Medine, din’in yaşandığı yer anlamına gelir, İsm-i mekan
Medeniyet dinin global anlamda tüm dünyada Allahın isminin otoritesinin yeryüzüne hakim olması, kulluğun Allaha has kılınmadır.
Batının Sivilizasyon (Medeniyet) tanımı ise, insan nefsinin arzu ve isteklerinin ilahlaştırılması ve belli bir azınlığın (liberal, kapitalist, kent soylu burjuva, küreselci elitler takımı, 21. yy. firavun ve hanedanları) tüm insanlığı kendi değer yargılarına tabi olmalarını sağlayıp köleleştirmeleri hareketi yada Yeryüzü mülkiyetinin tasarrufunu kendi ellerinde tutmaları da diyebiliriz sanırım.
Teşekkürler Bünyamin Zeran, açıkçası çok faydalandım
kalemine yüreğine sağlık
Atilla bey değerli katkılarından dolayı teşekkür ederim.